Monday 31 December 2007

so this is the new year..

Her türlü bayram, yılbaşı, sevgililer günü ve benzeri şeyden nefret ederim. Yılbaşı gecesi ne yapacağım konusu beni çok gerdiğinden, bu yıl hiç bir plan yapmayıp herhangi bir Cumartesi gecesiymiş gibi Alsancak'ta buluşup canımız ne isterse onu yapmaya karar verdik arkadaşlarımla. 18 yıllık İzmirli bir insan olarak, bu Alsancak'ta geçirdiğim ilk yılbaşı gecesi olacak.

Şöyle bir gözden geçirdiğim zaman, Amerikan teenager'ları modunda bir house party ile adım attığım 2007 yılı; çok dengeli bir yıldı diyebilirim. İlk 9 ayında psikolojik olarak tamamen ağzıma sıçan 2007, son 3 ayında bana üstümden atamadığım bir hiçbişeyi-istesem-de-sikime-takamıyorum ruh hali ve üşengeçlik getirerek sınırda kişilik bozukluğuna sahip bir yıl olduğunu kanıtladı bana. Sınırda kişilik bozukluğu demişken, bu yıl benim için hastalıklarla doluydu. Reflü, depresyon, ADD, diş bilmemnesi, bademcik iltihabı x 4, hipoglisemi gibi pek çok şeyle uğraştım bu yıl, odamda içi ağzına kadar ilaç dolu olan 2 tane kutuyla yaşıyorum artık.

2007 aynı zamanda karakter olarak en kendimden memnun olduğum noktaya ulaştığım yıldı. Çok da hızlı geçtiğini belirtmeliyim.

New year Resolutions olayını da yazmasam olmazdı elbette:

1-Kilo ver
2-Sigarayı azalt
3-Kıçını kaldırıp okula git
4-Nickine uygun davran, coolkid ol, aşk/hoşlanma vs her türlü duygusal eğilimi yasaklıyorum artık sana
5-Eğer yapacaksan da doğru düzgün yap.. Evet evet, yeni yıla öpüşerek girmelisin. 2007'deki 4 tane başarısız ilişki denemenin nedeni 2007'ye öpüşerek girmemendi bence. O yüzden bu gece öpüş. Öpüşmeden eve dönmeyeceksin. Herkes öpüşsün.

Friday 28 December 2007

all that glitters is gay

Bir forumda karşıma çıkan eşcinsellik topici ve insanların başlık altındaki birbirinden zavallı yorumlarından sonra, sinirlerimin ne hızla tepeme zıpladığını anlatmama yetecek kelime bulamadım. Böyle bir konuyla dalga geçebilen homofobik insanlar, kendileriyle yaşamaya nasıl katlanabiliyorlar merak ediyorum cidden. "Allahım madem yarattın, bari takip et" demek istiyorum kendilerine, sonra birden boşveriyorum. Evrim döngüsünde zaten minicik olan beyinlerini 1 cm'lik kapalı bir kutuya tıkıştırmış olan bu insanlardan ne kadar ileride olduğumu fark ediyorum, götüm kalkıyor.

Thursday 27 December 2007

landlocked blues

if you walk away, i'll walk away
but first tell me which road you'll take
i don't want to risk our paths crossing someday
so you walk that way, i'll walk this way

a good woman will pick you apart
a box full of suggestions for your possible heart
but you may be offended, and you may be afraid
but don't walk away, don't walk away

i've grown tired of holding this pose
i feel more like a stranger each time i come home
so i'm making a deal with the devils of faith
saying, let me walk away, please..

love is in the air

I fell in love with a bad bad man
Every since I met him I've been sad sad sad

Hayattaki kusursuz aşk senaryom, hayallerimdeki insanın yanıma gelerek "Love is in the air" demesiyle sonuçlanır hep. O cümlenin benim için ilginç bir önemi vardır, hep birilerinden duymak istemişimdir hatta. Love is in the air. Gencer'le çok konuşmuştuk bunu ve buna benzer şeyleri, geçen yıl. Msn'de konuştuğumuz şeyleri açıp bir baktım şimdi, ne kadar çok özlemişim onu. Neden uzun zamandır konuşmuyoruz, görüşmüyoruz, bilmiyorum hiç. Ama özlemişim. Love is in the air hayallerimi anlattığımda gerçekten neden bahsettiğimi içinde hissedebiliyordu o, fazla analitik ve gerçekçi yorumlarıyla bana umut veren tek şeyi elimden almaya çalışanlar gibi değildi. Evet, gerçekten de birileri çıkıp aşkın ya da ruh eşlerinin olmadığını kanıtlasaydı, yaşamaya devam edemezdim sanırım.

Art Brut konserine gittiğimiz günü hatırlıyorum. Babylon'a doğru yürürken dar bir sokaktan geçiyorduk. "Dur ama arkana bakma" deyip fotoğrafımı çekmişti Gencer. Daha sonra arkama bakmış ve duvardaki kocaman Lonely yazısının önünde durduğumu görmüştüm. Olayın ironikliği hakkındaki birkaç yorumdan sonra, gerçekten üzülmüştüm yalnız olduğum bu kadar mı belli oluyor diye. Bunlar 1 yıl önceydi. Geçen yıl bu zamanlar Tigertunes-Angry Kids of the World Unite dinler, "Lonely boys and girls, unite!!" diye dans ederdik. Peyote'de insanlara çarpa çarpa eğlenir, dedikodu yapardık. Ben hep Gencer'i sonsuz triplerimle deli ederdim; "beni sevmiyor musun yoksa, çıkalım mı dediğimde neden bakarız dedin, neden çıkamıyormuşsun bu haftasonu".. Hayatımın en zor dönemlerinden birinde tanışmıştık, ve çok da kötü bir olay yüzünden hem de, ama yine de hiç sorgulamadan yanımda olmuştu o. Şimdi ise ne ne yaptığını biliyorum, ne de nasıl olduğunu. Geçmiş zamanla konuşuyorum arkasından. Neden konuşma girişiminde bulunmuyorum onu da bilmiyorum, sanırım artık kimseyle konuşmak için en ufak girişimde bulunacak halim kalmadı.


15.02.2007 23:07:48 nói ◦ ˚˚ renklibalonnoyi : ben mutlu olacak mıyım?
15.02.2007 23:07:53 nói ◦ ˚˚ renklibalonnoyi : sen de olacak mısın?
15.02.2007 23:08:00 zero feelings so in love* : olmamamız için bi neden yok

Ben hala mutlu olamadım, umarım sen olmuşsundur.

"Sometimes you win,
sometimes you lose,
but it's my heart
and i'm gonna give to you all I've got,
and I'll be forever cheering by your side"

Tuesday 25 December 2007

zsa zsa zsu

Spark, zing ne derseniz deyin, ona bayılıyorum. Biriyle tanıştığım anda birden o elektriği hissetmeyi, konuştuğumuz ilk cümleden sonra onun hayatımda çok önemli bir yere sahip olacağını anlamayı seviyorum. Spark olmasını seviyorum. Bugünlerde yine oldu. Uzun zamandır olmadığı kadar şiddetliydi bu sefer hem de. "Aslı 2" gibi bir durumdu hatta. Korkuyorum ama. O da hissetmiş midir acaba? Umarım hissetmiştir.

Birinin yazdığı şeyleri okuyup fotoğrafına bakarak sevdiği şarkıları dinlemenin heyecandan midemi sıkıştırması stalker'lık sayılır mı? Tamamen arkadaşça amaçlarım olduğuna göre, sanırım sayılmaz.

~~one day, i know, we'll find a place of hope, just hold on to me. with love comes the day, just hold on to me. one day there'll be a place for us. one day there'll be a place called home.

how to love

National Geographic'in aşkın bilimsel yönüyle ilgili bir belgeseli olduğunu öğrendim nette dolaşırken. Daha izlemedim, ama konu ilgimi çekti.

-Yeni biriyle tanıştığımızda onunla ilgilenip ilgilenmediğimize ilk 90 saniye-4 dakika arasında karar veriyormuşuz. Bunu etkileyen faktörlerin %55'i vücut dili, %38'i ses tonu ve konuşma hızı, ve yalnızca %7'si söyledikleri şeyler oluyormuş. Yani aslında ne dediklerini pek umursamıyoruz. Sonuç olarak potansiyel the one'ımız bize gelip 'Love is in the air bebeğim hadi evlenelim' dese bile yanlış pozisyonda ve yanlış ses tonuyla konuşuyorsa, tüm şansını kaybediyor. Ne hoş.

-Aşık olma süreci 3 bölüme ayrılıyormuş:

1-Cinsel istek: Adından da anlaşılacağı üzere cinsel olarak etkilenme süreci olan bu kısım, testosteron ve östrojen hormonlarının etkisiyle gerçekleşiyor.

2-Etkilenme: Bu da hoşlandığınız kişiyi aklınızdan çıkaramadığınız, görünce ya da konuşunca heyecandan bir garip olduğunuz dönem oluyor. Adrenalin, dopamin ve serotonin hormonlarınız son hız görevlerini yapıyorlar da diyebiliriz. Birine aşık olma sürecinin ilk evreleri vücudunuzda strese karşı verilen tepkilerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Kanınızdaki adrenalin seviyesi artıyor. Kalbiniz daha hızlı atmaya başlıyor ve terliyorsunuz. Dopamin seviyesinin artmasıyla, daha enerjik hissediyor ve daha kolay konsantre olabiliyorsunuz. Aşık olduğunuz kişiyle ilgili en ufak detay bile sizi çok heyecanlandırıyor. (Dopamin aynı zamanda kokain kullanımı sonucunda da artıyormuş bu arada.) Bir anda bütün düşüncelerinizi o kişinin kaplamasının nedeni ise serotonin. Yapılan bir araştırmaya göre, biri yeni aşık olan kişilerden, biri de obsesif kompülsif bozukluğu olanlardan oluşan 2 grup deneğin kanlarındaki serotonin seviyesinin birbirine çok yakın olduğu görülmüş. Yani, takıntılı davranışlarınızın nedeni gayet biyolojik.

3-Bağlanma: Çiftlerin birbirine bağlanmasında oksitosin ve vasopresin hormonları etkili. Oksitosin, orgazm sırasında salgılanan ve seks sonrası çiftlerin daha yakın hissetmelerine neden olan hormon. Ayrıca doğum sırasında salgılanıp anne ve bebeğin bağlanmasında da etkili oluyor. Vasopresin de seks sonrası salgılanıyormuş. Seks olmadan bağlılık olamıyor mu yani? Gerçekten mi?

Ayrıca gerçekten bazı bilimadamları oturup nasıl aşık olunacağını araştırmışlar. Çıkan sonuda göre, tanımadığınız biriyle 30 dakika boyunca hayatınızın en gizli detaylarını paylaşıp daha sonra 4 dakika boyunca hiç konuşmadan birbirinizin gözlerinin içine bakınca aşık oluyormuşsunuz. Yani 34 dakika sonunda cidden aşık oluyormuşsunuz. Oha ama. Ve bu deneye katılan 2 çift, daha sonra evlenmiş. Evlilikleri kaç dakika sürdü merak ediyorum.

letters to you-- i miss you so

Son günlerde geçmişi daha çok düşünüyorum. O kadar çok özlüyorum ki eskiyi, şu an hayatımda olan hiç bir insan, yer ya da şey bana yetemiyor artık. Geçmişimin özlediğim insanlarından hala hayatımda olanların ne kadar değiştiğini düşünmek sinirime dokunuyor. Ne yaparsam yapayım, asla ne onlar, ne ben, ne de paylaştıklarımız eskisi gibi olmayacak. İşte buna gıcık oluyorum. Yılbaşı gecesini pek sevmem, çünkü yılda en yalnız hissettiğim gecedir. Geçen yılbaşını birlikte geçirdiğim insanların yarısını aylardır görmedim, bir kısmını tanımıyorum, benim için en önemli olanları ise artık hayatımda değiller. Bu yıl tek başıma evde oturmak istiyorum yılbaşı gecesi, çünkü kiminle birlikte olursam olayım, büyük olasılıkla ilerleyen bir yılbaşında yanımda olmayacak ve benim geçmişte kalmış, düşünmesi acı veren mutluluklarıma bir anı daha eklenmiş olacak uzun vadede.

Yine uyuyamıyorum, geçmişten bahsetmişken aklıma 2 yıldır dinlememiş olduğum bir Silverstein şarkısı takılıyor.

I can see it in your eyes
You're broken down, your hands are tied

Uzun süre farkında olmadan şarkının o kısmını mırıldandıktan sonra, açıp sözlerine bakıyorum. Aklımdan geçen şeyler benden önce yazılmış gibi hissediyorum. "This may be the closest thing that you'll ever receive to an apology" derken, aklıma günlerdir özür dilemek istediğim ama karşısına çıkacak gücü bulamadığım, benim için önemli birisi geliyor. Bir kez daha zamanın insanları değiştirmesine sinirleniyorum.
Silverstein severdi sanırım o da.

This gaping hole in my chest is filled with deceit. I fear that all my cries fell upon deaf ears. This november swallows me whole. And this may be the closest thing that you'll ever receive to an apology. I close my eyes and I can see you dead.

Bu konuda düşündükçe daha da daralıyorum. Yazıyorum, belki rahatlıyorum, ama okuması gerekenler bunları hiç görmüyorlar. Kimse cevap vermiyor.

It's empty tonight and I'm all alone, get me through this one. Do you notice I'm gone? Where do you run to so far away? I want you to know that I miss you, I miss you so. I'm writing again these letters to you, aren't much, I know. But I'm not sleeping and you're not here. The thought stops my heart.

Do you notice I'm gone?

Monday 24 December 2007

strangelove

there'll be times when my crimes will seem almost unforgivable
i give in to sin because you have to make this life livable
but when you think i've had enough from your sea of love
i'll take more than another riverful and i'll make it all worthwhile
i'll make your heart smile

strangelove
strange highs and strange lows
strangelove
that's how my love goes
strangelove
will you give it to me
will you take the pain i'll give to you
again and again
and will you return it

prisoners of ourselves

Yarınki TKL finalim için okumuş olmam gereken, ancak şu ana kadar yarısına bile gelmemiş olduğum kitap Prisoners of Ourselves (Essays on the Psychology of Totalitarianism in Everyday Life) hakkında yazmak istedim. Çoktan uyumuş olmam gerekirken normal uyku saatim olan 8de kalkacak olmamın verdiği rahatsızlık nedeniyle uyuyamayışımın vicdan azabını engellememin tek yolu bu.

İşte 272 sayfadan oluşan kitabın okumuş olduğum 58 sayfasından ulaştığım sonuçlar:

-Totaliter güçler, gece uykudadırlar. Okullar da dahil olmak üzere devlet ve kurumları gece uykudadır. Bu nedenle, bizim de gece uykuda olmamızı isterler. Gece uyanık kalıp gündüz uyumanın normal olmadığı aklımıza kazınmıştır çünkü kontrol edilebilmemizin tek yolu budur. Peki ama neden ben gece uyuyup sabahın köründe okula gidip bu kitap hakkında sınav olmak zorundayım? Çok çelişkili bir durum.

-Totalitarizmin toplumu kontrol altında tutmasının bir diğer yolu da kelimelerdir. Duygularımızı içine sığdırmak zorunda bırakıldığımız yaratılmış kavramlar olan kelimeler, hislerimizi kendimize saklamamız ve kısıtlı iletişim kurabilmemiz içindir. Sessizlik ise, tüm duyuların duygulara açık ve onları algılar durumda olduğu tek durumdur.

-Cennete giriş, başkalarının yargılarına tabidir. Cehennem, sadece yargılanmayı kabullenenler için kötüdür. Özgürlük cehennemdir. Bu cennet/cehennem işi beni daraltıyor olsa da, hacı hoca takımıyla cennette takılmak istemezdim.

-Delilerden herkes korkar, çünkü beklenmedik şeyler yapma ihtimalleri vardır. Duygu ve düşüncelerini belirtirken tereddüt etmez, içlerinden geleni yaparlar. Artık deli olma özgürlüğü bile yoktur insanın. Deli olduğunuzu psikiyatristlere kanıtlamak zorunluluğunuz vardır. Deli, ve dolayısıyla beklenmedik olmanız, kontrol edilebilir olmanız yolunda bir engeldir. Bu nedenle devlet delileri sevmez. Psikiyatristler, Formula 1'deki pit stoplar gibidir. Gittiğinizde sizi onarır ve yarışa tekrar yollarlar. Yarışın kendisi asla sorgulanmaz, psikiyatristlerin tek sorguladıkları yarışı sorgulayanlardır.

-Yarın sınavım ve daha okumam gereken 200 sayfa var. Eğitim sisteminin totaliter yapısı hakkında bir bölüm daha eklenmeli bence o kitaba.

Sunday 23 December 2007

i've been dying to reach you

I have saved every piece of paper
Like grocery lists & note cards
To do lists & race scores
So just in case you change your mind
& come back, I've kept everything safe

While you're gone away
Where there isn't a telephone wire
Still I wait by the phone
You don't even write to say goodbye
Goodbye

Get me out, get me off
This is a ride going nowhere
But somewhere that I despise
Going nowhere to end up with a tearful
I don't wanna go on
With these pieces of paper
That you've left behind

the sweet delays we used to have



As we grow up, we learn that even the one person that wasn't supposed to let us down probably will.
You'll have your heart broken, probably more than once, and it's harder every time.
You'll break hearts too, so remember how it felt when someone broke yours.
You'll fight with your best friend and maybe even fall in love with them.
You'll blame a new love for things an old one did.
You'll cry because time is passing too fast and you'll eventually lose someone close to you.
So take too many pictures, laugh too much and love like you've never been hurt because every 60 seconds you spend angry or upset is a minute of happiness you'll never get back.

Beynime kazımak için yazma gereği duydum bir kez daha.

angelique, i swear

Uykusuz gecelerin insanı olmaktan kurtulamayan ben, "2 gündür iyiyim nasıl olsa" diyerek doz artırma sürecimi yarıda bırakmaya karar vermiştim ki; Brokeback Mountain izleme hatasına düşerek bu kararımın ne kadar yanlış olduğundan fazlasıyla emin oldum. Önümüzdeki 3 yıl boyunca doz azaltma ya da bırakma işine gireceğimi bile hiç sanmamaya başladım hatta. Kovboy filmlerinden, maço erkeklerden ya da Heath Ledger'ın tipinden nefret ediyor olmama rağmen, çok uzun zamandır bu kadar etkilendiğim bir film olmamıştı. Hatta sonunda deliler gibi ağlamaktan altyazıları okuyamaz hale geldiğim tek filmdi diyebilirim. Homofobik pisliklere (buraya o ve ç ile başlayan 2 kelimeden oluşan bazı küfürleri de yerleştirebilirsiniz aslında pislik yerine) olan inanılmaz nefretim mi, duygularını içinde tutmaya kararlı insanlara olan sinirim mi, yoksa asla birbirine kavuşamamış aşıkların hayatta en içimi acıtan konsept olması mıydı bunun nedeni bilmiyorum; ancak filmin son 1 saati tamamen ağzıma sıçtı. Tipsiz Heath Ledger'ın oynadığı sevgili odun gay'imiz Ennis Del Mar'a seslenmek istedim bir an: "Sen 20 yıllık sevgiline duygusallığını göstermemek cool'luk yapmak için kasarken, adamcağız onu sevdiğini hiç bilemeden öldü lan. Öküzsün sen, pişman olursun tabi şimdi.". Siz siz olun, öküz olmayın sevgili okuyucular. Sonra "Jack, I swear" diye ağlarsınız.

Wednesday 19 December 2007

love, my ass

i believe in happiness and in love that never fails but the longer i wait here,
the more they seem like a fairy tale. i need you to save me.


Frustration and heartache #385721. Bu kadarından sonra alışır sanıyor insan. Ama hiç alışamıyorsun. En dandik olanı da hayatta en yetenekli olduğum konunun her zaman en hak etmeyen insanlara itinayla değer vermek olması.

İstanbul'u seviyorum. En iğrenç insanlar bile, iğrençlikleriyle gurur duyar ve her fırsatta belli ederler. Pisliklerini dürüstçe yaparlar. Arkadaşınız olan hiç kimsenin aslında umrunda olmadığınızı bilirsiniz. Kendinizi göstermek için dışarı çıkar, 3-5 tane yanında görünmek isteyebileceğiniz insan bulur, içer, salak şeylerden konuşur, evinize dönersiniz. Ölseniz cenazenize gelmeyecek insanlardan oluşan İstanbullu arkadaşlarınız, işlerine gelmeyen bir durumda size pislik yapabileceklerini asla inkar etmezler. Herkes mal bir insan oluşuyla barışık haldedir. "Sana değer veriyorum"ların, iyi aile çocuğu maskelerinin arkasına gizlenip tuvalete gittiğinizde arkanızdan konuşan insanlar değildir onlar. Herkes kimin ne mal olduğunu bilir. Bu yüzden İstanbul'dayken eve kapanıp dünyayla tüm iletişimi kesmek, insana iyi gelir.

Monday 17 December 2007

when i dream, i dream of your fists

Bugünlerde DVD formatında rüyalar görüyorum. Hem uzunluk, hem ayrıntı, hem görüntü kalitesi, hem de senaryonun garipliği bana kesinlikle Avrupa sineması içinde kaybolmuşum gibi hissettiriyor. Önceki gece İstanbul'daki İtalyan Lisesi'yle alakası olmayan, deniz kıyısında bulunan 5-6 katlı 19. yüzyıldan kalma tarihi bir bina olan İtalyan Lisesi versiyonumun içinde saatlerce dolaşıp durdum. Neden olduğunu bilmiyorum ama o bina beni o kadar çok etkilemişti ki, içeri girebilmek için rüyadayken duyduğum isteği şu an bile tamamen hatırlayabiliyorum. Görünmez de olabiliyordum üstelik, fark edilmeden içeride dolaşabilmek için. Dün gece ise çok daha X-Men'vari bir rüya gördüm. Garip kısmı ise bu kez rüyada herhangi birinin yerinde olmamam, sadece uzaktan film izler gibi izliyor olmamdı. Süper güçleri olan kahramanlar, üstünüzü kapladıklarında şekil değiştirdiğiniz örümcekler -ki hayatta en tiksindiğim canlılardır-, benim-süper-gücüm-seninkini-döver şeklinde kavgalar ve onun gibi şeylerle dolu bir adet Amerikan çizgi roman uyarlaması izledim gece boyunca. Ondan önceki gece ise, siyah uzun dalgalı saçlı ve 25 yaşlarında taş gibi bir kadın olan ben, gece dışarı çıkmaya hazırlanıyordum. Siyah daracık bir pantolon, siyah topuklu ayakkabılar, beyaz bir gömlek ve siyah yelekten oluşan görüntüme aynada baktıktan sonra, birden papyon takmaya karar verdim. Sabah uyandığımda "papyon almalıyım evet" cümlesi yankılanıyordu kafamda.

Sunday 16 December 2007

wave lunacy goodbye

Maybe we could have pretended we were riding in the woods, riding horses. Mine would have been black and yours would have been white. It could have been all peaceful and silent as we had wanted it to be. Imagine the most peaceful scene ever. Imagine you're there. We could have been there. We could have been anything anyone could ever dream of being. We would have hugged each other to sleep while we both knew we weren't gonna sleep at all. We would have listened to Misread all night while we tried to fall asleep in your bed. It would have felt much better than any king size bed could ever feel. It would have been alright because we knew we'd wake up to endless possibilities. I hated instability, I hated uncertainty but I never complained because it was you. If it were anyone else, I would have told them to fuck off and shove their attitude up their asses, but I never said a word to you, not ever. Even when you used me, even when you took advantage of me, even when you took me for granted, I was always there for you. I did everything for you so that maybe then, just maybe then, you would care for me as much as I cared for you. Just one single word from you could have changed my world. You always knew it. You knew the power you had over me. You have no idea but you totally, literally, absolutely fucked my life up. If there's anything that's wrong with me right now, it's because of you. You're the reason I do nothing all day and watch tv. You're the reason all my relationships fail. You're the reason I need pills everyday. You do not have the right to hurt me. In fact, you owe me. You do not have the right to tell me that I don't care because not even one person in the entire world could have cared any more than I do. There's nothing else I can give you. You have taken everything. I'm truly sorry I had to leave you tonight but there was nothing else I could have done. I can't do it anymore. I'm sorry. I won't call you, but I want you to know that if you ever wanna talk, you'll find a way and reach me. I wish there was another way.

Friday 14 December 2007

i once saw a dragonfly

She called to me and said, 'Free me'
She said 'Come and fly away with me tonight'

I dried away my tears and slammed the door. As I ran into the forest, it was as if it wasn't me that was running. I could feel that something was taking over me. At first I thought it was the anger taking control, but right then I heard her voice. 'Don't be scared' she said, 'just meet me by the river'. I had always considered myself to be a rational person, but there was something in her voice that made it impossible to question her words. Maybe it was her desperation, maybe it was my need, I don't know. I ran to the river and waited for her to appear. I never saw her but I felt her presence. The sweet smell of vanilla and the energy in the air was impossible to ignore. I felt her touch on my cheek, her loving caress. 'Come on, love,' she said, 'it will all be alright'. My heart was beating so fast that for a moment, I had this crazy idea that it was responding to her call. I had been waiting for so long. She called to me and asked to be heard. I had made a promise, 'I'll follow you no matter what'. 'Let's fly away' she said, 'hold my hand'. I was scared, I couldn't let go of the memories. 'I know' she said, 'it will become much easier when you erase all the memories and make room for new ones'. I was ready for a new beginning, ready to take my chances. I let go of the past that I had been holding on to, and held her hand. She said 'Trust me, I'll never let you go'. I kept holding her hand as we jumped. We fell down into the emptiness. I took my chances. It was the first time I had ever felt so alive in years. As we were falling, her voice haunted me: 'I'll never let you go'. I trusted her.

I trusted her because I knew what a promise could do.

baby needs kitsch romance in amsterdam

Baby went to Amsterdam. She put a little money into travelling. Now it's so slow, so slow.

from that day on, till i hit the bed
amsterdam was stuck in my head

Baby needs something. She doesn't know what's missing. Now it's so cold, so cold.

they say romance is back in fashion
they say that kitsch is back in fashion

Thursday 13 December 2007

i'm zero, don't waste words with me

"I've got a love, a love that won't wait, a love that's growing. But it's getting late. Do you know what it means to be left this way? When everyone's gone, the feelings, they stay. I want you now." Depeche Mode - I Want You Now

Teknoloji deli gibi ilerlesin ve beynin sevgi, aşk gibi duyguları üreten kısmı alınabilsin istiyorum. Yılbaşında bana beyin ameliyatı hediye etsin birileri, ve tüm duygu içeren hücrelerim yok edilsin. Ya da kemoterapi gibi birşey belki? Kanserli hücreler yerine, duygu taşıyan hücrelere etki eden bir kemoterapi yöntemi.

"Boy it's good to be back home, the city, that's where we belong" Lo-Fi-FNK - City

Home garip birşey. Çünkü burada evde hissetmiyorum. Neden? Sanırım insanlarla alakalı bir kavram, olduğunuz mekanla ilgili değil. Beni hiç havaalanında karşılayan birileri olmadı. Hayatım boyunca, bir kere bile hiç kimse beni karşılamaya gelmedi. Ne ailem, ne arkadaşlarım ne de sevgililerim. Hiç bir zaman bavullarımı alıp kapıdan çıktığımda, heyecanla uçağım gelmiş mi acaba diye bekleyen birisi olmadı. Hep çok kıskandım bekleyeni olan insanları. Keşke birileri de benim için gelseydi. Çok yalnız hissediyorum.

Tuesday 11 December 2007

drag queens and door whores

Previously on Fashionalism:
"Neden heteroseksüel Türk erkeklerimiz modayla ilgilenmeyi erkeklik derecelerini azaltıcı bir faktör olarak görüyorlar? Neden makyaj yapan erkeklerle dalga geçilir?"

Heteroseksüel erkeklerin çoğunluğunun -ülkemizdekilerin çoğunluğu, en azından- "Ne modası ya" şeklindeki düşüncelerinin kaynağı olabilecek zihniyet, malesef anlayış sınırlarım içerisinde bulunmuyor. Bu delikanlılarımız, sanıyorum ki isteseler de istemeseler de modanın parçası olmak zorunda olduklarını anlamış değiller. The Devil Wears Prada'daki "En ucuz mağazanın dandik indirim sepetinden alıp moda karşıtlığınızla övünerek giyeceğiniz 5 kuruşluk tshirt bile 3-4 sezon öncesi podyum modasının o dandik mağazaya ancak ulaşabilmiş versiyonundan başka birşey değil" önermesi ne kadar da doğru aslında. Dinlediğiniz müzik, gittiğiniz yerler, herşey için de geçerli değil mi bu önerme? Başkalarından etkilenmeden duramazsınız insan doğası gereği, giyiminiz de başkalarından etkilenir dolayısıyla. Çevrede gördüğünüz insanlardan etkileneceğinize, neden modanın kendisinden etkilenmeyesiniz ki? Böylece en azından 2 sezon geriden takip etmezsiniz herşeyi.

Bu dediklerim yanlış anlaşılmasın. Kimsenin sadece o günün trendi olduğu için birşeyi giymesi gerektiğini düşünmüyorum. Modanın amacı o değil zaten. John Galliano'nun tamamen içindeki teatral bir masal dünyasını yansıtan şovlarındaki mankenler gibi 5 ton makyaj yapmanın trend olması eminim Galliano'nun da amacı değildir. Tüm diğer sanatlar gibi, moda da ilham vermeyi ve tasarımcının, yani sanatçının, dünyasını dışarı vurmasını amaçlar. Tüm dünya insanlarının giyim tarzlarını tamamen ele geçirme amacı güden gizli güçler yoktur arkasında. Bu nedenle trend=moda olarak algılanmamalıdır; trend geçici ve değişkendir, moda ise tamamen başka bir dünya.

2. konuya gelince, makyaj yapan erkeklerle dalga geçilmesi tamamen kapalı zihinlilikten kaynaklanmaktadır. Bu dalga geçme eylemini benimseyen sözde modern insanlar, asıl dalga geçilmesi, hatta malesef acınması gereken kişilerin kendileri olduğunun farkında bile değildirler. Acınası olmalarının nedeni ise, hayatları boyunca kafalarına kazınmış olan "normal" kavramını sorgulamayı akıllarına bile getirmekten aciz oluşları, ve öylece kabullenişleridir. Onlara göre bir erkeğin etek giymesi, ruj sürmesi gibi davranışlar kabul edilemez; çünkü çevrelerinde böyle birşey yoktur ve olmamıştır. Aynı insanlar eşcinsellikten de nefret ederler -gaylere ibne diyorum ama lezbiyen görsem izlerim diyenlerden bahsetmiyorum bile- çünkü eşcinsellik "normal" değildir. Çünkü çoğunluk olan normaldir onların zihniyetine göre. İşte o düşünce tarzı da hayatım boyunca en tiksindiğim, zavallı bulduğum, nefret ettiğim, ve asla hayatımda yer vermeyeceğim şeydir. Bu durum beni o kadar sinirlendirmiştir ki yıllardır, sanırım damarıma en çok basan konu diyebilirim. Bunun nedenleri ise şöyle:

1-Kimse ne cinsel tercihi, ne cinsiyeti, ne ırkı ne de başka birşeyi nedeniyle başkasından üstün olduğunu iddia edemez. Önce adam gibi adam olmayı öğrenin, adam olmayanları aşağılayın eğer bu ihtiyacı çok hissediyorsanız.
2-Gerçekten bütün kalbimle umuyorum ki inşallah dünyadaki bütün homofobik varlıkların kendileri/aileleri/sevdikleri birileri eşcinsel çıkar ve tüm o lafları alıp bir yerlerine sokarlar.
3-Sevgili toplumun çok sevgili değer yargıları nedeniyle ve içsel hesaplaşmaları nedeniyle hayat eşcinseller için zaten yeterince zor, bir de kıt düşünceli insanların iğrenç hakaretlerine ihtiyaçları yok.
4-O hakaretler eşcinsellere gideceğine, kadınları sokakta yürüyemez hale getiren pis abaza heriflere gitsin lütfen.

Monday 10 December 2007

kyle xy

Time is such a tricky thing. Knows exactly how to fuck with your mind. And what sucks the most is, after all this time, I'm still where I used to be 6 years ago. What's wrong with this picture? Is it that I'm too much of a hopeless romantic? Or is there something wrong with the rest of the world? I'm realling starting to believe that there's something seriously wrong here. Because I've been caring, and I've been laid back. I've been loving, and I've been distant. I've tried 'Oh I'm so in love with you' and I've tried 'I don't do relationships, sorry'. I've tried serious relationships, long distance relationships and even weekend flings. But still, it's not okay. That sucks.

I don't know when we'll meet again
I guess it'll be in an ordinary place

If my heart breaks, will you pick it up?
And put it in a plastic box
If my heart breaks, will you set it straight?
will you be there, if i call?
Still got you on speed dial...

Sunday 9 December 2007

world in my eyes

I've never been one to take pride in my memory. I rarely remember things. Yet, I do remember that day. I'd been longing for guidance and one day, all the guidance in the world came to me through her eyes. How could I ever dare forget those eyes, her icy blue eyes that seemed to see right through me. I knew right then, that she had seen everything, I was stripped down to the bone in front of her, she knew it all, my sin and the blood on my hands. She had seen the worst of me, and still, she wouldn't leave. The forgiveness and love in her eyes. I knew she understood. She came up to me and told me to sleep well. I knew I'd never see her again.

Friday 7 December 2007

dealing with your hangover

Çok içilen günlerin ertesi sabahı iğrenç bir başağrısı ve bulantıyla "Allah kahretsin" diyerek uyanmanıza engel olabilecek bazı öneriler..

Önceden alınabilecek tedbirler:
-Hiç içmeyin.
-Madem içtiniz, bari boş mideyle içmeyin.
-Tam yağlı yoğurt yemek midenin iç duvarında bir koruyucu zar oluşturarak alkolün etkilerini hafifletiyormuş. Devedikeni bitkisi de karaciğerinizi korumak adına önceden alınabilir, Solgar'da hap olarak bulunuyor. İlki işe yarıyormuş, ikincisini bilemiyorum.
-Sarhoşken yapıp sonrasında çok pişman olduğunuz tüm saçmalık ve rezilliklerin bir listesini yapıp kendinizi alkole boğmadan önce bir okuyun. Her bardaktan sonra bir daha göz atın. Listeye yenilerini eklemek istemezsiniz.
-Çok içmekte ısrarlıysanız, karıştırmayın.

İş işten geçtikten sonra:
-Uyumadan önce içebildiğiniz kadar çok su için. Ufak çapta bir zehirlenme yaşıyor olan vücudunuzun iyileşmesini hızlandırabilecek tek şey su. Ne kadar çok su içerseniz, sabah kendinizi yaşayan ölü gibi hissederek uyanma olasılığınız o kadar azalır. Ayrıca ertesi gün de her fırsatta su için.
-Sabah portakal suyu için.
-Ne kadar cezbedici görünse de kafeinden uzak durun. Diğer insanları bilemiyorum ama bende hangover+kahve çok fena titreme yapıyor bütün gün.
-Uyandıktan sonra mümkün olduğunca erken hafif birşeyler yemeniz iyi gelecektir.
-Akşamdan kalma halini gidermek için birayla güne başlayanlardansanız, şöyle bir silkinip kendinize gelin, en yakın zamanda alkol tedavisine başlayın.

Thursday 6 December 2007

seriously??

Pozitif yaklaşımın ne kadar önemli olduğu ve etrafa verdiğimiz her çeşit enerjinin bize geri döneceğiyle ilgili bir kitap okuyordum uçakta. Artık pozitif olmaya son derece kararlı bir şekilde havaalanından Bostancı'ya geldikten sonra, 50 milyon bozdurmak istemediğim için taksi yerine dolmuşa binmeye karar verdim. Şaşkınbakkal'ın ne kadar olduğunu sordum adama, 1.05 cevabını aldıktan sonra da 1.10 verdim. Paramın üstü olan 50 bini bana vermeyen dolmuşçu herif, Marks and Spencer'ın önünde durdu ve bana "Şaşkınbakkal burası" yaptı. Ben de deli gibi yağmurda yürümek istemediğimden "Işıklarda inicem" dedim. Işıklar da 50 metre ilerde oluyor. Adam bu sefer ışıklarda durdu ve tam ben inerken "250 bin daha alayım" dedi. Eğer o kitabı okumamış olsaydım, akşam akşam uğraşmaktan hiç çekinmez ve ona "Kafanı sağına bi çevir, eğer okuman varsa, ki tipinden yok gibi duruyor, sağdaki durakta Şaşkınbakkal yazıyor, yani burası Şaşkınbakkal, ve ben sana 250 bin vermek zorunda değilim, eğer 5 kuruşun muhabbetini yapmakta ısrarlıysan paramın üstü olan 50 bini alayım asıl ben" derdim. Neyse, konunun özeti benim 250 binime olan derin bağlılığım değil tabii ki. Etrafta bu kadar orospu çocuğu insan varken pozitif olamıyorum, kusura bakmasın kimse. Pozitif olduğumda herkesi benim kadar pozitif sanıyorum, bütün duygularımı ortaya döküyorum, sonra da insanlar tepeme biniyorlar. Pozitif my ass yani. Demek ki orospu çocuğu olmak lazım. Nerede gördünüz ki beyaz atlı prenslerin iyi kızlarla evlendiğini, süper ahlaklı iş adamlarının çok zengin olduğunu falan? Filmlerde görürsünüz zaten ancak. Evet bundan sonra insanları kullanan, manipülatif, anlayışsız, duygusuz pislik bir insan olmalıyımdır belki de..

twin flames and soul mates

Have you been feeling alone or like something's missing in your life? Have you been feeling incomplete no matter what you did? Have you been searching for 'the one' to make you feel whole, but have been losing your faith in the whole 'true love' concept? Well hello then, welcome to the club! You're not alone. Actually, almost everyone feels that way. Being the love-addict that I am, I had been looking for an explanation and found the concept of twin flames. Your twin flame is the other half of your soul that you were split at the beginning of time. You both went your separate ways, lived many lives, and maybe even met in some of them but couldn't unite because one of you wasn't ready for the intense connection. Your ultimate goal is to reunite. All other relationships through all your lives are just practice for the ultimate relationship with your twin soul. This is why people feel incomplete and have a natural urge to become whole throughout their entire lives. It's very similar to what we call 'soul mates'. A person can have many soul mates, but only one twin flame. Soul mates are people that are on the same frequency level as you are, in other words, you are at the same stage of life with them. Usually you've known them in your previous lives as a family member, friend or lover. Soul mates help you improve and grow spiritually. Even if you haven't known them for a long time, you instantly connect. You love them, and they love you back, in a way you can't always explain. Known someone just for a few hours and felt as if they were your best friend? They're possibly one of your soul mates.


~~Currently in Lesbians on Ecstasy-Tell Me Does She Love The Bass mood

is it so hard to satisfy your senses
you found out to love me you have to climb some fences
scratching and crawling along the floor to touch you
and just when it feels right you say you found someone to hold you

baby tell me does she love you like the way i love you
does she stimulate you, attract and captivate you
tell me does she miss you, existing just to kiss you
like the way i do

Wednesday 5 December 2007

lover i don't have to love

But you.. you write such pretty words
But life's no story book.
Love's an excuse to get hurt.. and to hurt.
Do you like to hurt? (I do, I do.)
Then hurt me.

Hurt me.

I want a lover I don't have to love. Hurt me.

*Someone please take me to a gay bar. Pretty pretty please.

*Telefon sapığım, savcılığa yönlendiriyorum seni yarından itibaren.

Saturday 1 December 2007

staring back from the mirror's a face you don't recognize

in the cold light of morning while everyone's yawning, you're high
in the cold light of morning the party gets boring, you're high
as your skin starts to scratch and wave yesterday's action goodbye
forget past indiscretions and stolen possessions, you're high
in the cold light of day

tomorrow... tomorrow's only a kettle whisper away.

He walked through the guys that had passed out on the floor and stood by the pool. The light of day hit him hard, it was almost blinding. He had been up all night, partying away his hurt. One hundred Saturdays, one hundred days of alcohol and drug abuse, one hundred men he had allowed to use his body. As the light grew stronger, everything seemed to become clear. All the plans he had made for himself seemed worthless, he alone was worthless. This wasn't how he had planned to end up. As the drugs wore off, he realized the person he had become was quite annoying, even to himself. And it sucked that it was all he had, this useless mess, and he couldn't stand it. He thought to himself: Is this it?

Wednesday 28 November 2007

stay with me, arienette.

Bright Eyes-Arienette dinliyorum bugünlerde. Yıllar önce çok dinlemiş olduğum ama uzun süredir dinlenmeden bilgisayarımda duran bir şarkıydı. Sözleri..?

"stay with me arienette, until the wolves are away" denilse de her zaman giden, unutulamayan, her zaman ukte olarak kalacak olan kişidir arienette. a perfect sonnet'deki birlikte ateşe atılan aşıklardan biridir, haligh haligh a lie haligh'daki gitmeyeceğine dair verdiği sözlerle siz kendinizi avuturken çoktan gitmiş olan kişidir. gelmeyeceğini bilir, arkasından it's cool we can still be friends dersiniz. o gider, siz oturup lua dinlersiniz.

ekşi sözlük'te bunu yazmışım arienette için. nerede ama arienette?

Tuesday 27 November 2007

teen love

**Kyle XY en sevdiğim dizilerden biri haline geldi bugünlerde. Dün izlediğim bölümde Jessi'nin Declan'ı öpmeden önce söyledikleri bana çok garip hissettirdi: "You're lonely. I'm lonely." Neden gerçek hayatta olmuyor böyle şeyler?

When everything gets lonely I can be my own best friend. I’ll grab a coffee and the paper; have my own conversations with the sidewalk and the pigeons and my window reflection. The mask I polish in the evening, by the morning looks like shit.
- lua ; bright eyes

**Kış sevmem normalde. Tamamen bir yaz insanıyım. İnsanlar bunun Temmuz'da doğmuş olmamdan ya da İzmirli olmamdan kaynaklandığını söylerler. Belki de öyledir. Kapalı, gri havaları sevmezdim fazla. Eğer dışarı çıkmışsam öyle bir havada, ipod'umda gri şarkılar dinler ve yola bakardım içinde bulunduğum ulaşım aracının camından. Hatta bir de yağmur yağıyorsa, ve özellikle okuldan çıkmış eve dönüyorsam, işte o olabileceklerin en kötüsüydü. Yol boyunca müzik dinlerken, eve girdiğim anda içkimi alıp depres adını verdiğim playlist'imi açarak 2002 yılından beri kabullenememiş olduğum tüm kayıplarımı teker teker anarak son derece içler acısı bir 2-3 saat geçireceğimi bilirdim. Son birkaç aydır daha seyrekleşti bu durum. Alışıyor muyum, yoksa ilaçlar mı beni duygusuzlaştırıyor bilmiyorum. Belki de kışı sevmeye başlıyorumdur.

Relief from this longing, they can land that plane on my heart. I don't care just give me November, the warmth of a whisper in the freezing darkness of my room. But no matter what I would do in an attempt to replace. All the pills that I take trying to balance my brain.
- when the curious girl realizes she is under glass ; bright eyes

**Çocukluğumu özlüyorum. Çocukken yaşadığımız evi, babamla annem arkamda mutlu mutlu gülümserken ve ben önümde üzerinde 4 tane mum olan doğumgünü pastama üflerken çekilmiş fotoğrafımızı özlüyorum. Güvende ve seviliyor olmayı özlüyorum. Yalnız kalmaktan çok korkuyorum.

So don’t leave me here with only mirrors watching me. This house, it holds nothing but the memories. And the moon, it leaves silver but never sleeps. And then the silver turns to gray. Oh stay with me, Arienette, until the wolves are away.
-arienette ; bright eyes

**Önceki gece çok sevgi dolu hissediyordum. Dün de bütün gün sevgi doluydum. Bugün de sevgi doluyum. Falıma bakmadım, ama sanırım bu kalıcı bir sevgi doluluk. Burçlara inanıyorum ama fallar genelde saçma oluyorlar. Güneş çıktı birden. Üzülsem de umrumda değil, bu şekilde yaşayamam. Kırılmamak için kullanılan taktikler bana göre değil. Eğer bir çizgi roman karakteri olsaydım, yürürken arkamdan minik kalpler saçardım her adım attığımda.

Dear Jamie, this envelope will represent my heart. I'll seal it, send it off and wish it luck with its depart. And this stamp will be every action that carried my affection, across the air and land and sea. But should I trust the postage due to deliver my heart to you?
- dear jamie, sincerely me ; hellogoodbye

**Yengeç burcuyum.

I hope everything's alright with you. Maybe I should go and see about you. Collect some love, if you don't mind. Collect some love, if you won't mind, no. My heart it grows. And I think it shows. Fallin'. Fallin' in. I fall in love with you.
- teen love ; peter bjorn and john

Friday 23 November 2007

love me if you dare

Jeux d'enfants: Hiç şüphesiz hayatımda en çok kez izlemiş olduğum film olan Jeux d'enfants, çok uzun bir süre de öyle kalacağa benziyor. Adı dilimize "Cesaretin Var mı Aşka?" olarak oldukça yanlış bir şekilde çevrilen filmin adının tam çevirisi "Çocuk Oyunları". Romantik bir modern masal dünyasını hatırlatan filmin bu hayalciliği, insanı sonsuz aşka ve bulunabilirliğine inandırıyor bir an. İlkokulda yaramazlık yaptıkları için getirildikleri müdürün odasında karşılaştıklarından beri birbirine aşık olan ama bunu hiç açıkça dışa vurmayan Julien ve Sophie'nin yıllar boyunca oynadıkları cesaret oyunları etrafında dönüyor film. Onlar büyüdükçe tehlikeli hale gelmeye başlayan oyunlar, onlar için hayatlarında kötü giden şeylerden bir kaçış ve birbirlerinin bilinçaltlarına farkında olmadan sevgilerini ilan etmeleri için birer araç olsa da, aynı zamanda onları ve diğer insanları üzmeye başlıyor zamanla. Oyunu bir kez daha oynuyor ve 10 yıl görüşmemeye karar veriyorlar. 10 yıl sonra oyun tekrar başlıyor, ve herşeye rağmen aşklarını ölümsüz hale getirmeyi başarıyorlar. Film bittiğinde kafanızda La Vie En Rose çalarken, buruk bir gülümseme ve gözyaşlarıyla birlikte hayatınızın aşkını bulup "betona gömülüp aşkınızı ölümsüzleştirmece" oynamak istiyorsunuz. Herkesin kesinlikle izlemesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum.

-Cap ou pas cap?
-Cap!!

Sophie Kowalski: Tell me that you love me first because I'm afraid that if I tell you first, you'll think I'm playing the game.

Ayrıca bu filmi seviyorsanız Lovers of The Arctic Circle'ı mutlaka izleyin. Benzer bir konunun çok daha gerçekçi ve pesimist bir bakış açışıyla anlatıldığı bir İspanyol filmi. "Destiny Cannot Be Denied".

Thursday 22 November 2007

riding horses

"Thursday night, everything's fine, except you've got that look in your eye.."

Thursday night, I feel so uneasy, and restless. 5 years of waiting and calling out for you. If you're out there, now is the time. Come out.

Hey here I am
Out of hiding
Would you like to be my friend?
I think I like you
I think I like you
Yes

Maybe we could talk about music
And Georgie's crumbs
I think I like you
And not just for what you do
Or for what you say
Or for what you were to somebody
Not for what you did
Or for what you may
For me

Wednesday 21 November 2007

your bruise

Aşağıdaki yazı sözlükten alınmış olup parantez içindeki yorumlar bana aittir.

"incinmişliği belli etmemek için kasmak (çok başarılı tespit #1) ve aslında bu kasışın bir işe yaramadığının(çok başarılı tespit #2) da bilincinde olduğunu anlatan, yaralı insan evlatlarında ayrı bir iz bırakabilecek (başarılı tespit #3) something about airplanes albümünden, death cab for cutie şarkısı. sözleri de şöyle:

it's a backwards attraction to your forward eyes
but you're so far-sighted that you can't place trust
(hep kötü şeyler olmasını beklemek, "nasıl olsa beni terk edicek ve kalbim kırılıcak" mantığıyla hoşlandığı kişileri kendinden uzaklaştırmak ya da kusursuzu aradığı için bütün ilişki fırsatlarından kaçmak da dahil mi buna?)
in what or who you recognize

i think your bruise was understated,
(evet gayet understated, ben bile fark etmemiştim bu kadar kırılmış olduğumu)
'cause you can't feel this anymore
(ama o kadar hissetmek istiyorum ki, bilemezsin death cab. aşık olmak istiyorum çok çok çok)
it's getting bluer and you can't keep faking
that you can't feel this anymore"

Somebody cure my bruise!! Bi de Death Cab yasaklansın.

Tuesday 20 November 2007

we don't care about the young folks

Sıkıntı sonucu başlamış bulunduğum quiz maratonumdan birkaç sonucu paylaşmasam olmazdı.

How Evil Are You?

Aşağıda da gördüğünüz gibi "I'm so evil, it's scary" imiş. Evet, biraz sinirlenebiliyorum bazen. Haksızlığa uğradığımda intikam planları da yapıyor olabilirim belki, :rolleyes: . Ama o kadar da evil değilim, değil mi? Aslında çok sevgi doluyum. Sadece sevgimi paylaşacak fırsat çıkmıyor pek karşıma, ondan öyle.



What the Hell is Wrong With Me?

"I'm too smart for my own good.". Zekamla ilgili ukala yorumlarda bulunmak istemiyor olsam da, herşeyi ve herkesi fazla analiz ediyor olmam hayatımda problemlere yol açıyor, evet.



What Kind of Ex Are You?

Invisible ex oluyormuşum. Evet, birinden kötü şekilde ayrıldıysam üzüntü ve öfke aşamalarını atlattıktan sonra o kişiyi ve ilişkiyi tamamen hayatımdan silip, gördüğümde tanımıyormuş gibi yapıyorum bazen. Hatta aramız düzelene ve normal bir arkadaşlık ilişkisine geri dönebilene kadar hep öyle yapıyorum.



Kafamda Young Folks ve çok tatlı sözleri:

i can tell there's something goin' on
hours seems to disappear
everyone is leaving i'm still with you

it doesn't matter what we do
where we are going to
we can stick around and see this night through

Monday 19 November 2007

the no seatbelt song

Konak'ta yürüyorduk. Orada ne işimiz vardı bilmiyorum, hiç sevmezdim orayı. Üstgeçitin altından geçiyorduk tam. "3 saat 20 dakikamız var" dedin. Seninleyken hep bir acele, bir huzursuzluk olurdu, hep kısıtlıydı zaman. Çocuğu gördüm o sırada. Geçidin altındaki duvara dayanmış duruyordu. Tam o sırada kafasını kaldırdı, bana baktı. Bakışlarından tanıdım onu. Bana baktığında her zaman sadece ikimizin bileceği bir sırrı paylaşıyormuş gibi hissettirir, başını hafifçe yana eğer, sonra gülümserdi bana "Asla anlamayacaklar" der gibi. Dünyada seni tek başına bırakıp yanına gitmeme neden olabilecek tek insan. En zayıf noktam. Onu yıllardır görmemiştim. Oldukça değişmişti. Ölmek insanın dış görünüşünü değiştiriyor olmalı. Yanına gittim, birşey söylemedi, ama ben zaten anlamıştım. Başımla onu onayladım, elini tuttum, sahilden Alsancak'a doğru yürümeye başladık. "Neden geldin?" diye sordum ona. "Pişman olmana dayanamazdım daha fazla, artık hayatına devam etmen lazım" diye cevap verdi. Evet, çok pişmandım. Yıllardır zamanı geri çevirebilmeyi istemiştim, o günden beri içimde tutmamıştım hiçbirşeyi, hiçbir duygumu saklamamıştım. Söz vermiştim kendime, içimden gelen herşeyi düşünmeden yapacaktım sonuçlarını düşünmeden, insanlara onları sevdiğimi, istediğimi, onlardan hoşlandığımı, nefret ettiğimi, onlara ihtiyacım olduğunu, kızdığımı, ne olursa olsun içimde tutmadan söyleyecektim. Sonuna kadar tuttum bu sözümü yıllar boyunca. Üzüldüm çoğu zaman. Yine de devam ettim. Ama en büyük pişmanlığım hep o olmuştu. Hayatta içimden gelenleri en bilmesi gereken insan, hiç bir zaman bilmemişti. Saatlerce anlattım ona. Herşeyi söyledim. Sadece elimi tuttu. Bitmişti sonunda, hepsi gitmişti içimden. "Son Bostanlı vapuruna yetişmem lazım benim" dedim. Sarıldık. "Hoşçakal İpekçim" diye fısıldadı. İpekçim lafını bir daha kimseden duymayacağımı biliyordum o gün. Ama çok mutluydum. Aradığım huzuru sonunda bulmuştum.

"i'm here for you to use, broken and bruised, do you understand?
it's only you, beautiful
i don't want anyone
if i can choose, it's only you"

i no longer hear the music

Eğer bir şarkının sözleri o anki ruh halime çok uyuyorsa, sözlerine bakmadan dinleyemem o şarkıyı. İşte o yüzden The Libertines-Music When The Lights Go Out çalarken sözlüğü açmıştım. Sonra nickini gördüm sol frame'de. Eğer birinin başlığına gün içinde 20-30dan fazla entry girilmişse, kötü birşey olmuştur genelde. "Yoksa..? Hayır ya, sanmam" düşüncesi kafamdan bir saniyeden kısa bir sürede hızla geçerken sayfa açıldı. Öldüğünü öğrendim. Yakından tanımadığım, sadece yıllar önce sözlük'te 2-3 kere mesajlaşmış olduğum bir insanın artık ölü olduğunu bilmek ne kadar da acayip bir hismiş meğer. Adını bile bilmiyordum. Daha önce 2 kere denediğini, senin de benim gibi İstanbul'a taşınan bir İzmirli olduğunu, belki kimi zamanlar Acıbadem'de sokakta yanımdan geçiyor olduğunu, yine benim gibi alkol sorunları yaşadığını, adının Ayça olduğunu bilmiyordum; dün gece sen 3. denemende sonunda amacına ulaşana kadar. Vapurda sigara içmek için arka tarafa gitmişsin, telefonla konuşuyor ve ağlıyormuşsun; ben de hep öyle yapardım Alsancak-Karşıyaka vapurunda gece eve dönerken. Mutsuz şarkılar dinler, saçma salak dertlerimi inadına büyütür, platonik aşklarım için ağlardım. Sonra eve gider, bütün gece ağlaya ağlaya içerdim Msn başında. Keşke sen de öyle yapsaymışsın. Çantanı ve iPod'unu yere bırakıp denize atmasaymışsın kendini keşke. Kiminle neler konuştun o son telefon görüşmende, neden hiç kimse atlayıp seni kurtarmadı, ya da bu kadar dayanılmaz hale gelen neydi bilmiyorum. Belki bilseydim, sana sözlük'te "yazdığını beğendim"'den başka şeyler söylerdim zamanında. Yapmadığım için, hiç kimse yapmadığı için gerçekten çok üzgünüm. Umarım kaçtığın şey peşini bırakmıştır sonunda.

is it cruel or kind
not to speak my mind
and to lie to you
rather than hurt you?
well, i'll confess all of my sins
after several large gins,
but still i'll hide from you
and hide what's inside from you

and alarm bells ring
when you say your heart still sings
when you're with me
oh won't you please forgive me

i no longer hear the music
oh no no no no no

and all the memories of the pubs and the clubs
and the drugs and the tubs
we shared together
will stay with me forever

but all the highs and the lows
and the tos and the fros
they left me dizzy
oh won't you please forgive me

but i no longer hear the music
oh no no no no no

well i no longer hear the music when the lights go out
love goes cold in the shades of doubt
the strange face in my mind is all too clear
music when the lights come on
the girl i thought i knew has gone
and with her my heart it disappeared

i no longer hear the music

Sunday 18 November 2007

are you the one?

"It's only just a crush, it'll go away
It's just like all the others it'll go away"
Or maybe this is danger and he just don't know
You pray it all away but it continues to grow

Then he walked up and told her, thinking maybe it'd pass
And they talked and looked away a lot, doing the dance
Her hand brushed up against his, she left it there
Told him how she felt and then they locked in a stare

They took a step back, thought about it, what should they do?
Cause there's always repercussions when you're dating in school
But their lips met, and reservations started to pass
Whether this was just an evening or a thing that would last

Either way he wanted her and this was bad
Wanted to do things to her, it was making him crazy
Now a little crush turned into a like
And now he wants to grab her by the hair and tell her

"I want to hold you close
Skin pressed against me tight
Lie still, and close your eyes girl
So lovely, it feels so right

I want to hold you close
Soft breasts, beating heart
As I whisper in your ear
I wanna fucking tear you apart"

spoilt rich boys

Sanırım kusursuz erkek tipimi yaratmamı isteselerdi, aynen aşağıdaki gibi olurdu. Oha'dan başka yorumda bulunamıyorum James için.

Evet, tabii ki gay.
Neden öte yakışıklı olan bütün erkekler ya one night stand defteri tutan garip varlıklar ya da gay oluyorlar? Neden Seth Cohen gibi Spiderman maskesi takıp kız arkadaşlarını yağmurun altında öpmüyorlar ya da kavga edince Boyz II Men dinleyip yorganın altında ağlamıyorlar? Neden yengeç burcuyum? Neden gece gece oturup böyle şeyleri irdeleme zorunluluğu hissediyorum?
Note to self: KABULLEN ARTIK İPEKÇİM.

Friday 16 November 2007

Love-aholics Anonymous

Sevgi bağımlılığı, tüm kötü alışkanlık ve bağımlılıklar arasında en tehlikeli olanıdır. En çok tercih edilen uyuşturucu olan sevginin pek sevgili bağımlıları, alkol ya da uyuşturucunun aksine bağımlı olduklarının farkına bile varmazlar çoğu zaman. İşte en dandik kısmı budur sevgili okuyucular. Peki o zaman sevgi bağımlısı olduğumuzu nasıl anlayacağız? Bu konuda ne yapmamız gerekiyor?

Sevgi bağımlısı olduğunuz ihtimali üzerinde duruyorsanız, önce ne çeşit bir bağımlı olduğunuza karar vermelisiniz.
Bağımlı sevgi bağımlıları: Adı her ne kadar garip olsa da, bağımlı kişilik bozukluğuna yatkın insanları kapsayan gruptur bu. Bu kişiler, herhangi bir insana bağımlı olmadan hayatlarını sürdüremezler. Birini seçer ve onu hayatlarının en önemli nesnesi haline getirirler. Karşılığında onlara bok gibi davranıyor olsa bile o kişiyi mutlu etmeye çalışıp dururlarsa, terk edilmeyeceklerine inanırlar.
Takıntılı sevgi bağımlıları: Anlaşıldığı üzere obsesif kişiliklerdir. Takıntılarının nesnesi haline getirdikleri kişi ne kadar bencil/soğuk/sevgisiz/birlikte olması imkansız/dengesiz/bağlanmaktan korkan/ruh hastası olursa olsun, yine de peşini bırakamazlar.

Kaçanı kovalama bağımlıları: Duygularına karşılık vermeyen kişileri takıntı haline getiren gruptur. Normalde büyük ihtimalle ilgi bile duymayacakları, ya da sadece hoşlanıyor olacakları bir kişi onlara karşı ilgisiz olduğunda; onu gözlerinde büyütür ve aşık olduklarını zannederler. Bunu karşılarındakine belli edebilir ya da sessizce çaktırmadan acı çekebilirler. Bol bol hayal kurarlar, gerçeği hoşlarına gidecek şekilde manipüle edip sevildiklerine bile kendilerini inandırırlar bazen.
Bağlanma özürlü bağımlılar: Bunlar tüm sevgi bağımlıları içinde bağımlı olduğuna dair en ufak bir fikri bile olmayan tek gruptur. O kadar duygusuz görünürler ki, bu bağımlılıkları dışarıdan da fark edilmez. Birlikte oldukları kişiyi kendilerine fazla yaklaştırdıklarını düşündüklerinde ya da ilişki ciddiye binmeye başladığında öyle bir korku duyarlar ki, ilişkiyi en kısa zamanda sabote edip hızla kaçmaya ihtiyaç duyarlar. Aslında sevilme bağımlısı olup neden böyle ters bir davranış benimsediklerini henüz İsviçreli bilimadamları bile anlayabilmiş değildir.
Romantizm bağımlıları: Bu kişiler tek değil, aynı anda birden fazla kişiye bağımlıdırlar. Bağımlılıkları kişiye değil, o kişiye aşık olmanın verdiği hisse yöneliktir. İlişkileri genellikle kısa süreli (hatta tek günlük) ve yüzeyseldir. Buna rağmen yine de partnerlerine bağlanırlar ve ona önem verirler. Birden fazla kişiye aynı anda parça parça aşık olmak şeklinde özetlenebilen bir durumdur. Tek bir kişiye tümüyle bağlanmaktan kaçınma amacı taşır.

Sizin de tahmin etmiş olabileceğiniz gibi sevgi bağımlıları genelde birbirlerini bulur ve birlikte olurlar. Bu bağımlılık konusunda neler yapılabileceği konusunda ise malesef bugüne kadar herhangi bir sonuca ulaşılamamıştır. Yani kısacası bilmiyorum ne yapmanız gerektiğini, kendinizi olduğunuz gibi kabullenip öyle yaşayıp gideceksiniz artık, daha çok ağlayıp üzüleceksiniz yani sevgili sevgi bağımlısı okuyucular. Hadi şimdi gidin.

Wednesday 14 November 2007

i wear my sunglasses at night

It's what I do best. I obsess over people. I'm an obsessor. An obsessive person. Whatever you wanna call me. I have this habit. I collect people. I'm a collector. In a crowd of people, I spot the ones who have the spark. I feel that spark, and I go after him. I let him in. I let him grow in me. He becomes everything. He becomes my latest obsession. Then comes the moment when he realizes and freaks out. He runs away and I'm not willing to chase after him. It ends before it even begins. I mourn his loss and I'm out hunting again, for another Saturday night love. I drink myself dry and go out. I walk into the crowd and I feel the spark once again. He's somewhere in the crowd.

It's not good for me. But I don't wanna lose it either. After all, it's what I do best.

Monday 12 November 2007

come and fly away with me tonight

Sabah 8de uyumak moral bozucu birşey. Uyurken havanın aydınlanmış olması, daha doğrusu.
Bundan daha moral bozucu olan tek şey ise, uyandığımda havanın çoktan kararmış olması. Son günlerde 8de uyuyup akşam 6da uyanmak gibi bir rutini benimsedim. Normale döndürmek istiyorum, fakat başaramıyorum.

My Brightest Diamond dinliyorum hep bugünlerde. Çok hüzünlü ama huzurlu geliyor aynı zamanda.

Why does it hurt more to recall your good side
I always went to you for advice
You were a wise one then
When I think about you in that time
It's harder to hate you then

But sometimes I want to hate you as the bad guy
But I want you the good and the bad guy

Friday 9 November 2007

crashing the party with Lo-Fi-FNK

Çok fazla mutluyum bugün. O kadar heyecanlıyım ki midem sıkışıyor, yerimde duramıyorum, böyle bir acayip oldum. 7 saat sonra konser.

Boylife. Being young for too long. Citylife.
"So come on boy, just take us home to the city, that's where we belong."
Seriously. It's Lo-Fi-FNK you guyss!!!!!!!

Thursday 8 November 2007

i dig music

The only true currency in this bankrupt world is what you share with someone else when you're uncool.

It's the only thing that counts. Why live if you're never gonna make a difference in anyone's life?

Wednesday 7 November 2007

computer camp love

Computer camp love. Computer heat love. Online romance. Falling for someone's words and thoughts. Is it for real? Hell yes, it's way more hardcore than the real-life version.

-i ran into her on computer camp, was 1984, not sure. i had my commodore 64, had to score.
-not with a dirty tramp
-she’s not a tramp, her name is judy.
-that’s a nice name.
-yeah she’s a nice girl.
-tell me more, was it love at first sight?
-that’s right, this was god giving grace with a face you could praise.
-tell me more, did you put up a fight?
-i don't think so..

Sunday 4 November 2007

uyku-uyanıklık arası düşünceler 3

24 Ocak 2003. Alsancak. Kıbrıs Şehitleri. 1448 Sokak. Merdivenler. Karanlık. Kış. 3 şişe. Köpeköldüren. 4 kişi. L&M. 3 kişi daha. Kavga. Korku. Tekrar 4 kişi. Minoset. Daha fazla köpeköldüren. Taksi. Yanındayım. Karamel. Polo Sport kokusu. Fuar. 26 Ağustos Kapısı. Konser. Tek başıma. Bekliyorum.

Ruh eşim geldi sonra. İçerdeyken onunla karşılıklı oturup yerde, alınlarımızı birbirimizinkine dayamıştık. Dakikalarca durmuştuk birbirimizin ensesini, saçlarını okşayarak. Birkaç saat sonra, dışardaydım. Herkes gitmişti. Ağlıyordum. Ruh eşim geldi sonra. "Neden ağlıyorsun?" dedi. "Herkes gitti, tek başıma kaldım onun için" dedim. "Ama saat gece 1 oldu, gitmek zorundaydılar İpekçim" dedi bana. Ayağa kalktı, elini uzattı, tuttum. Yürüdük bir süre. Arka Sokak'ın ordaki merdivenlerin önünde durduk. Siyah saçlı bir kız ve kumral bir çocuk oturuyorlardı. Çocuk kızın ağzından bir poşet toz Nescafe ikisi bir arada döküp ona bir şişe su uzattı. Kız suyu içti, Nescafelerin bir kısmı üstüne döküldü. Ağlamış gibiydi. Pişmanlıkla ve sahip olamamışlıkla baktı çocuğun yüzüne. Çocuk o bakışları hiç görmedi. Yıllar sonra o an, ikisinin de geri dönebilmeyi deli gibi dileyecekleri anlardan biri olacaktı.

Ruh eşime döndüm. Pişmanlıkla ve sahip olamamışlıkla baktım yüzüne. "Onlara söylememiz lazım" dedim, "Söylemezsek hiç bir zaman bilemeyecekler". "Hadi İpekçim" dedi ruh eşim, "evine bırakayım seni". İstemeden uzaklaştık. Kız ve çocuk hiç bilmediler.

come out upon my seas,
cursed missed opportunities

you are my home, where i wanted to go
and nothing else compares

Saturday 3 November 2007

siyah

Pazartesi günkü TKL sınavım için bir kitap okumam gerekiyor. Cumartesi Yalnızlığı. Cumartesi ve yalnızken okumak istemiyorum öyle bir kitap. Uzun zamandır okumuyorum ki "öyle kitap"lar. Düşünmeme neden olan, içime ağırlık veren kitaplar. Eskiden çok okurdum. Haftada 3-4 tane. Bir kitap vardı, çok eskiden. Lise 1deydim sanırım okuduğumda, ya da orta son. Hayatım boyunca beni o kadar sarsan başka hiç bir kitap olmadı. Kitaba başlamış, başladığım gün bitirmiştim. Kendime gelemediğimi hatırlıyorum uzun süre. Kitabın ilk öyküsünün "Hiç kimseye..." diye başlayan ilk cümlesi, Kinyas ve Kayra'yı Hayatımı Değiştiren Kitap listesinde 2. sıraya itmeme yetmişti. O kitabı, o zamanları hatırladım. Tekrar okumak istedim birden kitabı. Ekşi sözlüğü açtım, kitabın başlığına yazdığım entry'e baktım. 3 yıl geçmişti üstünden. Yazarın başlığına baktım sonra. Öldüğünü yazmışlardı. Tam benim o entry'i yazmamdan 5 gün önce ölmüştü. Birden kendimi çok boktan hissettim. Onu hiç tanımıyordum, ama yine de onun için ağladım. Nedensiz bir şekilde hayatımdan birşeylerin eksildiğini hissediyorum.

"ben bu hikayeleri, yoksulluğun ve umutsuzluğun hayatıma yalın kılıç daldığı günlerde yazdım...
her şey ile hiçbir şey arasındaki farksızlığı anladığım, kendime sığındığım, aya bakmaktan korktuğum, zamanı unuttuğum, saçlarıma düğümler atıp dilimde kor demirler söndürdüğüm günlerde...

bu hikayeleri yazdığım günlerde kedim dişi bir kedi bulabileceğini, kuşum kafesini açık unuttuğumu, sevgilim bu kitapta hiç aşk hikayesi yazmadığımı sandığı için beni terk etti...

oysa kedim kısırlaştırıldığını, kuşum zaten hiç kafesi olmadığını, sevgilimse aşkın sadece yaşanabileceğini bilmiyordu...

senin iz sürmeyi sevdiğini düşünüyorum, bu yüzden bütün bir kitabın içine gizlediğim son hikayeyi bulabilmem için sana her hikayede küçük bir ipucu bıraktım. şimdi yıldızsız, haritasız, pusulasız ve rotasızsın...

gizli hikayeyi, öbür hikayelerdeki ipuçlarını birleştirerek yakaladığında, bunu sakın kimseye söyleme...

bu, seninle aramızda küçük bir sır olarak kalsın."

i fought the war but the war won

At home on a Saturday night for the second time in a row. I hate living alone. I wish I lived with my parents. I'm a little worried about myself. Staying home all weekend watching CSI and bidding on ebay makes me feel a little mental. Well, a little up and down maybe. Went to the Datarock show last night. I was on the front row and having fun until the primitive beings behind me started to get on my nerves. It sucks when adults act like 5-year-olds. It was so annoying that after 10 minutes of seeing Datarock live, I had to leave Babylon before I punched the brains out of those punks (if they had any, that is). I'm really glad the Lo-Fi-FNK gig is at Santralistanbul.

Yesterday I finally bought the Topshop shoes that I had ordered, and guess what, they didn't fit. And they were my usual Topshop size. Now I have to walk all the way back to Topshop and return them. I should have stayed in bed yesterday.

Political Behaviour and Turkish Language mid-terms on Monday.

Registered for TOEFL. As if I actually needed it.

Gonna meet an education consultant on Friday and apply to Universteit Twente.

I really, really need something to excite me. Amaze me, excite me, inspire me, or at least catch my attention. I want something to challenge me. I want to obsess about something. I WANT MY OBSESSION BACK.

Note to self: Ritalin abuse is bad.

Tuesday 30 October 2007

starbucks makes life worth living

Evde sıkıntıdan ölmüş bir halde otururken, ve boğazımın ağrısından zor yutkunuyorken, kapıyı açtığımda bir Starbucks poşeti içinde en sevdiğim kahve ve tatlıyı bulmak, hayatımda yaşadığım en garip anlardan biriydi. Eğer bir çizgi film karakteri olsaydım, o an gözlerimde kalpler yanıp sönmeye başlardı sanırım. Bu hayatım boyunca bir insanın benim için yaptığı en güzel şeydi. Teşekkür ederim. Seni çok seviyorum gerçekten.

Monday 29 October 2007

what's free is yours

So maybe this is what it's like to not remember what it's like not having you around. And I don't believe you'd be here if you could, but then again you never said you would. I make up promises you never made to waste space and time, and make like I'm doing fine, make like I'm having a fun time. Cut off my heart so I feel nothing, so I can't get hurt, so I won't care anymore. I'll be fine if I never feel a thing again. I'll be even better, I'll be all the better then & only then. Come and take away my want, it doesn't matter what I want. I hear lobotomies are free these days. I doubt now your gestures are sincere, you goddamn piece of shit broken mirror. I don't know what I want or what I've got.

What's free is yours, I don't care if you break my heart.

Nasıl Cool Kid Olunur

Bugün sizlerle çok önemli bir konuyu paylaşacağız. Burada az sonra okuyacağınız şeyler hayatınızı değiştirebilir. Belki de dünyayı bile ele geçirebilirsiniz.

Evet sevgili okuyucular, bugün hep birlikte "Nasıl cool kid olunur?" konusunu irdeleyeceğiz. Cool kid nedir, ne yer, ne içer? Cool kid olmak için hangi özelliklere sahip olmalısınız? Herkes cool kid olabilir mi? İşte bütün bu sorularınıza cevap arayacağız hep birlikte.

1) Cool kid olmanın en önemli yolu cool kid gibi görünmekten geçer. Bunun için cool olduğunu düşündüğünüz -ve mümkünse insanların da cool olduğunu düşündüğü- birini seçmeli ve her yönden ona benzemelisiniz. Onun gibi giyinmeli, onun gibi davranmalı ve onun gibi konuşmalısınız. Saçınızı, başınızı, giyim tarzınızı, cinsel tercihinizi, okuldaki not ortalamanızı, müzik zevkinizi ve hobilerinizi seçmiş olduğunuz cool kid'inkilere ne kadar çok benzetirseniz, cool kid olmaya o kadar çok yaklaşmış olacaksınız.

2) Etrafınızda size olabildiğince hayran olan müritleriniz olmadan asla bir cool kid olamazsınız. Cool kid'in esas oğlan olabilmesi için, her zaman başını çektiği bir ordusu olmalıdır. Her zaman bir cool kid olmak istemiş ancak olamamış ne kadar çok insan varsa hepsini çevrenize toplayın. Hizmet edecek yeni bir kraliçe arı arayışı içerisinde olan bu cool-kid-wannabe-arılar, zaten içgüdüleri gereği sizin kıçınızdan ayrılmayacak, her yaptığınızı taklit edeceklerdir. Bir diğer önemli nokta ise, grubunuzun her üyesinin mümkünse cümle sonundaki nokta sıklığında kullandığı size özel kelimeler bulmaktır. Bu kelimeler arasında İngilizce olanları, özellikle de internet ortamlarında Türkçe okunuşu gibi yazılanları makbuldür. Hiç olmadı, anlamsız birkaç sözcük bulun. İnsanların hiç kullanmadığı bu kelimeyi sadece siz kullanırken, ne kadar cool ve ayrıcalıklı olduğunuzun farkına varacaksınız.

3) Internet ortamlarındaki varlığınızı tamamen dozunda tutmalısınız. İşte aşağıda çeşitli internet siteleri ve bir cool kid'in bu siteler hakkında sahip olması gereken fikirler:

80630: "80bin" şeklinde kısaltacağınız bu siteye yıllar önce üyeydiniz, ancak sonradan bozduğu için accountunuzu sildiniz.

Alternatip: Mümkün olan her ortamda Alternatip'e bok atmalısınız. Üyeyseniz de, değilseniz de bok atın. Eğer üyeyseniz, zaten hala üye olmanızın tek amacı forumlardaki salak insanlara laf sokup eğlenmek. Bir cool kid'in nasıl laf sokması gerektiğine daha sonra değineceğiz.

Sosyomat: Eskiden üyeydiniz ancak daha sonra üyeliğinizi sildiniz. Etiket denen olay size saçma geliyor, çünkü siz kendinize etiket yapıştırmayacak kadar coolsunuz.

Myspace: Mutlaka bir myspace accountunuz olmalı. Mümkünse sayfanız private olmalı. Hatta en iyisi, profilinizde comment, top friends list vs hiçbirşey gözükmemeli. Tanımadığınız insanları eklemeye tabii ki tenezzül bile etmeyeceksiniz. Ne de olsa sizin yeni insanlarla tanışmaya ihtiyacınız yok. Ayrıca, arada bir cool kid repliklerinden oluşan bulletinler atmalısınız.

Facebook: Mürit sayınızı arttırmanız için benzersiz bir fırsat. Hiçbir application eklememeli, sayfanızı mümkün olduğu kadar boş tutmalısınız. Fotoğraf en fazla 2 tane ekleyin, bırakın minik arıcıklarınız ekledikleri fotoğraflarda sizi tag'lesinler.

4) Müzikle uğraşmalısınız. Eğer hiçbirşeye yeteneğiniz yoksa, yükleyin bir program, 2 tane ıptıs ıptıs'ı arka arkaya eklemek suretiyle bir şarkı yaratın. Şarkılarınız mümkün olduğunca karmaşık ve deneysel olmalı. Böylece yeteneksiz olduğunuzu iddia eden kendini bilmezlere "Sen ne anlarsın ki" tepkisi verebilir, rezil olmaktan kurtulabilirsiniz. Myspace, Last Fm gibi sitelerden yararlanarak kimsenin bilmediği, Amerika'nın bilmemne köyünden gelmiş gruplar ya da Fransa'nın falanfilan banliyösünden çıkmış DJ'ler bulun ve bunları kendi keşfiniz ilan edin.

5) En önemli konulardan biri ise egonuzun boyutu. Bütün komplekslerinizi, ezikliklerinizi, bir baltaya sap olamamışlıklarınızı toplayın, karıştırın ve kocaman bir ego haline getirin. Ne kadar egoist, narsisist ve ukala görünürseniz, o kadar iyi. Başını çektiğiniz grubunuzla zamanınızın çoğunu, grubunuza ait olmayan insanlar hakkında dedikodu yaparak geçirin. Şehir, ülke hatta galaksi sınırları içerisinde olup biten her türlü olay sizi ilgilendirmeli. Açığını yakaladığınız bir insanı yerden yere vurmaktan hiç çekinmeyin. Mümkünse cool kid mekanı bir yer bulun, stratejik konumu en iyi olan masaya oturun ve önünüzden geçen herkesin arkasından konuşun. Sizden biri olmayan herkese gıcık davranın, hepsini aşağılayın. Cool kid öncesi döneminizi herkesin hafızasından silebilmenizin en iyi yolu budur.

6) Duygusuz görünmek için elinizden geleni yapın. Hiçbir ilişkiniz 1 haftadan uzun sürmesin. Bağlanmayın, bağlandırtmayın. Yakınlık ya da sevgi göstermeye cüret eden olursa, olabildiğince kalbini kırıp kaçın. Bilgisayarınızda masaüstünüzde skorlarınızı yazdığınız bir dosya bulundurun. Hatta her skorunuz ile ilgili fotoğraflı, ayrıntılı bir klasör bulundurmanız daha da makbul.

7) Cool kid gibi konuşun. Msn listenizdeki hiç kimseye çok önemli bir işiniz düşmedikçe ya da çıkarınız olmadıkça asla ilk mesajı atmayın. Konuşmalarınız her zaman kısa ve öz olmalı. Asla ilk mesajı atmadığınız gibi, son mesajı da atmamalısınız. Asla attığınız bir mesaja cevap vermeyen insanları listenizde bulundurmayın, cool kid puanınız zedelenir. Haha, doğrudur, okay, whatever, hm, orrayt, peki, ee?, hadi ya, ne mutlu sana, ilginç, iyiymiş, afferim, ne güzel gibi cevaplar vererek karşınızdakinde "anlattığını takmıyorum" izlenimi yaratın. Kimseyi aramayın, birini görmek için yanıp tutuşsanız bile buluşmayı siz teklif etmeyin. Msn'den çıkarken karşınızdaki ne kadar sıcak bir şekilde hoşçakal/öptüm temalı mesaj yollarsa yollasın, her zaman "bye, ciao, siyu, bay" gibi tek kelimeli cevaplar verin.

Saturday 27 October 2007

a cause des garçons

Herkes sıkılıyor. Anlayamadığım bir şekilde son birkaç haftadır herkes, sürekli olarak sıkılıyor. Sıkılmayabilmek istiyorum. Sabah 6'da yatıp akşama kadar uyumak istemiyorum. Canımın yapmayı isteyeceği birşey, gitmek isteyeceği bir yer bulabilmek istiyorum. Hiç dışarı çıkmadan bütün gün yatağımda tv ve laptopımla takılmak istiyorum. Zombi gibi dolanmak istemiyorum. Heyecan duymak istiyorum.

Sıkılarak ölmek mümkün mü? Belki de hepimizin sıkılıyor olmamızın nedeni budur. Belki de dünyanın sonu yaklaşıyordur ve hepimiz sıkıntıdan öldükten sonra yeni bir yaşam formu başlayacaktır dünyada. Belki bu yüzden sıkılmamız gerekiyordur.

Thursday 25 October 2007

noone ever knows anyone else, ever.

Rules of Attraction belki de, dünyada yapılmış en süper filmdir. Belki de hayatın anlamı bile olabilir. "I've written you this last letter because I know I'll never have you. I stood in a corner and watched you go off with her. She's so beneath you. You probably did it just to hurt me. Well, it worked. You hurt me, and now there's nothing else I can do. There won't be any more notes. It's the last call. " Ve kız intihar eder. Adını bile bilmediğimiz kız. İşin en dandik tarafı da kızın Sean için intihar etmesi ve Sean'ın kızın varlığından bile haberdar olmamasıdır. Tanıdık geliyor mu acaba?

This is the last call. Bundan sonra uğraşmayacağım. Herkes ne istiyorsa onu olsun, cool kid/ukala insan/takmayan çocuk/whatever. Bana uzak allaha yakın sonuçta hepsi.

Brand New-The No Seatbelt Song

Wednesday 24 October 2007

i can't help but ask, "what if?"

i just think that we'd get on
i wish i could tell you face to face
instead of singing this stupid song
but yeah i just think that we might get on

so i went to that party
everyone they were kind of arty
and i was wearing this dress
'cause i wanted to impress
but i wasn't sure if i looked my best
'cause i was so nervous
but i carried on regardless
strutting through each room
trying to find you

and when i saw you kissing that girl
my heart, it shattered
and my eyes, they watered
and when i tried to speak i stuttered

and my friends were like "whatever,
you'll find someone better,
his eyes are way too close together
and we never even liked him from the start.
and now he's with that tart,
i heard she'd done some really nasty stuff
down in the park with michael.
he said she's easy
and if your guy's with someone that sleazy
then he ain't worth your time
cause you deserve a real nice guy"

so i proceeded to get drunk and to cry
and i locked myself in the toilet for the entire night

saturday night, i watched channel 5
i particularly liked csi
i don't ever dream about you and me
i don't ever make up stuff about us
that would be classed as insanity

i don't ever drive by your house to see if you're in
i don't even have an opinion on that tramp
that you are still seeing

i don't know your timetable
i don't know your face by heart
but i must admit that there is a part that still thinks
that we might get on
that we could get on

that we should get on..


Evet, seviyorum bu şarkıyı. Platonik, obsesif karakterime eşlik edebilmesini seviyorum. Sakin olmasını seviyorum. Bold ile yazdığım kısımlardaki "seni unuttum, artık stalker modunda evinin önünden geçmiyorum, bana yolladığın şarkıları dinleyip ağlamıyorum bile, hatta bende unuttuğun tshirtündeki parfümünün kokusu geçince tekrar seni koklayabilmek için parfümünden bir şişe alıp o tshirte sıkmıyorum, o derece unuttum seni" derken kendini kandırıyor oluşunu seviyorum bu şarkının. Geçmiş ne kadar unutulsa bile, her zaman insanın içine "ya olsaydı?" diye saklı kalan ukteyi, yarım kalmışlık hissini seviyorum. O yarım kalmışlığın bir gün tamamlanabilme olasılığı, tamamlanmasından daha çok heyecan veriyor bana. Üzüyor da heyecan verdiği gibi. Ama yine de, Kate Nash-We Get On dinlerken aklıma gelen birisi olup ağlayabilmeyi seviyorum. O birisini olmadığı biriymiş gibi hayal edip, o da beni düşünüyormuş gibi hissetmeyi seviyorum.

Monday 22 October 2007

the gossip

Dün gece İstanbul'a geri döndüm. Ancak dönüşümle birlikte belki de 2007'nin en bomba dedikodusunu da getirdim.

Yeliz kapanmış. Evet, aynen öyle. Hatta çok klişe bir şaka gibi gelecek ama, İsveç'e taşındığından beri cemaat yurdunda ücretsiz kalabilmek için uçak İsveç'e indiği anda kapanıyormuş.

Sunday 21 October 2007

cool kid'ler ve attitude'larına

"Sikerler."

uyku-uyanıklık arası düşünceler 2

Elimi tuttun ve yürümeye başladık. Kilise Sokağı'na girdik, Kordon'a doğru yürümeye başladık. Güneş batıyordu. Kırmızı gökyüzü. İzmir'de ağustos sonu, saat 8'e doğru batardı güneş. Gökyüzü garip bir kırmızı olurdu Kordon'da. 13 yaşındaydım, 16 yaşındaydın sen. Kilise Sokağı'ndan geçişimiz sonsuza kadar sürmüştü sanki, saatlerce geçmiştik o sokaktan. 21 Şubat gibi. Deli gibi yağmur yağıyordu o gün. Aynı sokaktan geçiyorduk, göbeğim acıyordu. Sadece seni görebilmek için göbeğimi deldirmiştim az önce. Sadece yanında olmak için. Kordon'a çıktık. İzmir'de bizden başka hiç kimse yoktu o gün. Kırmızıydı gökyüzü. Hava çilekli sıcak çikolata kokuyordu. Elini tuttum ve yürüdüm. Kordon'da güneş batana kadar yürüdükten sonra bir eve girdik. Ve sonra bir odaya. "Uyu" dedin bana. Yattım. Uyuyacaktım, ne dersen tamamdı benim için. "Sarıl bana" dedim, "sen gidersen uyuyamam". Sarıldın bana, dakikalarca durduk öyle. Sarıldın bana, karamel rengi saçların yüzüme değiyordu. Uyku ve uyanıklık arasındaki o andaydım. Hayal meyal konuştuğunu duydum.
"Düğmesine basılanların yaşaması gerek." 5 yıl geçti. Hala düşünüyorum ne demek istediğini.
Uyumak üzereydim. Kapıya doğru yürüyordun sen. Ceketini giydin, kapıyı açtın. Gitmeden önce bana baktın. "Sevme beni" dedin, "istesen de kabul edemem". Duymadığımı sanıyordun ama ben duymuştum. Yine içimde o mide bulantısını hissettim. Sen kabul etmesen de seni zorla sevmeye karar vermem hayatımın sonraki 5 yılına sıçan şey olacaktı o gün bilmesem de. Senin gibi birini nasıl sevmeyebilirdim ki?

Friday 19 October 2007

uyku-uyanıklık arası düşünceler 1

Bana ait olmayan bir kanepede uyandım. Duvardaki siyah beyaz fotoğrafın üstündeki saat, 17.30'u gösteriyordu. Buluşmamıza 1 saat vardı. 18.00'e kadar aralıksız uyumuş olmak istemiştim. Cep telefonumu kapatmış, daha uyanalı birkaç saat olmasına rağmen uyumaya zorlamıştım kendimi. Düşünmemeye ihtiyacım vardı. Ev telefonundan ulaşılamamak için kendi evimde uyumamıştım üstelik. Bana ulaşamamalıydın. Arayıp gelmeyeceğini söylemeni duymak istemiyordum. Saat 18.00'e kadar bana ulaşmaman, midemdeki o iğrenç ağrıyı durdurabilmemin tek yoluydu.

Tam 6 ay öncesinde, kurduğum alarmın çalmasına gerek kalmadan aniden uyandım. Yatağımın yanındaki kırmızı gece lambasının kaloriferdeki girinti ve çıkıntıların üzerinde yarattığı desenler oldukça garip görünüyorlardı. Yerde duran discman'imi aldım ve dinlemeye başladım. Placebo'nun yeni albümü vardı içinde. Kırmızı ışık canımı sıkmıştı, yorganı kafamın üstüne çektim ve Taste In Men dinledim. Albüm bittiğinde ve yataktan çıktığımda ellerimin ne kadar çok titrediğini fark ettim. O salak titreme yüzünden, eyeliner'ımı sürerken hep kaydırdım. Kısacık siyah saçlarım, yağmurlu bir şubat gününün normalde olmayan mavimsi bir ton kattığı bembeyaz tenim, yamuk sürülmüş eyeliner'ım ve siyah ceketimle The Crow'daki bir figüran gibi hissediyordum kendimi. Siyah giymeliydim o gün. Öyle havalarda herkes siyah giymeliydi. Hiç o kadar ruhuma ağırlık yapan bir hava görmemiştim o güne kadar. Daha sonra sabah 6'da kalkıp dersaneye gitmek üzere 121 no'lu otobüsü beklediğim karanlık yağmurlu kış sabahları, bana o günü hatırlatacaktı hep. 21 Şubat 2002. Herşey değişmişti o gün. 14:10. 20 dakika içinde Alsancak'ta olmalıydım. Evden çıktım, asansöre bindim. Nefret ettiğim asansör müziği hiç sinirime dokunmadı o gün. Aynada kendime baktım. Midem bulanıyordu. Normal bir mide bulantısından çok, ağrıma-bulantı arası bir histi aslında. Yıllar içerisinde alışık hale geldiğim o hisle ilk kez tanışmıştım o an.

O an, hayatımda gerçekten tam anlamıyla heyecan duyduğum ilk andı.

Wednesday 17 October 2007

let me close to your heart

"It breaks my heart that we live this way. I know people need love.." It breaks my heart. Being this way breaks my heart. I wish I could reach you somehow, anyhow. I don't care how, I just need to feel for you. It was just one day, one evening we spent together, and it was all it took for me to realize.

I will get hurt. I will be alone all night, listen to songs that remind me of you, wish that somehow you'll feel me whispering to you the lyrics of those songs, hope you'll understand how I feel, ignore the fact that noone can *ever* understand any other person, drink myself dry to fuck the pain away and cry myself to sleep while I keep re-living the sweet nothings you told me. I know those moments will never come back. The most important moments in life, are the ones that just happen in that particular time with that particular person, for just one time. For once in a lifetime, that person opens up to you the inner depths of their souls, their pain, their yearnings, their wishes, a one-day-trial of their hearts. Somehow, for no reason, you feel that it's just the magic of that moment that will never return. I know I have to just cherish that moment, but I can't. It's sad to know it's as far as it gets. A friend once told me that in those moments, we were stuck in time, and in some other kind of dimension of time, we kept living that moment forever until the end of time. I believe him and that makes me wonder. It makes me long for the past. The people I've loved, the people I've cared about, the people who have touched my soul and then left, the people I've lost, the present that I hate right now which will soon become memories that I miss. I do miss you. I want you to let me close.

This, probably is the most important (ayrıca dikkate almanıza değen tek şey) that I'll ever write in this blog.

--to do list:

Cherish the memories and hang onto them for they'll never come back. This particular moment, even though you hate it, will never come back.

Take the risk of getting hurt and love someone. Most importantly, tell them you love them.

Don't build up fake-egos/self esteem/confidence to prevent getting hurt. Reveal yourself. What could you possibly lose? "Becoming Zero" or pretending you don't give a fuck or trying not to care doesn't help anything in the end.

Love, lose, get hurt, and get depressed. Nothing you'll ever get to experience in life is in vain.

You can be popular. You can get invited to parties.You might even be the coolest person ever. None of it matters. It was once told that "the only thing you'll ever learn is to love and be loved in return". It might sound like some stupid line, you might be laughing your ass off right now thinking about how a stupid and sentimental person I am. But you're still reading my blog. As long as you're reading my blog, this is my territory and I, the loveable owner of this blog, am telling you to FUCKING LOVE, PEOPLE.

If you even have the slightest doubt about where you are in life, consider what you truly want. In the end, it's all about what you really want, not what people consider normal.

Always remember the fact that you're not obliged to do anything in life, EVER. If you want to do something else and you're completely ready to face the consequences, you can walk away anytime you like.

As sad as it sounds, you'll die alone. However, it doesn't mean you have to walk alone. Hold on to the people in your life. Don't hurt them. Apologize to them if you have done something hurtful. Care for them. Be there for them. Show them you care, and appreciate them. Show them you want them in your life.

The main point is, DO NOT HOLD BACK, PEOPLE. IF YOU CARE ABOUT SOMEONE, LET THEM KNOW HOW YOU FEEL. IT'S OKAY TO CARE.

Tuesday 16 October 2007

you and me alone, sheer simplicity

Yarın bütün hayatımın yönünü tamamen değiştirecek bir gün olacak. Hiç emin değilim aslında bu kadar radikal bir karar vermek isteyip istemediğimden. Ama bu konuda düşünmek de istemiyorum. Düşündüğüm zaman korkmaya başlıyorum çünkü. Başarıp başaramayacağımdan, herşey daha da kötüye giderse dayanıp dayanamayacağımdan korkuyorum. Son zamanlarda herşey bir garip oldu. Ve bugün Çınar bana bunun nedenini sorduğunda, hiç bilmiyor olduğumu fark ettim. Kötü giden tek birşey yok, hatta herşey olabildiğince kusursuzken; aylardır üzerimde olan o ağırlığın, bıkmışlığın nedeni ne olabilir? Hiç bilemiyorum. Düşünmüyorum. O kadar çok ilaçtan sonra düşünemiyorum da zaten. Sanki beynimin içinde, çok çok derinde bir yerlere sıkışıp kalmış gibiyim, vücudum saçmalarken uzaktan izlemekten başka şey gelmiyor elimden. Algılayamıyorum artık hiçbirşeyi. Dünyada benden başka insan yokmuş gibi geliyor, zaman kavramımı ise özellikle Amsterdam'a gittiğimden beri tamamen yitirmiş durumdayım. Gidişimden öncesi yıllar önce ve bir başkası tarafından yaşanmış şeyler gibi geliyor. Bir başkası tarafından yaşanmış değil aslında, bir başkasının olduğu bir film izlemişim gibi daha çok. Geldiğimden beri de misafir gibiyim her gittiğim yerde. Okuldaki son günleri olduğunu bilmenin umursamazlığını yaşayan lise son öğrencisi havası var üstümde. Amsterdam'da oturup True Romance izlediğim gün, ya da Alsancak'taki son akşamım şu anki kadar yakın ve kesin görünüyor zaman açısından. Neden böyle olduğunu, ne olacağını, ne olması gerektiğini bilmiyorum.

Soru: Neden kırılmamak için kendini umursamazlaştıran ve kocaman ego yapan, insanlara karşı pislik olmak için çaba harcayan, onlara değer verememekle övünen, sevgi gösterilince saatte 5200 km hızla kaçmaya başlayan insanların hepsi erkek cinsine mensuptur? Neden böyledir bunlar? Neden herkesi kendilerinden uzak tutmak istemektedirler? Dertleri nedir? 3-5 yıl no strings attached takıldıktan sonra yalnız kovboy misali tek başlarına günbatımına doğru at sürecekleri bir hayata adım atacaklarını bilmemekte midirler yoksa?
Ya da asıl soru, birilerinin sizi sevmesine izin vermek ve onları sevmekte bu kadar yanlış olan ne var?

Saturday 13 October 2007

the juliana theory-duane joseph

My favorite lunatic (:P) person ever :)
I'm kind of drunk right now, and you're even more drunk but it's okay. Lunacy is okay, instability is okay, "coolness" and arrogance is okay. Not talking for months or fighting is okay. Hating each other for a while is okay. Even when I'm sure we'll probably fight again soon and not talk for a while, it's okay. You're gonna hurt me but it's gonna be okay. I'm secretly gonna break your heart and you'll be too proud to let anyone know about it, but it will be okay. The distance is okay. Your anger is okay. Keeping your feelings inside is okay. All the shitty stuff you did to me is okay. All the things we said behind each other's backs are okay. Hugging each other is okay. Me telling you what you mean to me is okay, even though it's probably gonna freak you out and make you run away. Writing silly things on your belly was okay when I was 14. Everything's okay because it's you.

Yengeç olmamız iyi bişey bazen. Bi de bağıra bağıra blowjobbb diyebilmek euaheuha

Wednesday 3 October 2007

hands down

breathe in for luck breathe in so deep
this air is blessed you share with me
this night is wild so calm and dull
these hearts they race from self control
your legs are smooth as they graze mine
we're doing fine we're doing nothing at all.

my hopes are so high that your kiss might kill me.
so won't you kill me, so i die happy.
my heart is yours to fill or burst or break or bury
or wear as jewelery,whichever you prefer.

the words are hushed lets not get busted,
just lay entwined here undiscovered.
safe in here from all the stupid questions..
"hey did you get some?" man, that is so dumb.
stay quiet, stay near, stay close they can't hear,
so we can get some.

hands down this is the best day i can ever remember,
i'll always remember the sound of the stereo,
the dim of the soft lights,
the scent of your hair that you twirled in your fingers and
the time on the clock when we realized it's so late
and the walk that we shared together.
the street was wet and the gate was locked
so i jumped in and let you in
and you stood at the door with your hands on my waist
and you kissed me like you meant it
and i knew that you meant it,that you meant it.

love will tear us apart

Gidiyorum yarın Amsterdam'a. Ama gitmeyip sadece eve kapanmak istiyorum hayatımın sonuna kadar.

Neden hiçbirşeyi doğru düzgün yapamıyorum? Birileriyle konuşmam lazım, kim anlar bilmiyorum.

Tuesday 2 October 2007

come on balthazar, i refuse to let you die

Dün, hayattaki en büyük obsesyon nesnem olan Placebo'nun en az obsesif duygular beslediğim kişiliği Steve Hewitt, gruptan "müzikal farklılılar" nedeniyle ayrılmış efenim. Müzikal farklılık klişesini kullanmasaymış bari neden olarak. 7 yıldır hayvani boyutlarda bir sevgiyle bağlı olduğum ilk aşkım olan Placebo'nun değişiyor olması, bana yaşlanıyorum galiba şeklinde birşey hissettirdi. Eskiyi o kadar çok özlüyorum ki bazen. Ortaokula gittiğim, uyurken en son ve uyanınca ilk kez gördüğüm şey onlar olsun diye tavana Brian Molko posterleri yapıştırdığım, 12 yaşında dünyadan habersiz bir çocuk olduğum günleri özlüyorum.

Sanırım dün gece pek çok yönden hayatımdaki bir çok şeyi değiştirecek bir geceydi.

Brian Molko commented "Being in a band is very much like being in a marriage, and in couples - in this case a triple - people can grow apart over the years. To say that you don't love your partner anymore is inaccurate, considering all that you've been through and achieved together. There simply comes a point when you realize that you want different things from your relationship and that you can no longer live under the same roof, so to speak." Evet, büyümek böyle birşey galiba.

Sunday 30 September 2007

the ass attack

Hot Chip dün benim için büyük bir hayalkırıklığı oldu. 33,5 YTL'mi geri istiyorum sevgili yetkililer. DJ set bile olsa oraya sadece bir adet Alexis Taylor çıkarıp o kadar fazla para almak, üstüne bir de Alexis abimizin über-cool kid tavırlarıyla saçmasapan şarkılar çalması, o da yetmezmiş gibi çaldığı az sayıda doğru düzgün şarkıdan biri olan Sexyback'i yarıda kesmesi ilginçti hakikaten. Bütün gece what's up homies modunda Jay Z eşliğinde dans etmek bile ilk bir saatten sonra tüm eğlencesini yitirdi ve erken çıkmaya karar verdik.
Babylon'daki tüm bu aksiliklerin ve çarpıp duran salak sarhoş karıların zıplattığı sinirlerimi güçlükle bastırıp eğlenmeye kararlı bir halde Dirty'e gittiğimizde karşılaştığımız manzara ise daha bir içler acısıydı. 15 dakika sıra beklemek zorunda kaldığımız dakikalarda yanımızdaki myspace gençliğinin "Koç Üniversitesi gençliği böyle eğlenir" şeklinde bizim duymamız adına bağıra bağıra konuşmaları ise bütün gece içimde tuttuğum sinir katsayıma eklenen son damlaydı sanıyorum ki. Eğer başkalarının aralarındaki konuşmalar sizi çok ilgilendiriyorsa ve taşak geçmeye kararlıysanız, bundan sonra o kişilerin karşısına geçip "Merhaba ben Kerem/Efe/Ahmet/Mehmet vs. ve bence çok salaksınız" gibisinden bu gıcıklığınızı *yüzlerine* belirtmeyi götünüz yesin lütfen.
Bence Arena ve Uğur Dündar, ya da hiç olmadı Reha Muhtar Dirty'e bir el atıp dejenere gençlik şeklinde bir haber konusu yapmalı. Artık gerçekten de köpek bağlasan durmaz bir hale gelmiş bir mekan malesef.
Ruh hastası dolmuş şoförlerine karşıyım.

Thursday 27 September 2007

attention deficit disorder

Pek sevgili teenage angst adı verilen kötü yola düşmüş gençler;
Prozac kullanmayın. Çünkü o zaman major depresyona girer, intihara meyilli hale gelir, ve ölürsünüz. Yani, Prozac kullanırsanız ölürsünüz. Bu nedenle kullanmayın.
Efexor+Xanax+Ritalin'den oluşan combo menünün etkilerini henüz bilmiyorum ancak aldığım duyumlara göre insan "çiçek açıyor"muş. Çiçek açmak nedir, o başka bir konu. İlerleyen birkaç ay içerisinde en sevdiğiniz antidepresan blogunuz olan Becoming Zero'da bu menünün etkilerini sizlerle paylaşacağım. Ancak siz yine de evde bunu denemeyin, çünkü ölürsünüz.
Daha da bir sevgili alkolizme eğilimi olan gençler;
Alkol almayın, çünkü ölürsünüz. Çok alkol alırsanız, "ya hep ya hiç"in zorunlu olduğu bir hale gelebilirsiniz. Hiç seçeneği uygulaması çok zor olacaktır. Hep seçeneğini tercih ederseniz ise, ölürsünüz. Arasını bulurum, kendimi kontrol ederim gibi bahaneleriniz kulağa çok sevimli gelse de, yine de ölürsünüz.
Hepimiz ölücez. Evet.


PS: Sadece 1 günlüğüne İzmir'deyim.

Wednesday 26 September 2007

things get damaged, things get broken

Sometimes it feels like we're all living in a Prozac nation. The United States of Depression.

You, of all people, should be there for me. You should support me, no questions asked. I would have been there for you, you know. I wouldn't judge you the way you did. I can't believe you, seriously.

skitzo suicidal dancer

I'm up at 9 am and completely clueless. And this terrible headache is killing me. I love the drinking and fun, but I really hate the part where I wake up and have this complete amnesia. I keep saying the f word a little too much.
I really don't know what to do with myself

Monday 24 September 2007

simone, she's hot

Simone elle est bonne-trop bonne pour toi, bu şarkıya takmış durumdayım şu sıralar evet. Profil şarkım yapmalı mıyım yoksa?
10 gün sonra Amsterdam'dayım, 15 gün sonra İzmir'de.
Hayat kesinlikle güzel.
3 gündür straight edge modunda takılıyorum tamamen. Bundan hoşlanmaya bile başladım açıkçası. Ama bir jack'n coke olsa hayır demezdim şu an.
10 gündür çok mutluyum. Ama çok aslan burcusun beybi nası olcak o iş bilmiyorum (euaheuha şaka şaka biliyorum okuyosun muck :) ) . Yarın dışarı mı çıksak ki acaba?

Je suis Simone, elle est bonne, et je suis trop bonne pour toi
Je suis Simone, elle est bonne, cherche pas, tu m'auras pas

Sunday 23 September 2007

grand theft autumn

Alkolü bırakmış olmamın 2. günündeyim ve hayat pek bir güzel. Pek sevgili sevgilimle yemek yiyerek, Peyote'ye gidip su içerek ve eve dönmeden önce kahve içerek pek sakin günümüzü noktaladık. Ayıkken herşey süper modunda eve geldim ki, birden evde ışıkların yanıyor olduğunu fark ettim. Hasiktir eve hırsız girdi şeklinde yaptığım panikten ve 15 dakika kapının önünde bekledikten sonra, elimde 155 tuşlanmış telefonumla sonunda kapıyı açıp içeri girmeye cesaret edebildim. 1 saat boyunca bütün odaları gezip tüm dolap, kapı arkası ve benzeri saklanılabilecek yerleri kontrol ettikten ve "eğer evde birisi varsa ne istiyosa alsın gitsin valla hiçbişi demicem" şeklinde yüksek sesle bağırdıktan sonra sonunda kendimi odama kilitleyerek uyudum. Gece boyunca gördüğüm rüyaların konsepti pek tabii ki hırsızlıktı. 13 saat kadar uyuduktan sonra ancak kendime gelmiş bulunuyorum. Gayet sober bir halde Sobermag yazımı bitirdim, mutlu ve rahatım, hayat yeniden güzel.

Friday 21 September 2007

let's get thhee ppaarrttyy started

Let me tell you what I do when my day is over. After picking the right clothes for about an hour, I'm turning orange from all the carats around my neck. Tonight, I'm takin' out the bling and I'm dressed to impress. I'm gettin' ready for my night out in the town. I'm lookin' hot cuz you know we are holdin' it down. Rockin' high-tops and sayin' no to stilettos. Cuz I might get drunk off my ass and I don't wanna fall. Out on the streets all the taxis are showin' me love. Cuz I'm shinin' like a princess, in the middle of thugs. And at the clubs, the bouncers recognize my face. So while you're waiting in the line, we just enter the place. Let's get this party started right, Let's get drunk and freaky fly, You're with me so its alright, We gonna stay up the whole night. I'm callin' all my ladies at the table of 3. Throwin' back a couple bottles and the tab's on me. I've been waitin' to get crazzzy. Table dancin, smashin glasses, its nice to get naughty. Now we all ready to head out of the VIP. I'm lookin' good and I can feel that all eyes are on me. It's time to show 'em how we do on the floor. So while my DJ plays the track I want my girls on the floor. Now you know I made an anthem for all my hot chicks. And I ain't about how we girls are raisin' your dicks. I got the surround sound so why ya wanna see me fall? I'm just tryin' to have a blast and I ain't takin' your call.

Thursday 20 September 2007

Tuesday 18 September 2007

girl the night's not over

Şu garip rüyalarımdan çok sıkıldım. Fazla rahatsız edici ve gerçekçi olmaya başladılar. Her gece ucuz bütçeli psikolojik korku filmlerinde gibi hissediyorum kendimi. Artık devam etmesinler lütfen.

Motorola V3'ün dünyanın en güzel ancak aynı zamanda *en dandik* cep telefonu olmasına ve şarjımın bir günde bitmesine sinir oluyorum. Yeni pil/şarj aleti/telefon almam gerekli.

Digiturk'üme nazar değdiren ve bozulmasına neden olan yumicik beyinli insanın hayatıyla oynarım aklı karışır. O da yetmedi ızdırabı olurum. Ona göre.

Msn listemdeki birisinin kişisel iletilerine çok bayılıyorum bugünlerde. You and me, we're on the same page.

Monday 17 September 2007

dear alcohol... we need to talk.

I've been having these really weird dreams in which I talk to people that I know and tell them everything I didn't have the guts to say in real life. The thing is, they seem so real, the dreams. I wake up and I'm like "Did I really tell X that? I told him on msn about bla bla bla, did I really do that?". And then I check my msn history and realize that it was all a dream. Maybe it's being alone. I've been watching TV all day. I mean, literally. I just wake up, sit in bed and watch TV all day long. I sleep like 15 hours a day, and I still feel sleepy. It's the second week of school and already I feel like I don't have the strength to get up and go. Maybe it's the season. I hate fall. I hate september. The weather will suck, it will rain a lot and the sky will usually be gray. And I'll need a blanket. And a coat. I like coats. But I hate fall anyway.


PS: bigün bu blogu anonim yorumlara açmaya karar verirsem çok fena şeyler olucak sanki.