Saturday 5 February 2011

she puts the weights into my little heart

Birkaç gündür pişmanlıktan bahsedeceğim, üşeniyorum. "Hiç pişmanlığınız var mı" sorusuna ne cevap verirdim diye düşündüm. "Evet, var" dedim önce, aklıma 2007 Ekim'i geldi.

3 Ekim 2007 akşamı Taksim'den gelen dolmuştan inip Caddebostan Migros önünde beklerken hayatımı değiştirecek insanı beklediğimi bilmiyordum. Onu ilk kez caddenin diğer tarafında trafik ışıklarında karşıya geçmeyi beklerken gördüm. "Beklediğimden çok daha güzelsin, ve tüm o androjenliğinin altında fotoğraflarında farkına varamadığım bir kadınsılık varmış aslında" diye düşündüğümü hatırlıyorum onu ilk gördüğümde. Ona sarılmayı sevdiğim kadar annem dışında hiç kimseye sarılmayı sevmediğimi hatırlıyorum; teninin nasıl koktuğunu, ellerinin ne kadar yumuşak olduğunu, o gün üzerinde olan gökkuşaklı tshirtü bana vereceğini söylediği halde hiç vermediğini, evimin kapısına bırakıp gittiği en sevdiğim Starbucks kahvesini, sabahın köründe evime benimle uyumaya geldiğini, ben okula gitmeye üşeniyorum diye kendi sınavını ekip ta Kayışdağı'na beni okula götürdüğünü, beni hayatımın ilk gay cafe'sine götürdüğünü hatırlıyorum. O cafeye gidişimizin akşamı ilk olmak üzere defalarca kez onun kalbini kırdığımı, kendi kararsızlıklarım ve korkularımın acısını ondan çıkardığımı hatırlıyorum. Ve hatalarımın farkına vardığımda beni nasıl geri çevirdiğini, artık beni istememesinin bana hissettirdiği (ve şükür ki bir daha asla o kadar şiddetle hissetmediğim) o kıvrılıp ölme isteği uyandıran lanet çaresizlik hissini hatırlıyorum.

O çaresizlik hissi onu son gördüğüm zamana kadar (2010 ilkbaharı) peşimi hiç bırakmadı, en beklemediğim zamanlarda o ilk anki kadar güçlü olmasa da kendini gösterip durdu yıllarca. En hayatımdan memnun olduğum zamanlarda bile, o zamanki sevgilimle mutlu olduğumda bile hep onu ve o hissi hatırladım. O çaresizlik hissi, zamanı geri döndürememenin verdiği çaresizlik. Dünyada her şeyden çok o Datarock konserinin gecesine dönüp ona söylediğim lafları geri almayı istemek, ama bunun mümkün olmadığını bilmek. Bildikçe çığlık çığlığa ağlamak, o günün üzerinden 3 yıldan fazla zaman geçmiş olsa bile binlerce kilometre uzakta Londra'da oturup bunları yazarken ağlamak, onun hakkında yazdığım onlarca yazının her birinde olduğu gibi.

Pişmanım ona davranış biçimim için, ama gerçekten elimde olan bir şey değildi. Korkuyordum, Türkiye'de gay olma gerçeğinden, bu gerçekle yaşayabileceğimden emin olmamaktan, hayatımın ayak uyduramadığım bir hızla değişiyor olmasından, insanların vereceği tepkilerden, onun bana hissettiğini iddia ettiği şeylerin gerçek olmamasından korkuyordum. Sanırım geçmişe dönsem, şu anki aklımla dönmediğim sürece yine o korku içimde olurdu. Ama ona korkularımı açıklardım, kendime saklamak yerine.

Onu kaybetmemiş olmayı çok isterdim. Ama defalarca burada söylediğim gibi, onu o eski, masum, tatlı haliyle isterdim, şimdiki haliyle değil. Zamanı geri döndürme isteğimin sebebi bu, onun o halinin asla geri gelmeyeceğini bilmem. Ama zamanı geri döndürme isteği bu dediğim gibi, pişmanlık değil bana göre. Çünkü tüm bu hissettiklerime rağmen onunla ayrılmasaydık şu anda büyük ihtimalle İstanbul'da yaşayan, Yeditepe mezunu bir insan olacaktım, ortam insanlığıma da devam ediyor olurdum muhtemelen. Londra'da olmayacaktım, şu son 3 yılda yaşadıklarımı hiç yaşamayacak ve benim için çok önemli olan bir sürü deneyimi edinmeyecektim. Ve şu anda o kadar memnunum ki hayatımdan, "Pişmanım" demek istemiyorum, çünkü biliyorum ki onunla birlikte olsak ben bırakıp gitmeye cesaret edemezdim.

Ama yine de o zamanki blog post'larıma bakınca şunu fark ettim: hiç senden bahsetmemişim. Gerçekten bilemeyeceğin kadar çok, çok üzgünüm. Her şey için.

It's different now that I'm poor and aging
I'll never see this place again
You'll go stabbing yourself in the neck

She's always calling my bluff
She puts the weights in to my little heart and she gets in my room and she takes it apart
She puts the weights into my little heart

it's a very, very mad world

Şu son 24 saat hayatımın en garip günlerindendi. Okuldan sonra eve geldim, 2-3 saatim vardı dışarı çıkma öncesi. Nette biraz zaman öldürdüm, 2 saat falan hazırlandım, evden çıktım akşam 10.30 gibi.

Gece gittiğim parti "Gay kadınlar tarafından gay kadınlar için düzenlendi" şeklinde reklamı yapılan bir fetish club night idi. İçeride erkekler de olacağını biliyordum, malesef Londra'da sadece kadınlar için yapılan fetish event'ler yeterince kar getirmiyor organizatörlere, o yüzden yanında bir kadınla gelen erkekleri de alıyorlar genelde. Gece güzel başladı, dancefloor kısmında arkadaşlarımla takılırken. Daha sonra BDSM ve türevi aktivitelerin gerçekleştiği bölüme gittik. Bir kere odamdan küçüktü. Biri birini kırbaçlarken insan "Ay gözüm çıkacak şimdi" diye korkuyordu falan, o kadar dar bir alandı. Ayrıca bütün olaylar kadın-erkek çiftler arasında gerçekleşiyordu, kadın kadına oynayan (oynamak: BDSM argosunda BDSM içeren aktivitelerde bulunmak i.e. spanking, flogging, needleplay vs.) çift oranı %20 falandı, onların da yarısı ne yaptığını bilmeyen tiplerdi. Hayatında ilk kez bir BDSM ortamına geldiği bariz belli olan, flogger'ı nasıl kullanacağına dair en ufak bir fikri olmadığı 2 metreden belli olan amatörlerdi.

Kadın-erkek çiftlerin o ortama gelmesini kabul edebilirim, ama sadece izleyin bari kardeşim, madem kadınlarla birlikte olan kadınlar için bir gece, bırakın onlar takılsın. Onu geçtim, bari erkek sub/bottom/slave modunda takılsın eğer illa oynamak istiyorsanız. Adı Pussy Control olan, yani femdom (female domination) çağrıştıran bir partide bir kadını tokatlayıp yüzüne tüküren bir erkek görmek insanı fena halde tiksindiriyor. Onu geçtim, partide gördüğüm bütün seks heteroseksüel çiftler arasındaydı. Gerçekten çok tiksindirici. Gay kadınlar için yapılan ve bunu bildiğin bir partide bütün oyun alanını ele geçirmenin, böyle şeyler yapmanın anlamı nedir? Lezbiyenlere erkekliğini kanıtlama çabası mı? Bu bahsettiğim şeylerin kendisinden tiksinmiyorum, ama bu ortamda yapılmalarından tiksindim. Londra'daki fetish scene'in %95'i heteroseksüel çiftlere hitap ediyor çünkü zaten.

Hadi erkekler bunu salak saçma bir ego muhabbeti yüzünden yapıyor diyelim. Kadınlar neden o tipleri yanlarında getiriyorlar böyle bir ortama, sadece izlemekle yetinmeyeceklerini bildikleri halde? Neden onların erkeklik gösterilerine alet oluyorlar? Bu tip kadınlar yüzünden biseksüellik kötü şeyler çağrıştırıyor işte insanlara.

Bir diğer korkunç şey ise dress code'un hiç uygulanmamış olmasıydı. Fetish club'larda acayip sıkı bir dress code olur her zaman; full üniforma (asker, polis vs), deri, pvc, latex, korse, sadece iç çamaşırı vs giymiyorsanız içeri giremezsiniz. Sokakta yürürken mekanı görüp rastgele girmeye karar verenleri, BDSM ile alakası olmayıp sadece merak edenleri elemek içindir bu; kot-tshirt-spor ayakkabı modunda ASLA içeri alınmazsınız. Dün gece kot-tshirt giymiş bir sürü kız gördüm. Hem ortamın görüntü ve havasını bozuyorlar, hem de BDSM ile alakaları olmadığı ve meraktan geldikleri çok bariz. Sanki orası bir hayvanat bahçesiymiş, biz de kafesteki hayvanlar gibi izlenmek isteniyormuşuz gibi. İğrenç işte dediğim gibi.

Genel olarak gecenin amatörlerce düzenlendiği her dakikasında belli oluyordu.

Bundan sonra kesinlikle PC'ye bir daha gitmem, gay erkek ağırlıklı fetish clubları her şekilde bu iğrençliğe tercih ederim. En azından orada erkekler kadınlara dönüp bakmıyor bile, ve herkes giyeceği şeyi haftalar öncesinden ayarlamış, bir çaba sarfetmiş oluyor.

3 gibi mekandan çıktım, eve gitmek için otobüse bindim. 5-10 dakika sonra Victoria'da otobüs durakta durduğunda binen 4-5 tane 20'li yaşlarındaki siyahi erkek fena halde olay çıkardı. Otobüs şoförüyle ne olduğunu duymadığım bir şey yüzünden tartışmaya başladılar. Londra'da otobüslerde şoförün olduğu bölme tamamen camla kaplı oluyor, güvenlik sebebiyle. O camı yumruklamaya, tekmelemeye başladılar, o sırada bağıra çağıra küfrediyorlardı adama. Şoför bölmedeki alarmı çalıştırdı, fena halde kulak tırmalayan ve susmayan bir alarm sesi eşliğinde polisin gelmesini bekliyordu. Ben de salak gibi en önde oturan tek insan olduğumdan o sırada korkudan ölüyordum, bana da bir şey yaparlarsa diye, olay yarım metre ötemde oluyordu çünkü. Neyse, sonunda tipler otobüsten inip durakta bekleyen genç bir kızı saçından tutup sürüklemeye başladılar, kız çığlık atıyordu falan, otobüs şoförü kapıları kapattı o sırada, tipler bunu görünce bu sefer otobüsün camlarını tekmelemeye başladılar, otobüs hareket etti, peşinden koşturup hala tekmeliyorlardı en son. Otobüs şoförü beyaz amca da "Fuckin' niggers!!" diye küfrediyordu kendi kendine. Bu olay olurken de malın teki sigara yakıp içmeye başladı otobüste, yasak olduğunu belirtmeme gerek yok herhalde.

İngiltere'de yaşadığım 3 yıl boyunca ilk kez böyle bir olay gördüm. Olayın gerçekleştiği saati ve otobüsün kayıt numarasını not ettim. Evimin karşısında polis karakolu var. Gidip kızın saçından sürükledikleri için bu tipleri polise bildiresim var, Londra'nın her yeri kamera dolu olduğundan mutlaka bir kameraya yakalanmıştır bu olay. Ayrıca "niggers" gibi fena ırkçı bir kelime kullanan otobüs şoförünü de şikayet edesim var, ama heriflere çok uyuz olduğumdan etmeyeceğim. Otobüste sigara içen gerizekalıyı çoktan şikayet ettim bile, otobüslerin her yerinde kamera olduğundan gayet yakalanıp ceza kesilir kendisine.

Sabah uyandığımda da megafonla birileri bir şeyler bağırıyor, ardından kalabalık bir insan grubu sloganlar atıyordu. İngiltere'de böyle şeylere alışık olmadığımdan bakayım dedim neymiş olay. Bir grup Müslüman yolu kapamış bir tür yürüyüş yapıyorlardı "Allahu ekber, la ilahe illallah" falan çığlıkları eşliğinde. Yer: Londra.


Ne acayip insanlar var dünyada diye her gün diyorum, inanmıyorsunuz.

Thursday 3 February 2011

her name is judy, that's a nice name

Gender is not a noun, but neither is it a set of free floating attributes, for we have seen that the substantive effect of gender is performatively produced and compelled by the regulatory practices of gender coherence. Hence, within the inherited discourse of the metaphysics of substance, gender, proves to be performative - that is, constituting the identity it is purported to be. In this sense, gender is always a doing, though not a doing by a subject who might be said to pre-exist the deed.

Judith Butler - Gender Trouble

Bugün güzel bir gündü. Shoreditch'e gitmem gerekiyordu Judith Butler'ın konuşması öncesi, gitmeden Oxford Street'e uğradım, kendime çok şirin bir Miu Miu gözlük aldım. Miu Miu'nun soluk pembe hediye kutusuna bayılıyorum.

Oradan Amnesty International binasına gittim. Sözlük'te Judith Butler'ın Ankara'ya gelişinde saatlerce kuyruk olduğunu okuduktan sonra o kadar gözüm korktu ki, 1 saat erken oradaydım (bütün gece biletimi evde unutmam, geç kalmam vs. nedeniyle Butler konuşmasını kaçırmamla ilgili kaç kabus gördüğümden bahsetmeyeceğim). Ve okuduğum tüm o entry'lerin aksine benden başka tek bir insan bile yoktu. Salonu düzenleyen görevliler dahi benden sonra geldi.

40 dakika sonra kapılar açıldı, en önde direk Judith'in sandalyesinin önünde yer buldum kendime. 2 saat boyunca Judith Butler'ın 2 metre ötemde oturduğuna inanamıyorum.

Dikkatimi çekenler:

- Geçen hafta hocalarımızdan biri olan Sara Ahmed bölümdeki hocaların tanıtıldığı bir event'te tüm erkek hocalar "Bu Dr. bilmemkim" şeklinde sunulurken kendisinin (tüm o erkek hocalardan daha çok tanınan bir akademisyen olduğu halde) ünvanı ve soyadı kullanılmayarak "Bu da Sara" şeklinde sunulduğundan bahsetmişti. Bugün de aynı şey oldu. Konuşmanın açılışını yapan adam kimsenin adını sanını bilmediği erkek akademisyenden "Dr. Bilmemne" diye bahsederken Judith Butler'dan "Judith" diye bahsedip durdu. Kendisi sinir olmuş mudur bilmiyorum, ama ben şahsen sinir oldum.

- Heyecandan ellerim titriyordu bildiğiniz, o derece fenaydım. Yalnız değilmişim, soru-cevap kısmında soru sorarken "O kadar heyecanlıyım ki, of, bayılıcam sanırım, inanamıyorum karşımda olduğunuza" diyen Rhetoric sınıfımdaki çocuk başta olmak üzere "Aman tanrım, Judith Butler" modunda olan bir sürü insan vardı.

- İçinizde İngilizce olarak JB okuyan varsa eğer, yazım tarzı çok fena derken neden bahsettiğimi biliyorsunuzdur muhtemelen. Upuzun, karmaşık cümlelerle ve gereğinden fazla karmaşık kelimeler kullanarak yazıyor kendisi. Öyle ki, şu anda kim olduğunu hatırlamadığım birileri tarafından en kötü yazan akademisyen seçilmişti. Konuşması yazısına kıyasla çok daha basit, anlaşılır ve kolay. Kulağı yormuyor.

- JB beklediğimden çok daha kısaydı, nedense hep uzun boylu bir kadın olarak hayal etmiştim.

- Sesi de beklediğimden kalındı.

- İlk salona geldiğinde konuşma sırasının kendisine gelmesini beklerken acayip ciddi biri gibi görünüyordu. Konuşmaya başlayınca gördük ki aslında gayet esprili bir insanmış. Sürekli el kol hareketi yapmadan duramayanlardan ayrıca.

- Bir ara 2 saniyeliğine göz göze geldiğimizi burada belirtmeden geçemeyeceğim.

Aslında pişmanlıklardan bahsedecektim ama başka şeyden bahsedemiyorum malesef şu anda. Cumartesiye kaldı pişmanlık konusu.

spiritual home

Bundan sonra işim olmayan her Çarşamba Londra dışında bir yeri gezmeye gideceğimden bahsetmiştim. Geçen hafta Stratford-upon-Avon'a gittim.

Londra'da 10 tane falan tren istasyonu var, her şehre giden tren farklı yerden kalkıyor. Oraya giden trenler eve 5 dakika uzaklıktaki Marylebone istasyonundan kalktığı için Stratford-upon-Avon'u seçmiştim. Fena akşamdan kalma olmama rağmen azimle kalkıp sabah 9.30 treniyle yola çıktım (ve bindiğim tren Eurostar kadar lükstü, Kent'te yaşarken bindiğim Southeastern trenleri ne kadar boktanmış). 2 saat sonra Stratford'daydım. Google Maps sayesinde Shakespeare'in doğduğu evi buldum, bir sürü fotoğraf çektim. Patisserie Valerie'de çayımı içtikten sonra nehir kıyısını bulmak için yola çıktım. Hava kar havası derecesinde soğuk olmasına ve nehir kıyısının tüm rüzgarına rağmen nehir maceramdan acayip zevk aldım. Minicik, kıyısına kadar yaklaşabildiğiniz, etrafı yeşillikle dolu, kuğu ve ördeklerin yüzüp durduğu inanılmaz şirin bir nehir.

Nesnelerin enerjisi olduğuna inananlardanım. Nehirlerden genelde maskülen bir enerji alıyorum, Avon nehri bende kadınsı bir izlenim uyandırdı. Nehir kıyısında benden başka sadece yürüyüş yapan 1-2 amca ve köpeğini gezdiren bir kadın vardı. Normalde yürümekten ve ayakta durmaktan nefret eden bir insan olarak 2 dakikada bir durup uzun uzun baktım nehire. Ve normalde 5 dakikalık yolu taksiyle giden biri olarak yarım saat yürüdüm nehir kıyısında. Akan bir nehrin yanında, tepeleri sincap dolu yemyeşil ağaçlar arasında etrafta başka tek bir insan olmadan yürümek ne kadar zevkli bir şeymiş, anlatamam. Keşke hava o kadar soğuk ve rüzgarlı olmasaydı da nehre karşı oturup biraz zaman geçirebilseydim diye düşünerek eve döndüm.

Spiritual home diye bir başlık vardı üyesi olduğum bir forumda, oradan aklıma geldi. Kendi ruhsal evlerimi düşündüğümde ilk aklıma bu geldi. İnsana bazı mekanlar nedeni anlaşılamaz bir huzur hissi verir ya, benim için öyleydi Avon nehrinin kıyısı. Su burcu olduğumdan suya yakın olduğumda kendimi daha bir "evde" hissediyorum, ondan olabilir. Ya da belki tanıdığım en yakındaki insan 2 saatlik bir tren yolculuğu uzaklıkta olduğundan, ve bütün o yürüyüş boyunca kimseyle karşılaşmamanın bu yalnızlık hissimi pekiştirmesindendi, bilmiyorum. Ama ben hayatımda çok az yerde o kadar huzurlu hissettim kendimi. Gerçekten, orada *bir şey* vardı. Ne olduğunu bilmiyorum, ama oraya dönmek istiyorum.



Nehir kıyısındaki patikamsı yürüyüş yolu sona erdiğinde Shakespeare'in mezarının olduğu Holy Trinity Church'e erişiyorsunuz. Kiliseye giriş ücretsiz, ama mezar kısmına geçmek için £1 vermek gerekiyor. Tam mezar bölümünün girişinde "Acaba içeride fotoğraf çekiliyor mu, yasaktır herhalde" diye düşünürken yanıma hayatımda gördüğüm en güleryüzlü amca geldi. Elime kilisenin geçmişini anlatan bir broşür tutuşturdu, "Mezarlar şurada, istediğin gibi bakabilirsin, bir sürü de fotoğraf çek" dedi, ?! şeklinde içeri girdim. 500 yıl önce ölmüş insanların mezarlarına bakmak insana çok garip bir his veriyor. Nedense böyle durumlarda ilk olarak aklıma gelen şey hep kadınların mezartaşlarına "Wife of bilmemkim" yazılırken erkeklerinkinde sadece isimlerinin yazmasına sinir olduğum. İçimdeki feminist hiç uyumuyor.



Mezarlardan çıktıktan sonra amcaya para vermek istedim, amca almamakta ısrar etti, "Lütfen, ödemek istiyorum" dedim tekrar, en sonunda "50p ver o zaman" dedi. Bozuğum yoktu, £1 verdim, "Üstü kalsın, tabelada £1 yazıyordu zaten" dedim, amca ısrarla üstünü verdi o güleryüzüyle.

Çok ilginç, ve genel olarak çok huzurlu bir gündü. Havadan mı nedir, sokaklar bomboştu, her yere bir sessiz sakinlik hakimdi. Londra'da gecenin köründe bile sokaklar uyumuyor. Oraya tekrar gitmek istiyorum.

Wednesday 2 February 2011

closets are for clothes

Facebook listemde gay (ya da en azından biseksüel) olduğundan adım gibi emin olduğum, ancak "Hayatımın ideal erkeği şöyle, böyle" vs. muhabbetleri yapan birkaç kız var. Buna ne kadar uyuz olduğumu daha önceden burada yazmıştım. Bugün de Facebook durumuma yazdım, "Bu insanları out'layasım geliyor bazen" diye (aramızdaki heterolar için out'lamak=gay olduklarını açıklamak). Hakkaten zor tutuyorum bazen kendimi.

Evet, bir yandan biliyorum kimsenin ikiyüzlülüğü, korkaklığı ve yalancılığı beni ilgilendirmiyor.

Ama diğer yandan da böyle insanları omuzlarından tutup şöyle bir sarsasım geliyor, eşcinselliği saklanması gereken bir şey haline getirdikleri için. Çünkü biliyorum ki eğer herkes eşcinselliğini/biseksüelliğini/whatever açıklasaydı, insanlar aslında farkında olmadan bir sürü eşcinsel vs. insan tanıyor olduklarını bilselerdi, eşcinsellik çok daha "normal" ve sıradan bir şey haline gelirdi. Homofobi azalırdı.

Harvey Milk demiş ki:

Gay brothers and sisters... You must come out. Come out... to your parents... I know that it is hard and will hurt them but think about how they will hurt you in the voting booth! Come out to your relatives... come out to your friends... if indeed they are your friends. Come out to your neighbors... to your fellow workers... to the people who work where you eat and shop... come out only to the people you know, and who know you. Not to anyone else. But once and for all, break down the myths, destroy the lies and distortions. For your sake. For their sake. For the sake of the youngsters who are becoming scared by the votes from Dade to Eugene.

İnsanın Türkiye şartları altında ailesine açılmak istememesini anlarım. Çünkü aile insanın değiştirebileceği, silip atabileceği bir şey değil; ailenin kötü bir tepki vermesi riskini alamamak normal. Ama arkadaşlarına out olmayan insanlara saygı duyamıyorum.

Hadi ilk kez eşcinselliğini fark ettiği dönemde açılmak istemeyebilir insan, peki. Ama yıllardır bunun farkında olup, hemcinsleriyle yatıp kalkıp sonra erkek muhabbeti yapmak yalancılıktan başka şey değil. İngilizce'de having your cake and eating it too denen olay bu tamamen, "Ben kadınlarla gönlüme göre takılayım, ama insanlar beni hetero bilsinler, böylece en ufak bir ayrımcılığa/saldırıya uğramayayım" zihniyeti. Ve ben hem kendime, hem çevremdekilere dürüst olmayı seçip gizlenmediğim için Türkiye'de bir sürü salak saçma lafın hedefi olurken; üstelik maruz kaldığım bu homofobinin nedeni böyle tiplerin açılmaması ve o yüzden eşcinselliğin anormal/nadir bir durum sanılması iken, böyle insanlardan neden hiç hazzetmiyor olduğumu anlıyorsunuzdur.

The L Word'deki Alice'in gittiği eşcinsel bir partide gördüğü ünlü bir sporcuya bir süre sonra TV'de homofobik yorumlar yaparken denk gelince sinirlenip adamı out'lamasına benziyor bu. Onun bunu açıklama/açıklamama ikileminde hissediyorum kendimi. Bir yandan kimsenin seçiminin beni ilgilendirmediğini biliyorum, diğer yandan bu ikiyüzlülük sinirlerimi tepeme çıkarıyor.

I would like to see every gay doctor come out, every gay lawyer, every gay architect come out, stand up and let that world know. That would do more to end prejudice overnight than anybody would imagine. I urge them to do that, urge them to come out. Only that way will we start to achieve our rights.
-- Harvey Milk

Tuesday 1 February 2011

bigotry dwarfs the soul by shutting out the truth

Önümüzdeki günlerde Ekşi Sözlük 12. yaşını kutlayacak. Kutlama zirvesine alternatif olarak birileri zirvenin İslami versiyonunu düzenlemeye karar vermiş.

Anladığım kadarıyla bir ara sözlüğün zirve aparatı olan Limon bozuldu. Ben de bir ara Ekşi Duyuru ve Limon'a giremedim çünkü dün. Ama İslami zirve organizatörü bunu sansür olarak algılayıp şöyle bir başlık açmış:

müslüman yazar zirvelerine uygulanan limon sansürü

ekşi sözlük on iki yaşında zirvesi islami versiyon adıyla düzenlediğimiz alternatif zirvenin müslüman sözlük yazarlarınca teveccüh görmesi üzerine zirvenin organizatörü olan şahsıma zirve düzenleme aparatı olan limon tarafından sansür uygulanmakta.
sanırım bir kod yazıldı ve benim limon'a girmem engellendi. yukarıda verdiğim linkten de bunu açıkça görebilirsiniz. arkadaşlarıma sordum, müslüman olmayanları girebiliyorken, bu zirveye limon'dan kayıt yaptırmış bir kaç kişi de limon'a erişememekte.

bu mu sizin özgürlük anlayışınız?


İlk olarak ortada kesinlikle bir sansür durumu olduğunu düşünmüyorum. Limon'a ben de erişemiyorum, ve ne Müslüman'ım ne de herhangi bir zirveye kayıt yaptırdım. Limon tanrıüstü güçlere sahip olup içimde benim bile varlığından haberdar olmadığım bir Müslümanlık kırıntısı keşfedebilen bir aparat ise bilemeyeceğim.

İkinci olarak "Müslüman yazar"lık değil bu. Türkiye'nin %99'u Müslüman demiş biri başlıkta, çok doğru. Burada bu insanın "Müslüman" olarak bahsettiği gerçek Müslümanlık değil; dini partizanlık ve fanatizm aracı haline getirmiş bağnaz, militan bir Müslümanlık. Ve "Müslüman yazarlara sansür" falan bilmemne diye kendini kurban olarak gösterip sempati toplama çabasından başka bir amaç göremiyorum böyle gereksiz bir başlığın açılmasında.

Gören de sanacak ki Türkiye'de Müslümanlar azınlık, insanları Müslüman diye sokaklarda dövüyorlar, bir araya gelmelerine engel olunmak isteniyor falan. Komik misiniz gerçekten?

Birisi aynı başlıkta şöyle demiş:

eksi sozluk hicbi zaman demokratik bir ortam olmadi, demokratiklik iddiasi da olmadi. benden duymus olmayin ama buranin tek bir sahibi var, kafasi estiginde ozgurluk verir, estiginde geri alir. bu mu lan ozgurluk anlayisiniz diyenlere dikkatle duyrulur. yanlis yerdesin.

Aynen öyle. Ekşi Sözlük kurucu ve adminleri olarak bu bahsettiğim Müslümanlık türüne yakın duran bir oluşum değil. Demokratik olduğunu, ya da toplumdaki tüm görüşleri eşit olarak yansıttığını/yansıtmak istediğini iddia eden bir oluşum da değil. Beğenmeyen okumaz, yazmaz, bu kadar basit. Zaten toplumun çoğunluğunda bu militan Müslümanlık anlayışı hakim hale geldi 2002'den beri. Zaten bu görüşlerinizi istediğiniz gibi istediğiniz yerde belirtebiliyor, yaşam tarzınızı istediğiniz gibi yaşayabildiğiniz yetmediği gibi başkalarının üzerine de empoze edebiliyorsunuz salak saçma alkol yasaklarıyla. Bu tür insanların Sözlük'ü de ele geçirme çabaları bana gay bar'a gidip içerideki gay'lere saldıran homofobikleri andırıyor: Zaten toplumun çoğunluğu senin gibi düşünenlerle doluyken, niye karşıt düşüncelerin hakim olduğunu bildiğin bir mekanı gidip orada da varlığını ilan etme amacı duyuyorsun ki?

Garip valla insanlar.

Din denen bu toplu ilüzyonun bu kadar sayıda insanı ele geçirebilmiş olması şu hayatta en hayret ettiğim şeylerden biri. Dünyadaki çoğu insanın dinin tamamen uyduruk olduğunu göremiyor olmaları bana portakalın turuncu olduğunu görememek gibi geliyor, gerçekten şaşkınlıkla bakıyorum.

Bazen sadece bir şeye inanmak istediğim için arayış içinde hissettiğim oluyor. Dünyadaki tüm dinler erkek egemen olduğundan kendime en yakın gördüğüm inanç sistemi Dianic Wicca, Tanrıça ve feminizm temelli bir din olduğu için, ve neopagan bir inanış olarak üç ana dinden daha eskiye dayanan ve dolayısıyla daha az insanlar tarafından uydurulmuş bulduğum için. Ama buna rağmen yine de bu "insanlar tarafından yapılmışlık" hissinden kurtulamadığımdan malesef inanamıyorum ona bile. Dini inanışın temelinde var olması gerektiğine inandığım o kutsallık ve ruhsallık hissine sahip olamıyorum hiç bir din konusunda.

Tanrı var mıdır, yok mudur, bilemem. Agnostik olarak tanımlıyorum kendimi hayatımın bu döneminde. Ama olsaydı da, benim tanrım kadın olurdu; onun varlığını kutlamak, onunla iletişim kurmak, ona sevgi göstermek için din gibi insan icadı bir kurallar bütününe ihtiyaç duymazdım. Bu düşüncemin sebebi dindar olmayan Alevi bir ailede yetişmem, dolayısıyla insanın tanrısıyla konuşması için bilmemkaç tane kural olmasının saçmalık olduğu kanısı içinde büyümem olabilir.

O yüzden bu insanları anlamıyorum ben.

Monday 31 January 2011

i hate you so much right now

Bir süredir insanların gayet Türkçe konuşurken Londra'dan London diye bahsetmesine sinir oluyordum. Bu hafta bunu 3 farklı insandan duyunca artık bu konuda şikayet etme ihtiyacı duydum.

İnsanların "London'a geleceğim, London nasıl güzel mi" türü laflarına SİNİR OLUYORUM.

Central London dışında London demem ben, denedim birkaç kez, bir garip geliyor ağzıma/kulağıma. Central London deme nedenim de Central Londra demenin daha da garip kaçması.

Nedir bu London işi anlamadım. Prag'a giderken "Praha'ya gidiyorum" falan mı diyorsunuz, nedir? Komik valla bu insanlar.

Komik insan demişken, Facebook listemde "Mısır'da devrim oluyor, yaşasın devrim, biletimi aldım Mısır'a gidiyorum" türü insanlar var. Referandumda "Yetmez ama evet" diyeceğini bas bas bağıran bu tiplerin bu devrimsever tavırları beni güldürüyor. Gidince Mısır'da başınıza bir bok gelecek, tutuklanacaksınız/yaralanacaksınız, göreceksiniz o zaman devrim denen şey Facebook üzerinden reklam yapmak gibi değil.

Akıl fikir cidden bazı insanlara.

Birkaç ay önce Soho'da Code'a gittiğimden ve orada birinin beni öpmeye çalışmasından bahsetmiştim. O gece bu söz konusu insana kink ile ilgilendiğimi ağzımdan kaçırmış bulundum. Ağzımdan kaçırmak derken, BDSM'den utanmıyorum, sadece bunu öğrendikten sonra bu insan biraz peşime takıldı. Peşime takılmak derken, kinky bir mekana gideceğim zaman "Ben de gelebilir miyim, hiç denemedim ama ilgim var" vs demeye başladı.

Son gördüğümde kendisi gayet sıradan giyimli, ortalama bir insandı. Cuma gecesi Code'da karşılaştık, üstünde göğüslerini beynine fışkırtan bir korse ve yüzünde "Buradaki herkes bana tapıyor" türü bir ifade vardı. Korsenin verdiği özgüvenden midir, insanların korseli haline ilgi göstermesinden midir bilemiyorum; bir önceki görüşümde bütün gece peşimden dolanan, 2 ay boyunca inbox'umu mesajlarla dolduran insan bu sefer bütün gece ne zaman konuşsak umursamaz ötesi tavırlar içindeydi.

Böyle sonradan görmelik yüzünden eskiden gayet ağzının içine baktığı insanların yüzüne bakmaz hale gelenlere de sinir olduğumu belirteyim. Eski arkadaşlarımdan soğumuş olmamın en büyük nedeni bu oluyor genelde.

Bugün amma çok şeye sinir olmuşum ben. PMS halimden olsa gerek.

Hadi bari biraz daha devam edeyim.

Bu London diyen tiplerden birine Londra'da gittiği mekanları sordum, "G-A-Y" cevabı verdi bana. G-A-Y'dan da tiksiniyorum (hayır, gay'i yazıldığı gibi okumuyorum, G-A-Y harf harf okunuyor). Uyduruk pop müzik çalan, uyduruk pop bir insan kitlesinin takıldığı, uyduruk bir mekan. Londra'nın en popüler gay mekanı, dolayısıyla tıklım tepiş bir ortamda dans etmeye çalışan 18-24 yaş arası üniversiteli kitleyle dolu. Kendim de o yaş grubuna girmeme rağmen o yaşta insanlarla pek ortak noktam olduğunu düşünmüyorum yaşına göre çok daha olgun olan bir kaç insan dışında, dolayısıyla o kitleye hitap eden mekanlardan hoşlanmıyorum. Uyduruk poptan da hoşlanmıyorum, club'lardan da. O yüzden birinin en sevdiği mekan G-A-Y olunca çok büyük ihtimalle hiç uyumlu olmayacağımızı anlıyorum.

Martta İngiltere'nin her yerinden insanların katıldığı, über boyutlarda bir Kadınlar Günü yürüyüşü var kadınlara şiddet karşıtı. Facebook'tan mesaj atıp duruyorlar. Katılmayı düşünmüyorum kesinlikle. Geçen organizasyonlardan duyduğuma göre trans insanlara pek sıcak bakılmıyormuş yürüyüşte, ayrıca seks işçilerine karşı da pek olumlu değiller. Erkeklerin katılımına zaten izin verilmiyor. Bu kadar dışlayıcı politika izleyen bir grupla en ufak bir alakam olsun istemem. Keşke daha fazla insan protesto etse, ülkenin en bilinen feminist yürüyüşü böyle saçma sapan ideolojilerin hakimiyetinde olmak zorunda kalmasa.

paris in flames

Birinin Facebook'unda görmem yüzünden 16 yaşımın pek sevilen şarkılarından Thursday-Paris in Flames geldi aklıma. 2006 Ocağı'nda Paris'e gittiğimizi ve sürekli olarak bu şarkıyı dinlediğimi hatırlıyorum Funeral for a Friend-Juneau ile birlikte. Ama şimdi "I think it's gonna rain, rain down" derken belki de Londra'da olduğumdandır, bitmeyen yağmurların şehri Londra ile özdeşleşti kafamda bu şarkı.


Here in this collapsed lung of a borough
There is no sunlight
The sunlight is manufactured in a windowless room
Distant and incoherent
Businessmen hang themselves

We all sing the songs of separation
And we watch our lives bleed out through our hands
That's how it was on the first day
When we saw Paris in flames

Discard this message
Throw this bottle back in the ocean
Rip this page from the history books
Smash all the street signs
Erase all the maps
Forget my name
Forget my face
Forget my name
Because it's going to rain, it's going to rain
And it never ends

Abinin manufactured deyişine bayılıyorum ayrıca. Fena Amerikan aksanı takıntısı var bende, çok seksi buluyorum. İngiltere'ye gelmeden önce İngiliz aksanını seksi bulurdum, ama çevresindeki herkeste bir tür İngiliz aksanı olunca blasé oluyor insan.

Sunday 30 January 2011

sounds good, looks good, feels good too

İngiliz TV kanalı Channel 4 belgeseli The Joy of Teen Sex'i izliyordum az önce. Belgeselde Billie diye bir kız vardı, bu kız kimdir nedir diye bir bakayım dedim, bloguna ulaştım. Bir baktım Cemil İpekçi. Dünya ne küçük cidden.

Bu arada söz konusu belgesel Channel 4 internet sitesinde izlenebiliyor, kesinlikle tavsiye ederim. Üyesi olduğum bir forumda belgeselde gay bir kıza öneri olarak mainstream porno dışında çoğu kadının tercih etmediği bir pozisyon olan scissoring'den bahsedilmesinin ne kadar garip olduğundan bahsedilmişti, o yüzden izledim (2. bölümde bu olay), ama geri kalanı da gayet ilginç.

Türkiye'de de ülkenin en çok izlenen tv kanallarında 16 yaşındaki insanlara spanking ya da oral seks teknikleri öğretilen bir belgesele denk gelebilsek keşke. Seks bu kadar tabu olmazdı en azından, ve insanlar deneme yanılma yöntemini kullanmak zorunda kalmazdı.

we're talking real girl power, not insipid spice girl shit.

Bu aralar essay'lerimin de bitmesiyle bol boş vaktim olduğundan Ekşi Duyuru'da zaman öldürüyorum. Ve bazen gerçekten kanımı beynime sıçratan şeyler görüyorum.

Sorulan soru: "80 dogumlu bırısı olarak, 90ların sonu ortası gıbı sehırlerarası otobuslerde hostes furyasının basladıgını anımsıyorum. Bence sacmaydı (kadının ne ısı var otobuste?). Dayak yıyen yolcular aglayan hostes ablalar falanlar fılanlar ve sonunda da kaldırdılar zaten.
1. Su an artık kalmadı bu dı mı?
2. Varsa hangı fırma ve hatlarda kaldı ?"

Boldladığım bölüme dikkat lütfen.

Verilen cevaplardan biri de bu: "büyük firmalarda var. ancak küçük firmalarda kadınların isimleri kötüye çıktığı için pek görünmüyorlar."

İlk olarak o "kadının otobüste ne işi var" yorumunu gördüğümde henüz soruya cevap veren olmamıştı. Birisi ağzının payını verir diye bekledim, seksist bir insanla tartışmaya girme modunda değildim çünkü. Kimse tek bir laf etmedi, üstelik altına da böyle bir cevap verilmiş.

Kadınların ismi neden kötüye çıkıyor anlamadım? Neden otobüste çalışmasınlar, onu da anlamadım. Taciz olmuyor mu, oluyordur eminim. Ama burada laf edilmesi gereken şey otobüste çalışan kadınlar değil, taciz eden erkekler. "Kadının otobüste ne işi var, taciz edilir, ismi kötüye çıkar" zihniyeti "Kadınların üniversitede ne işi var, tacize falan uğrarlar, en iyisi hiç okumasınlar" demeye benziyor.

İngiltere'de erkekler "This is what a feminist looks like" t-shirtleriyle gezer, yurdum erkekleri "Kadın otobüste neden çalışıyor ki zaten" diye sorar. Bir tanesi de çıkıp demez "Evet, kadınları taciz eden hemcinslerimi kınıyorum". Bir tanesi düşünmez ki "Evet, erkeklerin tacizin yapılmaması gereken bir şey olduğuna dair eğitilmesi lazım, ben erkek bir arkadaşım yanımda kadınları aşağılayıcı laflar edince hoşlanmadığımı belirtiyorum".

İnci sözlük türü bir maço zihniyetin ülke erkeklerinin çoğuna hakim olmasından ve bunun faturasının kadına kesilmesinden tiksiniyorum. Sana ne kardeşim, kadın nerede istiyorsa orada çalışır. "Acaba otobüste çalışsam tacize uğrar mıyım" diye düşünmek zorunda olmamalı kadın. Onun yerine erkekler el ve dillerine hakim olmalı.

Böyle seksist laflar karşısında gerçekten inanılmaz sinirleniyorum. Beni hayatta daha fazla sinirlendiren şey olamaz herhalde. Bu konuda yalnız mıyım, ben mi çok hassasım? Bu bahsettiğim cümle başka kimsenin sinirine dokunmuyor mu?

Medyada, internette vs. en ufak bir seksizm/homofobi belirtisini ne kadar üstü kapalı olursa olsun anında görebiliyorum. Bu özelliğimi bir şekilde kariyere dönüştürebilsem süper olur. Ama nasıl? Hmm..

Geçen gün feminizm dersimde erkeklerin metro, otobüs türü yerlerde sürekli bacaklarını 5 metre açarak oturduklarından bahsediyorduk. Ders çıkışı otobüse bindiğimde gerçekten de yanımda oturan herif benim kapladığımın 2 katı yer kaplamak için özel bir çaba sarfediyordu. Nedir bu davranış bilmiyorum, erkekliğinin altını çizme isteği falan mı? Neyse, dersteki kızlardan birisi böyle bir şey olduğu zaman kendisinin de bacaklarını adam kendininkileri kapamak zorunda kalana kadar açtığını söyledi. Çok mantıklı.

Feminist aktivizm olarak otobüste bacaklarını sonuna kadar açarak oturmak. Tavsiye edilir.