Friday, 19 July 2013

can you find me space inside your bleeding heart

Bu sinema ve müzik ağırlıklı bir post olacak.

Pazartesi günü The Conjuring diye bir filmin ön gösterimine gittim. Dandik bir korku filmi bekliyordum; en azından bedava patlamış mısır ve bira var diye düşünüyordum.

Daha 6-7 yaşındayken gecenin bir yarısı uyanarak Elm Sokağı filmleri izleyen bir insan olarak korku filmlerinden uykusu kaçan biri değilimdir. Şu ana kadar The Entity'i saymazsak beni ciddi dehşete düşüren, izlediğim sıradaki ses efektlerinin de etkisiyle bir iki ürpermeden öte beni etkileyen bir film olmamıştı diyebilirim ("gerçek" gösterilen her şeyin sahte olduğu ortaya çıkana kadar The Fourth Kind'ı da bu kategoriye sokuyordum).

Yalnız yaşamanın etkisiyle mi bilmiyorum ama The Conjuring beni gerçek anlamda korkutmayı başardı. Denk gelirseniz izleyin.

**

Dün de Sandra Bullock ve Melissa McCarthy'li The Heat'in ön gösterimi vardı. Zaman zaman klişe tuzağına düşse de gülmekten yerlere düştüm, bu sene izlediğim en komik filmdi. Mutlaka denk gelin.

**

Birazdan This is the End izleyeceğim. IMDB reytingini ve çok zor film beğenen bir arkadaşımın "Aman Tanrım süper" şeklindeki yorumunu gördükten sonra bu filmi izlemek için sabırsızlanıyorum.

Pazar günü de fazla akşamdan kalma olmazsam Pacific Rim ve The Bling Ring izlemeyi planlıyorum. Haftada beş kez sinemaya gitmek festival dönemi dışı kişisel rekorum olabilir.

**

Salı günü "away day"imiz vardı. İlk kez İngiltere'de rastladığım away day kavramı birlikte çalışan herkesin her yıl bir günlüğüne işi gücü bırakıp ofis dışında eğlenceli bir şeyler yapması oluyor.

Away day'imize sabah okçuluk dersine giderek başladık. Dersin sonunda yapılan yarışmada 12 kişi içinde sonuncu gelerek beceremediğim şeyler listesine bir şey daha eklemiş oldum.

Okçuluktan sonra Hampstead Heath'te piknik yaptık. Londra'da son yedi yılın en sıcak yazının en sıcak gününü yaşıyor olmamız sebebiyle (31 derece) piknik sonrası herkes mayıştı, yapmayı planladığımız "scavenger hunt"ı boş vererek kendimizi en yakın pub'a attık. Masaya ardı ardına Pimm's sürahileri geldiği sırada bir baktık ki önümüzden Ricky Gervais geçiyor. Normalde böyle sağda solda ünlü gören biri değilimdir, hiç bana denk gelmez, o yüzden mutlu oldum.

**

Çoook yıllardır dinlemediğim şu iki şarkı bugün aklımda.

İkisi de mükemmel.





**

Yarın doğumgünüm. 10 yaşıma Amerika yaz okulu dönüşü uçakta girdiğim günü saymazsak (günün sonunda ailemi görebilmiştim) geçen sene ailemden uzak doğumgünümü kutladığım ilk yıldı, sevgilimle Belçika'ya gidip orada kutlamıştık. Bu sene sevgilim yok, Londra'dayım, buradaki en yakın iki arkadaşımla Sonique'in DJ'lik yaptığı bir gay partide kutlayacağım. Ailemin yanında olamadığım ve günün büyük kısmını yalnız geçireceğim için hafif depresif bir moddayım. Bari akşam güzel geçer umarım.

Bu da Sonique için gelsin.



Sunday, 14 July 2013

orange

"Yüzde yüz içime sinmeyen insanla birlikte olmayacağım" prensibini benimsediğim son bir yılı yalnız geçirdikten sonra belki de insanları çok (ön)yargılıyorum, fazla ince eleyip sık dokuyorum diye düşünmeye başlamıştım. O yüzden sadece kafamdaki "ideal insan" tanımına uymuyorlar diye kimseyi reddetmemeye karar verdim. Bu kararla beraber tip olarak pek de etkileyici bulmadığım ve hiç tanımadığım bir insandan gelen yemek yeme teklifini kabul ettim. Kendisine X diyelim.

X ile buluştuğumuz andan itibaren o işin olurunun olmadığı benim için belliydi. Ne fiziksel, ne de karakter olarak çekici buldum ve aramızdaki elektrik sıfırdı. "Bu akşam başka türlü geçmez" diye düşünerek kendimi şaraba verdim, yemek boyunca bana attığı bakışları ve "Bir dahaki sefere de şuraya buraya gideriz" türü imalarını görmezden gelerek yemeği geçirdim. Bir şişe turuncu şarap ve 3-5 aperatif tabağı için 100 pound hesap geldi.

Hayatında hiç görmediği, bir kelime dahi etmemiş olduğu birini oldukça pahalı bir Fransız restoranına yemeğe çağırdığından X'in maddi durumunun yerinde olduğunu varsaymıştım. Yemek sırasında kızın garsonluk yaptığı,  Londra'nın merkeze uzak bir semtinde dört kişiyle ev paylaştığı ve 100 pound'un onun için büyük para olduğu ortaya çıktı.

Onu bir daha görmek istemediğimi bildiğimden ve yemeği ödemesine izin vermemi yanlış anlayabileceğini düşündüğümden kendimi kötü hissettim. Ama maddi durumum onun kadar kötü olmasa da "Alman usulü yapalım" deyip bir akşam yemeğine annemin gece gündüz çalışarak kazandığı parayla 50 pound ödeyecek biri değilim. O yüzden yemek için X'e teşekkür ettim, eve giderken tekrar teşekkür edip yanağından öptüm ve bir daha görüşme tekliflerini geçiştirdim.

Maddi durumu iyi olmayan birinin bu kadar savurgan olmasına anlam veremedim. Cinsel bir beklentiyle böyle bir şey yaptığını sanmıyorum, belki de yalnızlıktan, bir "sevgili" bulma isteğinden, bilemiyorum. Ama o akşamdan beri bu durum aklıma geldikçe vicdan azabı çekiyorum. Öte yandan da içimde bir ses "Eğer parasını böyle saçma bir şekilde harcamak istiyorsa kendi bilir" diyor.

Çıkardığım ders: Seçici olmaya devam.