Bu haftam tamamen bir date'ten diğerine koşturarak geçti. Pazartesi ve salı biriyle buluştuğumdan bahsetmiştim. Her iki akşam da süperdi. Çarşamba gününü evde deşarj olarak geçirdikten sonra perşembe başka biriyle buluştum. Haber vermeden 10 dakika falan geç kaldığı yetmezmiş gibi, özür bile dilemedi. Enerji/mizaç/whatever olarak hiç uyuşmadık, dış görünüşü de bende en ufak bir elektrik yaratmadı. Göğüslerinin neredeyse yemek yediğimiz masaya fışkıracağı derecede dekolte bir üst ve bu kış havasında acayip kaçacak derecede mini bir şort giymişti. Yanımızdan her geçen bize bakıyordu, o derece. Rahatsız ediciydi. Sonra da erkek arkadaşı olduğundan, normalde erkeklerle görüştüğünden ve benim buluştuğu ilk kız olduğumdan bahsetti. Biseksüel olmasına rağmen LGBT komünitesiyle en ufak bir bağının olmadığını söyledi. Biseksüel kadınlara karşı hiçbir garezim olmamasına rağmen çoğunlukla erkeklerle birlikte olan ve kadınlara ara sıra değişiklik olsun diye denedikleri bir tat gözüyle bakan kadınları çok itici buluyorum. Özellikle dyke kimliğinin modası geçmiş bir kavram haline geldiği, queer/"heteroflexible"/"homoflexible"/panseksüel/bilmem ne olmanın cool sayıldığı Londra ortamında eşcinselliğin siyasi boyutuyla hiçbir alakası olmayan tipler beni çileden çıkarıyor. Apolitik olmayı marifet sayan, LGBT toplumu anlayışı olmayan, Londra gibi bir yerde yaşamasına rağmen arkadaş çevresi ve gittiği mekanların tümü hetero olan, eşcinsel kültürünün temel taşı sayılan filmlerden/dergilerden/kitaplardan/sitelerden tamamen bihaber olan insanlara sinir oluyorum.
Neyse, bahsettiğim tüm bu sebeplerden dolayı başağrısı bahanesiyle kalkıp başka bir yere gittim. Cuma günü pazartesi ve salı görüştüm dediğim kızla Imperial War Museum'a gittik. Orada yeterince moralimizi bozduktan sonra (hayvani bir Yahudi Soykırımı sergileri var) Thames kıyısındaki Las Iguanas'ta caipirinha eşliğinde nachos ve burrito yedik. Sonra da BFI'ın barında biraz oturduk. 10'a doğru eve geldim. Güzel bir gündü.
Cumartesi feminist seminer vardı bir tane, ona gittim. İlginçti. Sonra başka biriyle buluşmak üzere Soho'ya gittim (bir önceki post'umda bahsettiğim çiftin yarısı). St.Patrick's Day yüzünden barların hepsi tıka basa doluydu, daha saat 6 olmasına rağmen insanlar sokaklara taşarak Guinness içiyordu. Oturacak yer bulmak için 10 tane falan bar gezmek zorunda kaldık. En sonunda Londra'nın gay sokağı olan Old Compton Street'te bir barın bodrum katında boş bir masa bulabildik. Mekanda bizden başka kadın yoktu, herkes "Yanlış mı geldiniz" modunda bakıyordu. Bas bas bağıran müziğe ve çevremizi saran erkek ordusuna rağmen bar kapanana kadar orada oturduk, konuştuk, karakter olarak ne kadar benzer olduğumuz konusunda hayrete düştük. Oxford Circus metro istasyonunun ortasında ilk kez öpüştük. Eve döndüm.
Yıllardır doğru düzgün öpüşen biriyle karşılaşmadıktan sonra aynı hafta içinde süper öpüşen iki insana denk gelince mutlu oldum. Güzel öpüşmenin sırrı kesinlikle 1-sürekli sakız çiğnemek, 2-dilin dozunu kaçırmamak, 3-acele etmemek, tadını çıkarmak. Uzun zamandır bunlara dikkat eden biri karşıma çıkmıyordu, karşımdaki insan kötü öpüşünce ben de kötü öpüşmek zorunda kalıyordum. Sevindim.