Saturday 24 March 2012

i want to fucking tear you apart

Bir önceki post'umda bahsettiğim D insanıylaydık dün akşam. Akşam 7 gibi buluştuk, Alexandra Palace'ta arabayı park edip süper bir Londra gece manzarasına tepeden bakarak oturduk saatlerce. Bana benim sevdiğim müzikleri dinlemek istediğini söyledi, iPod'umu arabanın hoparlörlerine bağladık. Birkaç gün önceki bir emailimde Şili beyaz şaraplarını çok sevdiğimi söylediğim için soğuk kalsın diye evden çıkmadan buzlukta soğuttuğu bir şişe şarap getirmişti. "Senin hakkındaki her şeyi bilmek istiyorum" dedi, bütün akşam hayatımın ufak tefek detaylarını anlattım. Sonra o anlattı. Geceyarısına doğru Alexandra Palace'ın otoparkı kapanıyordu, en yakındaki 24 saat açık olan Tesco'ya gittik. Otoparkın en ücra yerine park ettik; müzik dinledik, konuştuk, dudaklarımız şişene kadar öpüştük, birbirimize sarıldık. Hayatımın en güzel gecelerinden biriydi. Beni eve bıraktığında saat 4'e geliyordu*. Eve geldiğim gibi yattım, geceyi kafamda tekrar canlandırarak uykuya daldım. Sabah hüzünlü bir ruh haliyle uyandım. Mutlu olmam gerekirken neden depresif olduğumu sordum kendime. O anda kafamda "Ben bu insana aşık oluyorum" gibi bir altyazı belirdi. O kadar güzel bir gecenin geçmişte kalmış olmasının o yüzden içimde bu kadar nostalji yarattığını, D'nin ailesini her zaman benim önüme koyacağına dair bir korku taşıdığımı ve üzülmekten korktuğumu fark ettim. Niye böyle düşündüm bilmiyorum, bana kesinlikle daha az önemliymişim gibi hissettirmiyor çünkü. Aksine, benimle olabildiğince çok zaman geçirebilmek için elinden geleni yapıyor.

Tam ben şu satırları yazarken inanılmaz derecede kalp hoplatıcı bir mesaj geldi mesela.

Aşık olamayan biri olduğumu, hiç aşık olamamaktansa aşık olup sonunda üzülmeyi tercih edeceğimi yazmıştım bir ara. Bu düşüncemin arkasında durmaya ve o riski alıp neler olacağını görmeye karar verdim.

Hadi bakalım.

* Bilmem kaç senedir çılgın eğlense bile gece 12, hadi bilemedin 1'de eve dönen ve yıllardır uyku saati 1'i geçmeyen biriyim diyeyim, siz anlayın.

Wednesday 21 March 2012

heaven is a place on earth with you

Bu aralar 'dating' modunda görüştüğüm iki insan var. Birisi bana günde 300 tane mesaj atan, bir yere gittiğimizde bana hesap ödetmemek konusunda çılgın ısrar eden, sürekli minik sürprizler yapacak kadar düşünceli olan, beni istediğim her yere götüren, beni görmek için her türlü şeyi yapmaya hazır olan, her fırsatta bana dokunmak isteyen biri. Ona L diyelim. Diğeri bilmem kaç yıldır birlikte olduğu ve aynı evi/çocuğu paylaştığı bir partneri olan, bu yüzden en fazla haftada bir kez görebildiğim, her canım istediğinde ulaşmamın mümkün olmadığı, hayatında asla ilk sırada yer almayacağım ve duygusal jestler açısından diğer bahsettiğim insanın tamamen zıttı olan biri. Ona da D diyelim.

L gittikçe duygusala bağladıkça ben ondan soğuyorum. Beni şımartan, inanılmaz düşünceli olan, bir masada karşı karşıya oturduğumuzda hisli hisli gözlerimin içine bakan insan modelini neden bu kadar itici buluyorum bilmiyorum. Ama ilgi duyduğum birisi o davranış biçimini sergilemeye başladığı an tüm ilgimi kaybediyorum.

Öte yandan, D'den bahsedersek, lisedeyken sevdiğim bir arkadaşımın sevgilisiyle birlikte olduğum zamandan beri biri beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Muhtemelen o zamandan beri ciddi ve uzun süreli bir ilişki içinde olan biriyle birlikte olma fırsatıyla karşılaşmadığım için. Karşımdaki insanın aşık olduğu biriyle birlikte olmasına rağmen bana karşı bir şeyler hissetmeye başlaması beni acayip bir şekilde cezbediyor, bugün fark ettiğim kadarıyla (şu anda içinde bulunduğum durumda kimse kimseyi aldatmıyor, yanlış anlaşılmasın).

D'nin eş-iş-çocuk üçgeni içinde olması sebebiyle çok sık görüşemiyoruz dediğim gibi. Bütün gün birbirimize "Seni deliler gibi özlüyorum" temalı emailler atıyoruz. Onu asla tam olarak elde edemeyecek olmaktan mı ne, gerçekten özlüyorum. O özlem hislerimi yoğunlaştırıyor. Her gün görsem belki sıkılacağım bir insanı ilk date'imizden beri göremediğim için o gece hissettiğim 'spark'ı olduğundan daha güçlüymüş gibi hatırlıyor olabilirim. Bilmiyorum. Tek bildiğim 4 yıldır ilk kez gerçekten kalbimi kırabilecek biriyle karşılaştığım.

Gerçekten de kaçan kovalanıyor ve üstüme gelen bende kaçma isteği uyandırıyor.

Sunday 18 March 2012

i predict a riot

Bu haftam tamamen bir date'ten diğerine koşturarak geçti. Pazartesi ve salı biriyle buluştuğumdan bahsetmiştim. Her iki akşam da süperdi. Çarşamba gününü evde deşarj olarak geçirdikten sonra perşembe başka biriyle buluştum. Haber vermeden 10 dakika falan geç kaldığı yetmezmiş gibi, özür bile dilemedi. Enerji/mizaç/whatever olarak hiç uyuşmadık, dış görünüşü de bende en ufak bir elektrik yaratmadı. Göğüslerinin neredeyse yemek yediğimiz masaya fışkıracağı derecede dekolte bir üst ve bu kış havasında acayip kaçacak derecede mini bir şort giymişti. Yanımızdan her geçen bize bakıyordu, o derece. Rahatsız ediciydi. Sonra da erkek arkadaşı olduğundan, normalde erkeklerle görüştüğünden ve benim buluştuğu ilk kız olduğumdan bahsetti. Biseksüel olmasına rağmen LGBT komünitesiyle en ufak bir bağının olmadığını söyledi. Biseksüel kadınlara karşı hiçbir garezim olmamasına rağmen çoğunlukla erkeklerle birlikte olan ve kadınlara ara sıra değişiklik olsun diye denedikleri bir tat gözüyle bakan kadınları çok itici buluyorum. Özellikle dyke kimliğinin modası geçmiş bir kavram haline geldiği, queer/"heteroflexible"/"homoflexible"/panseksüel/bilmem ne olmanın cool sayıldığı Londra ortamında eşcinselliğin siyasi boyutuyla hiçbir alakası olmayan tipler beni çileden çıkarıyor. Apolitik olmayı marifet sayan, LGBT toplumu anlayışı olmayan, Londra gibi bir yerde yaşamasına rağmen arkadaş çevresi ve gittiği mekanların tümü hetero olan, eşcinsel kültürünün temel taşı sayılan filmlerden/dergilerden/kitaplardan/sitelerden tamamen bihaber olan insanlara sinir oluyorum.

Neyse, bahsettiğim tüm bu sebeplerden dolayı başağrısı bahanesiyle kalkıp başka bir yere gittim. Cuma günü pazartesi ve salı görüştüm dediğim kızla Imperial War Museum'a gittik. Orada yeterince moralimizi bozduktan sonra (hayvani bir Yahudi Soykırımı sergileri var) Thames kıyısındaki Las Iguanas'ta caipirinha eşliğinde nachos ve burrito yedik. Sonra da BFI'ın barında biraz oturduk. 10'a doğru eve geldim. Güzel bir gündü.

Cumartesi feminist seminer vardı bir tane, ona gittim. İlginçti. Sonra başka biriyle buluşmak üzere Soho'ya gittim (bir önceki post'umda bahsettiğim çiftin yarısı). St.Patrick's Day yüzünden barların hepsi tıka basa doluydu, daha saat 6 olmasına rağmen insanlar sokaklara taşarak Guinness içiyordu. Oturacak yer bulmak için 10 tane falan bar gezmek zorunda kaldık. En sonunda Londra'nın gay sokağı olan Old Compton Street'te bir barın bodrum katında boş bir masa bulabildik. Mekanda bizden başka kadın yoktu, herkes "Yanlış mı geldiniz" modunda bakıyordu. Bas bas bağıran müziğe ve çevremizi saran erkek ordusuna rağmen bar kapanana kadar orada oturduk, konuştuk, karakter olarak ne kadar benzer olduğumuz konusunda hayrete düştük. Oxford Circus metro istasyonunun ortasında ilk kez öpüştük. Eve döndüm.

Yıllardır doğru düzgün öpüşen biriyle karşılaşmadıktan sonra aynı hafta içinde süper öpüşen iki insana denk gelince mutlu oldum. Güzel öpüşmenin sırrı kesinlikle 1-sürekli sakız çiğnemek, 2-dilin dozunu kaçırmamak, 3-acele etmemek, tadını çıkarmak. Uzun zamandır bunlara dikkat eden biri karşıma çıkmıyordu, karşımdaki insan kötü öpüşünce ben de kötü öpüşmek zorunda kalıyordum. Sevindim.