Hayatta 10 yıldır falan dinlediğim ve o süreç boyunca zaman zaman aklım başka heveslere kaysa da benim için yeri her zaman ayrı olacak olan üç grup var. İlki açık arayla Placebo, 2000 yılından beri hayatımın her önemli anına eşlik eden ve şarkı sözlerini vücudumda istediğim tek grup. İkincisi uzun aralardan sonra bazen birden tekrar dinlemeye başladığım ve her yeniden başladığımda sanki ilk dinleyişimmiş gibi içimde "O kadar görkemli, tanrısal, kelimelere sığdıralamaz bir grupsunuz ki" hissi uyandıran, bilmem kaç neslin birden hayatına dokunan az gruptan biri olan Depeche Mode. Üçüncüsü de ergen aşık ruh halimin favori gruplarından olan ve toplum içinde "Seviyorum" demesi fena halde "uncool" hale geldiği halde delicesine aşık olabilmeyi dilediğimde şu yaşımda bile açıp dinlediğim HIM. Ve fark ettim ki, Depeche Mode dışında, bu grupların en sevdiğim şarkıları hep b-side'lar ya da bonus track'ler: Then The Clouds Will Open For Me, Leni, Slackerbitch, Dark Sekret Love, I've Crossed Oceans of Wine To Find You, The 9th Circle. Gözden kaçanlar kısacası.
Neden öyle acaba?
Saturday, 7 January 2012
Thursday, 5 January 2012
wanderlust
Bir süre öncesine kadar "İngiltere'ye gidip ailemden uzak kalacağıma, iş arama ve ev taşıma + o evi çekip çevirme derdiyle uğraşacağıma, İzmir'de kendi evimin rahatlığında yaşamak ne güzel" türü bir düşünce vardı kafamda. Boş oturmanın, sabahtan akşama dizi izleyecek vaktimin olmasının, ailemin ve genel olarak el bebek gül bebek ev ortamımın tadını çıkarıyordum. Ama son zamanlarda içimdeki İngiltere özlemi bambaşka olmaya başladı. Londra'yı, oradaki yaşamımı ve İzmir'e göre çok sınırlı sayıda olsalar da arkadaşlarımı deli gibi özlüyorum. Bir metroyla şehrin her yerine gidebilmeyi, 2-2.5 saatte Galler'de ya da Paris'te olabilmeyi, evde sıkıldığım zaman Time Out London'ı açıp gay & lesbian event'lere baktığımda her gün en az 5-6 şey bulabilmeyi özlüyorum. Galerilerin, konserlerin, diğer kültür-sanat etkinliklerinin, dünya mutfağının ve kaliteli şarapların elini sallasan ellisi modunda olmasını özlüyorum. İnternetten alışveriş yapılacak milyon tane site olmasını özlüyorum. Londra'ya dönme ihtiyacı duyuyorum deli gibi ve bir an önce.
Uzun süre aynı yerde kaldığımda içime fena bir yerinde duramama hissi doluyor. Orada ne kadar güzel zaman geçirmiş olursam olayım, başka bir yere gitme zamanımın geldiğini hissediyorum. Beni 17 yaşındayken İzmir'den İstanbul'a, oradan Canterbury'e, son olarak da Londra'ya taşıyan his. "Wanderlust".
Türkçe karşılığı olmayan, çok, çok güzel bir kelime. Wanderlust: Yolculuk ve gezmek için duyulan güçlü tutku, dayanılmaz dürtü.
Şu ana kadar içimdeki bu dürtünün ortaya çıkmadığı tek yer Londra oldu. Belki zamanla ortaya çıkar, belki de Samuel Johnson'ın o ünlü sözü doğrudur: "Londra'dan bıkan, hayattan bıkmış demektir. Ne de olsa, hayatın sunabileceği her şey, Londra'da bulunur."
PS. Geçenlerde Masterchef'in Amerikan versiyonunda Cat Cora diye bir şefin konuk olduğu bölümü izlemiştim. Eşcinsel stereotipi bir görünüşü olmamasına rağmen kadını gördüğüm anda "Bu kadın kesin gay" demiştim aklımdan. Wikipedia'dan öğrendiğime göre gayet öyleymiş. Gaydar'ım süper, baktığım gibi anlıyorum valla. Kendimi tebrik etmek istedim buradan.
this is how sue sees it
Glee maratonuma devam ederken aşağıdaki replikleri duydum ve nedense salak salak gülmemi durduramadım birkaç dakika. Sue Sylvester karakterine bayılıyorum. O aksiliği, kötü niyeti, herkesi terslemesi ve çılgın mizah anlayışı beni benden alıyor. Hayatımda bir Sue Sylvester istiyorum.
Bu videoyu daha önce paylaşmıştım, ama bayılıyorum, o yüzden bir daha.
Will: I just want you to know, you can lean on me right now.
Sue: Oh William, I wouldn't dare lean on you—so much grease in your hair I'd probably slide right off.
Bu videoyu daha önce paylaşmıştım, ama bayılıyorum, o yüzden bir daha.
Wednesday, 4 January 2012
what a shame
Bu aralar yine internet alışverişine sardım. Kargoculara kapıyı açmaya üşendiğim için de paketleri annemin iş adresine yollatıyorum. Annem bu sabah işe gittiğinde masasının üzerinde Bimeks'ten bir koli bulmuş. Ben bir şey sipariş verdim sanıp eve getirmiş. Ama ben Bimeks'ten bir şey almamıştım. Kolinin üzerinde annemin adı yazıyor, içinde de 3000 liralık falan 2 tane laptop var. Ben üzümü yiyip bağını sormama taraftarıydım ama annem "Ne alaka" şeklinde Bimeks'i aradı. Kargo için adres etiketi basılırken bir hata yapıldığı ortaya çıktı. Hayallerim yıkıldı.
**
Gündüz Glee izlemediğim zamanlarda Hercule Poirot filmleri eşliğinde örgü örüyorum. Yıllardır arada bir örgü örmeye heves ederim, ama başladığım hiçbir şey bitmez. Bu sefer kazağımı bitirmeye kararlıyım.
**
İngiltere çalışma/iş arama vizesine başvurmak için okuldan bir belgeye ihtiyacım var. 10 Şubat'taki Justice ve Marina and the Diamonds konserine yetişebilmem için belgenin bu hafta gelmesi gerekiyor. PTT'yle gelmesi de üç hafta sürüyor. O yüzden okula email attım kurye ayarlasam ona verebilir misiniz diye. Bugün Noel tatilinden sonraki ilk iş günüydü. Bütün gün bekledim, mailime cevap gelmedi. Kabul, bu işle uğraşan ofis 2 haftalık bir tatilde pek çok mail alıyordur. Ama yüzlerce bile olsa, koca bir iş gününde o kadar insan hepsine cevap verebilir, değil mi?
İşini doğru düzgün yapmayanlar beni sinir ediyor.
Sunday, 1 January 2012
a room of one's own
Dün birisi bana 4 yıl önce gerçekleşmiş bir olaydan bahsetti. Söz konusu olayın başımdan geçtiğini düne kadar tamamen unutmuştum. Hafızamın o kadar derinlerinde kalmış ki, "Gerçekten böyle bir şey olmuş muydu ya" diye sordum kendime, o anı abartısız bir yabancının başından geçmiş gibiydi.
Erken ve gayet ayık sonlandırdığım yılbaşı partisinden sonra eve gelip yatağıma girdiğimde uyku ve uyanıklık arasında gidip gelirken aklıma şu geldi: "O olay şu anda üzerinde yattığım yatakta olmuştu". Bu da hafızam için pek bir şey ifade etmedi. Ama bir kere o düşünce aklıma girdikten sonra bu yatakta yaşadığım şeyleri düşündüm (odasında hiç bir zaman sandalye, koltuk vs bulunmamış biri olarak hayatımın tamamı yatakta geçiyor denebilir). Son derece nostaljik biri olmama rağmen bu düşünce beni sentimental ruh hallerine sürüklemedi. Nedenini düşündüm. İstanbul'da yaşarken aldığım bu yatağım benimle birlikte İzmir'e geldi. Ama sanırım yatağın anıları İstanbul'daki odamda kaldı. Önemli anılarımla ilişkilendirdiğim için benim için değerli olan ve İstanbul'dan getirdiğim objeleri düşündüm. Hiçbiri beni İstanbul'daki odamı kafamda canlandırmak kadar duygusallaştırmadı. O yüzden anıların eşyalarda değil, mekanlarda yaşadığına karar verdim. Ya da belki eşyaları gittiğimiz yere götürebilirken, mekanları arkada bırakmak zorunda kaldığımız için, ulaşılamayan/kaybedilmiş şeyler olarak mekanlar nostalji hissini daha fena tetikliyordur. Bilemiyorum.
Odaların kendi enerjileri olduğuna sonuna kadar inanıyorum. Şu ana kadar bir sürü evde yaşadım ve bazı evler nedensiz bir şekilde bana korkutucu, soğuk ve rahatsız edici geliyordu. Bazılarında da aynı şekilde kendimi çok rahat ve huzurlu hissederdim. Eğer ev ve odaların enerjileri varsa ve o enerjiyi hissedebiliyorsak, neden o etkileşim çift taraflı olmasın? Neden his ve anılarımız o enerjinin bir parçası haline gelmesin?
creature of the night
Bugünlerde sabahtan akşama Glee izliyorum. Dün de Digiturk'te 2. sezon maratonu vardı. Rocky Horror Picture Show'u konu alan bölümü yeniden izledikten sonra bütün akşam kafamda Touch-a Touch-a Touch-a Touch Me çaldı hiç durmadan. Rocky Horror Picture Show çocukluğumdan beri hayatta en sevdiğim müzikal olmuştur, eğer izlemediyseniz mutlaka izleyin. Glee'yi zaten izlemeniz gerektiğinden bahsetmiyorum bile :)
Neyse, şarkının Glee versiyonu bence süper olmuş. Jayma Mays'in "I wanna be dirty" deyişine bayıldım özellikle. Kalp.
Neyse, şarkının Glee versiyonu bence süper olmuş. Jayma Mays'in "I wanna be dirty" deyişine bayıldım özellikle. Kalp.
Subscribe to:
Posts (Atom)