Saturday, 7 May 2011

mentally hilarious

Hiç izlemediğim bir diziden çok hoşuma giden bir quote:

- Doctor, is my brother really insane?
- Mrs Griffin, we don't use the word 'insane', we prefer the term 'mentally hilarious'.


Gayet sesli bir şekilde LOL dedim bunu görünce. Beni laptop başında tek başıma otururken sesli olarak güldüren az şey vardır, yani ciddi hilarious kategorisine girmeyi hak ediyor bu laf.

Neredeyse tüm küfürler seksist olduğundan edecek küfür bulamıyordum, birine 'idiot' derken de zeka seviyesi düşük insanları aşağılayıcı bir terim kullanıyor olmak beni çok rahatsız ediyordu. Artık yerine mentally hilarious ifadesini kullanabilirim. Ama bunun Türkçesi ne olacak?

see the stars, they're shining bright, everything's alright tonight

İlk Depeche Mode konserime gittiğimde 12 yaşındaydım. 2001 Abdi İpekçi konseriydi (ve hatta arkamda Acun Ilıcalı oturuyordu, gereksiz bir bilgi olarak). Hayatımda hiç o kadar insanı bir arada görmemiştim o ana kadar, on binlerce insan vardı. Konser sonlarında hep Never Let Me Down çalar Depeche Mode (hala çalıyorlar mı bilmiyorum gerçi, çok uzun zamandır izlemedim), ve sonunda seyirci kollarını havaya kaldırıp "See the stars, they're shining bright, everything's alright tonight" diye gruba eşlik etmeye başlar. O gece de öyle olmuştu. Ve hayatımda hiç hissetmediğim kadar büyülenmiş hissetmiştim, sanki o gece orada olan insanlarla başka kimsenin bilemeyeceği bir sırrı paylaşıyormuş ve o sır hayatlarımız boyunca bizi birbirimize bağlayacakmış gibi.

İzleyin, özellikle 4.15'ten sonra neden bahsettiğimi anlayacaksınız. O anı ne zaman izlesem tüylerim diken diken oluyor.


Never Let Me Down'ın sonu benim için her zaman Dave Gahan'ın ne kadar tanrımsı bir insan olduğunun göstergesi olmuştur. Bazen keşke 1970'te falan doğsaymışım da, yeni ünlü olmaya başladıkları günleri görseymişim diye düşünüyorum.

I'm taking a ride
With my best friend
I hope he never lets me down again
He knows where he's taking me
Taking me where I want to be
I'm taking a ride
With my best friend

We're flying high
We're watching the world pass us by
Never want to come down
Never want to put my feet back down
On the ground

I'm taking a ride
With my best friend
I hope he never lets me down again
Promises me I'm as safe as houses
As long as I remember who's wearing the trousers
I hope he never lets me down again

Never let me down

See the stars they're shining bright
Everything's alright tonight

mambo no.5



Dün akşam bölümdeki insanlarla ve bizimle birlikte Gender derslerimizi alan bölüm dışı insanlarla essaylerin bitişini kutlamak için Greenwich'te bir TexMex/Küba restaurantına gittik. Evden otobüsle Greenwich'e gitmem (ayağım dün çok fena olduğu için ve metroda hat değiştirirken yürüyecek halim olmadığından otobüse binmiştim) 1 buçuk saat sürdü. Kıçımı yataktan kaldırıp erken gidebilseydim ve ayağım iyi olsaydı Greenwich'teki parka gidip 0 meridyenini yeniden görecektim, ama üşendim. Hatta Westminster'dan nehir turu yapmış olmak için tekne/bot/gemi/vapur ne denirse artık onunla gitmek istiyordum, ama ona da üşendim. Bu aralar bunu yapacağım bir ara hava güzelken.



Londra'nın taa öbür ucundaki (hatta dışındaki) mekana ulaştığımda erken gelen 2-3 insan mojitolarını içmeye başlamıştı. Ortaya birkaç tane nachos, fajitas, sarmısaklı ekmek, zeytin tabağı ve mojito sürahisi söylendi, zaman geçtikte sürahi sayısı arttı, 15 kişinin daha gelmesiyle mekanın tamamını kaplamış bulunduk. Çok ilginç ve eğlenceli bir akşamdı, sırf derste gördüğünüz ve hiç tanımadığınız insanları okul dışında bir ortamda görüp aslında ne kadar tanımaya değer olduklarını fark etmek çok güzel bir şey (hele ortamda alkol varsa iyice dili açılıyor herkesin).



Bu arada kalbime giden yol kesinlikle Tex Mex'ten geçiyor, ilgilenenlere duyrulur. Her gün yesem sıkılmam, Yunan ve İtalyan'la birlikte favori ilk 3 mutfağımdan biri.



Çok eğleniyor olsam da ayağımın acısı beni rahatsız ettiğinden, ve eve çok uzakta, şehrin bilmediğim bir bölgesinde olmanın verdiği endişeyle erken döndüm. Dönüşte yavaş ve yerüstünden giden metromsu bir şey olan DLR'a binmek gerekiyordu önce. Metroya değişmek için Canary Wharf'ta indim, o gri gökdelenler arasında gri bir akşamüstü havasında yürümek burada tarif edemeyeceğim bir duyguydu. Dediğim gibi, çok nadiren bazı mekanlarda hissettiğim ve ait olma duygusuna benzer bir şey hissettim, ama tarif edemiyorum. Bundan sonraki Londra evim o taraflarda olmalı kesinlikle.



Neyse, Canary Wharf'ta metroya bindim. Green Park istasyonunda gerizekalının teki inerken acil durum kolunu çekip kapılar açılınca koşarak kaçmaya başladı. Normalde gereksiz yere o kolu çekmenin cezası var, eğer kalsaydı ceza yiyecekti (ki muhtemelen metro çıkışında durdurulmuştur). Metro şoförü hoparlörü açıp 'Kalacak kadar erkek değilsin, dimi? Ben de öyle düşünmüştüm' şeklinde bağırmaya başladı. Normalde şoförlerin hoparlörle yolculukla alakası olmayan anonslar yapması yasak, ama herif bildiğiniz nefes almak için bile susmadan bir sonraki durağa kadar aralıksız söylendi. Ben indikten sonra kapılar kapandığında duyduğuma göre hala söyleniyordu. Ve herkes sanki bu çok normalmiş gibi gazetesini/kitabını okumaya ya da telefonuyla/iPad'iyle bilmemnesiyle uğraşmaya devam ediyordu. Bu Londralılar ilginç insanlar gerçekten. Kimse kendinden başkasıyla ilgilenmiyor, çok anormal bir şey olsa bile (birisi metroya külotla binse, kendi kendine bağırıp çağırmaya başlasa ya da bir adam bir kadını tokatlayıp dursa bile) kimse kafasını kaldırıp bakmıyor hakkaten. Çok ilginç.

Ben şu satırları yazarken yaşadığım semtin Arap sakinleri Allahu Ekber çığlıkları eşliğinde bir yürüyüş gerçekleştiriyorlar, karşımdaki polis karakolunda çalışan bütün polisler camlara çıkmış izliyor. Eylemin bin Ladin'in ölümüyle bir ilgisi var mıdır bilmiyorum, ama çevremdeki çoğu insan bunun İngiltere'ye bir you-know-what saldırısı olarak geri dönebileceğine inanıyor (blog'umda çeşitli keyword'leri istemiyorum). Aklıma geldikçe korkuyorum.

Thursday, 5 May 2011

the bruschetta post

Birden aşırı boş zaman sahibi olmaktan kafayı yemiş halde Yemekteyiz izledim az önce. Sunucu adam "İtalyanların bıdı bıdı lezzeti 'bruşetta'" diye sundu bruschetta'yı. Bruschetta öyle okunmaz, 'brusketta' şeklinde okunur. Hadi bunu çoğu insan bunu bilmez, bilmemeleri de normaldir, ama yemek programı sunuyorsun be kardeşim. İnsan bir doğrusunu öğrenir.

Hakikaten çoğu insan bilmiyor bunu. Gittiğim İtalyan restaurantlarında çoğu zaman iştah açıcı olarak bruschetta isterken "Brusketta alabilir miyim" dediğimde "Tabii, bir bruşetta" olarak düzeltiyor garsonlar. Hadi İtalyan restaurantında çalıştığın halde 2 sayfalık menüdeki okunuşları öğrenmeye zahmet etmemişsin de, doğrusunu söyleyeni niye düzeltiyorsun? Bir ilginç insanlar.

Bu rant'imi de yaptıktan sonra;

Bugün İngiltere'de seçim sistemiyle ilgili bir referandum vardı. Şu anki first-past-the-post sistemine göre seçimi en çok oyu alan parti birinci olarak çıkıyor. Diğer bir deyişle o birinci parti yüzde 30 küsür oy aldığı halde, yani oy kullananların %60 küsürü tarafından istenmediği halde birinci oluyor. Çünkü o %60 küsür tek partide birleşemiyor. Bunun yerine Alternative Vote adlı ne olduğunu araştırmadığım bir sistem getirilmek isteniyor, ama ne olsa FPTP'den iyi olur herhalde.



thank the universe

Sonunda essaylerim bitti! Son 1 aydır essay stresinden doğru düzgün gezemiyor, blog yazamıyordum (Post sayım olarak uğurlu sayı 777'yi görmek de gözüme güzel görünüyordu gerçi). Gezemiyordum derken oturup evde essay yazmıyordum tabii sürekli olarak (hatta Türkiye'de Rhetoric essay'imi yazdığım 2 gün ve burada geri kalan 2 essayimi yazdığım 4-5 gün dışında yazmaktan çok Word'ü açık tutup net başında zaman öldürmekle geçti zamanım). Ama baktım bu iş böyle olmuyor, ve bu hızla gidersem son essayim yetişmeyecek, çılgın bir essay maratonuna girdim Pazartesi. Bütün günü makale okuyarak geçirdim, Salı sabahı biraz daha okudum, ve öğlen yazmaya başladım. Hayatımın en üretici sürecinden sonra ertesi günün akşamına 20 sayfalık bir adet essay bitirmiştim (uykusuz bile kalmadım, öyle bir ilham geldi). İngiltere'de yüksek lisans programları sınavsız olup essayle not verildiğinden (Sosyal Bilimler öyle en azından), okul tez dışında bitmiş sayılıyor benim için.

Şu son 1 ayı her kendime zaman ayırdığımda, eğlendiğimde vicdan azabı duyarak geçirdikten sonra önümde tezimle ilgili yapacağım röportajlar dışında tamamen boş bir 1.5 ay olması çok acayip bir duygu. Neler yapsam diye düşünüyorum. Bath'a gitmek istiyorum bir. Bir de Brighton'ı özledim. Hatta şu anda "Paris'e gitsem mi ki?" diye bir soru geldi aklıma. Paris süper olur aslında, ama tek başıma olmak istemiyorum.

Son 3-4 günü tamamen interseks üzerine araştırma yaparak/yazarak geçirdim. İnterseksin 1001 çeşidi olduğunu, bazen koca insan olup çocuk sahibi olamadığınızı fark edene kadar interseks olduğunuzu öğrenmeyebileceğinizi öğrendim. Bu sabah korkunç derecede erken bir saatte okula giderken otobüste aklıma şu geldi: Ben kesinlikle cisgendered (hissettiği cinsel kimlikle biyolojik cinsel kimliği aynı olan yani trans olmayan, kısaca 'cis' ve hatta okunuşu da 'sis') bir erkekle birlikte olmam diyorum. Ama 'erkek' sınırını nerede çiziyorum? Trans bir erkekle birlikte olabilirim mesela. İnterseks biriyle de birlikte olabilirim. Ama cis erkekler, HAYIR. Onların beni iten yönü doğuştan sahip oldukları bir penisleri olması mı? Direk feromonları mı bana uyumsuz geliyor? Yoksa hetero erkekler olarak toplumun gay, trans ya da interseks insanlara (ve hatta kadınlara) yaptığı ikinci sınıf insan muamelesini hayatlarında bir kez bile tatmamış olmaları mı beni onlardan soğutan? Bilmiyorum. O yüzden interseks biriyle ne durumda birlikte olmazdım, bilmiyorum. Penisi olsaydı mı? Mikropenisi olsaydı mı? Karmaşık sorular.

Essaylerim zamanında bittiği için Ritalin'e ve genel olarak evrene teşekkür ediyorum.

Benimle Paris'e gidecek insan arıyorum.

Tuesday, 3 May 2011

humble brag

Pazar akşamı bir drag king yarışmasına gittim. Gayet "Hadi artık" modunda yarışmanın başlamasını bekliyordum ki, birden önümde Wendy Delorme belirdi. Eğer blogumu takip ediyorsanız, geçtiğimiz ay London Lesbian and Gay Film Festival pro-sex feminism gecesinde Too Much Pussy: Feminist Sluts in the Queer X Show adlı bir film izleyip ne kadar obsesif derecede filmden bahsettiğimi biliyorsunuz. Dolayısıyla filmdeki başrol oyuncularından birini karşımda görünce nasıl bir şok/starstruck moment yaşadığımı tahmin edebilirsiniz.

Gecenin fotoları daha upload edilmemiş, edilince eklerim, o zamana kadar bununla idare edin.



İşin en uyuz tarafı, her zaman gittiğim bir bar var, Wotever adında. Bu gece performansı olacak gruplardan birinin Fransa'dan gelirken arabası bozulduğundan onların yerine sahneye Wendy çıkacakmış. Ve ben essaylerim yüzünden o kadar sıkışmış haldeyim ki, normalde "Olsun ya 1-2 saat gider gelirim" diyecek olsam bile bu kez gerçekten zor yetişeceğinden gitme ihtimalim yok. Kafamı duvarlara vurasım geliyor. Of.

Son olarak, size "humble brag" kavramından bahsetmek istiyorum. Kendinizi kötüler gibi ya da bir şeyden şikayet eder gibi görünüp aslında övündüğünüzde bu bir adet humble brag oluyor.

Örnek: Şu İstanbul sokakları çok fena, pijamayla kola almaya çıkmış halimin neyine laf atıyorlar bilmiyorum.

Ya da: Amerika turumdan yeni geldim, 11 saat uçak yolculuğu da hiç çekilmiyor, çok fena.

Sunday, 1 May 2011

transformed aviation my ass

Bu aralar boynuma kadar essaylere gömülmüş olduğumdan bu post biraz gecikti.

British Airways'in beni sinir ederek İzmir-Londra seferlerini iptal etmesi yüzünden İzmir'e giderken Pegasus ile uçmak zorunda kaldım. Pegasus Londra seferlerini Stansted üzerinden yapıyor. Stansted Londra'ya çok uzak bir havaalanı olmasına rağmen Sabiha Gökçen'den biraz büyük bir havaalanı oluşuyla kalabalıklar arasında stres olan bünyem tarafından seviliyor. Ayrıca benim için Heathrow'dan sonra en kolay ulaşabildiğim havaalanı, Stansted'e giden easyBus evime 15 dakika yürüyüş mesafesinden kalkıyor, trene metroya vs. bavul yüklemekle uğraşmıyorum. Buraya kadar iyi güzel.

Pegasus'la ilgili şikayetlerim İzmir'e giderken 21.8 kg tutan bagajımdan 18 pound ekstra bagaj parası istemeleriyle başladı. British Airways, THY, ve hatta easyBus'da bile 23kg olan bagaj limiti Pegasus'ta 20 kg imiş. Almanya, Belçika, Hollanda, Yunanistan gibi diğer tüm Avrupa ülkelerinde limit 30 kg iken neden İngiltere 20? Ayrıca yurtiçi uçuşlarda ekstra bagaj için kilo başına 2 euro, tüm Avrupa ülkelerine uçuşlarda 8 euro alınırken İngiltere için 11 euro alınıyor. Ne biçim iş bu? "İnsan Kıta Avrupası'na uçabiliyorsa zengindir, soyalım, İngiltere'ye gidebiliyorsa daha da zengindir, iyice yolalım" türü bir mantık mı?

Aynı mantık uçuşta yapılan serviste de var. Pegasus artık kendini easyJet misali bir bütçe havayolu olarak tanımladığından içtiğiniz suya kadar para alıyor. Ama Pegasus'un İzmir-Londra seferleri 92.99 euro'dan başlarken, easyJet'inkiler onun yarısı bir fiyata başlıyor. Bu durumda insan bir bilete 50 euro ödeyince uçakta yiyip içtiğine para vermeye gocunmazken, 1000TL'ye (evet, son gün uçuş fiyatı buydu) uçak bileti alıp bir de minik bir sandviçle kolaya 20TL vermek saçma sapan bir şey oluyor.

Dönüş yolculuğu hayatımın en fena uçak yolculuklarından biriydi (birinciliği net KTHY ile Londra'ya uçuşum alıyor). Uçak Kıbrıs'tan geliyordu, geç geldi, İzmir yolcularını almadan önce çöpler falan temizlenmemişti. Yemek satışı hem pound, hem TL, hem de euro ile yapıldığından hostesler bozuk bulamıyorlardı, paraları birbirinden ayırt edemeyip iki saat sayıyorlardı, yemek cart'ı abartmıyorum 1. sıradan 15. sıraya 45 dakikada geldi. Sıcak yemek siparişi verenlerin bazıları tavuk isteyip kırmızı etle karşılaştılar, kırmızı et isteyenler yarım saat daha fazla beklediğinden yemek yiyen bir çiftten birinin yemeği bittiğinde diğerininki yeni geliyordu. Bu bahsettiğim kırmızı et-tavuk karışması durumu olduğunda yanımdaki kadın yemeğin et kısmının üstünü açmadan salatayı yemiş olduğundan karışıklığı sonradan fark etti, buna rağmen yemek için para isteyen hostese durumu anlatmaya çalıştı, hostes 2 kelime bile İngilizce konuşamıyordu, kısmen konuşabilen başka bir hostes çağrıldı, bu sırada diğer hostes benim de Türkçe bilmediğimi sanarak "Şu kadına sorsana aklı nerdeymiş o yemeği yerken" türü ters ters laflar etmeye başladı. Sıkıyorsa bunu yurtiçi bir uçuşta Türk birine etsin. Hostesler fena halde profesyonellikten uzaktı, biri orta seviyede İngilizce biliyor, diğer üçü ilkokul 1 seviyesinde bile bilmiyordu. İngiltere uçuşuna İngilizce bilmeyen hostes mi konur?

Saçma sapan şeyler dediğim gibi.

Pegasus'tan hiç hoşlanmıyorum artık. Bu yemek paralı işine girmeden önce çok sever, hep onlarla uçardım Sabiha Gökçen'den İzmir'e. Çok fena saçmalamışlar artık.

Keşke British Airways uçuşları tekrar başlasa da Pegasus'la uçmak zorunda kalmasam.