Friday 13 November 2009

pink love//the clock is ticking without you

Master başvurularım hızla kontrolden çıkmaya başladı. Son 1 haftadır ne kadar stres içinde olduğumu anlatmam mümkün değil. Bütün geleceğim bu haftaya bağlı gibi sanki. Bugün Facebook'ta hiç görmek istemediğim birşey de gördükten sonra bunun üzerine, korkunç bir anksiyete atağı geldi üstüme. Panik atak özellikle demek istemiyorum çünkü panikten çok endişe içinde oluyorum aşırı derecede. Ve "endişe insanı ne kadar daraltabilir ki, anksiyete atağı diye şey mi olur" modunda bir insandım bunu ilk kez yaşayana kadar. Çok çok mutluyum ki yılda 1 falan başıma geliyor, hep de evde oluyorum. Sonra kendiliğinden geçiyor gayet. İlginç.

Bugün danışmanımla randevum vardı. Her hafta düzenli olarak birisini -özellikle psikiyatrist psychobabble'ı yapmayan birisini- görmek çok iyi geliyor. Gerçekten adamın odasından geçici bir özgüvenle çıkıyorum her hafta. Fazla mı asosyalim ben? İnternet dışında en ufak bir sosyal olayımın olmaması - hiç abartmıyorum gerçekten hiçbirşey yok derken- anormal ya da sağlıksız bir durum mu? Deniyorum ama sosyal bir insan olamıyorum, o havadan sudan konuşma/arayıp hal hatır sorma şeyleri falan benim doğamda hiç bir zaman olmadı, zorlayınca da pek olamıyor doğru düzgün. Herkeste doğuştan mı var bunlar? Yoksa herkes nezaketen mi "naber" falan diyor birbirine?

Ayrıca insan önemli bir kargo beklerken ve 2 saat dışında 4 gün boyunca evdeyken kargo o evde olmadığı 2 saatte mi gelir? Kınıyorum.


Storms of petals are pouring down
Pushing their way through our pink love
So many polka dots painted by me
Spreads over universe for you
And I, I want to kiss
Pink love, pink love
I want to kiss
Pink love, pink love
In my mind
I state myself
The clock is ticking without you
Some may say illness
So called, so called love
The sickness of mind

Wednesday 11 November 2009

saviour

Christian Lacroix ve Elly'li bu fotoğraf çekimine bayılıyorum!!

Dün gece 293203. kez Mean Girls izledim. LiLo ne kadar alakasız ve şirin çıkmış bu fotoda.


I continue to drown my sorrows after you are gone
And look around for somebody else to hang my hopes on
In fact it’s easier now that you’re not here
I’m no longer missing you muttering those words in my ear
In my ear, finally my saviour is here
In my ear, finally my saviour is here
I can’t explain the dark expression on my face to the people that I’m surrounded by
You, but you understand me more than most and you let me try
In fact it’s easy now
I’m no longer dreading you muttering those words in my ear
In my ear, finally my saviour is here

"I continue to drown my sorrows after you're gone and look around for somebody else to hang my hopes on". Hayatımı tek cümleyle özetlemek istesem bunu seçerdim sanırım. Şu aralar eski insan bağımlısı ve mutluluğu için başkalarına ihtiyaç duyan halim fazlasıyla geri planlara itilmiş olsa da, aktif olarak aramıyor olsam da gelmesini bekliyorum saviour kişisinin.

Monday 9 November 2009

rabbit heart

Bu senenin 103820. Paris'te geçirilen haftasonundan bu sabah eve dönmüş bulunmaktayım. Uzun, upuzun bir süre Paris'e gitmeyi planlamıyorum bundan sonra. Neden bilmiyorum ama şu son 2 gidişimde de içimde sürekli bir huzursuzluk vardı, yalnız olmamla alakalı olabilir. Metroda, sokaklarda özellikle geç saatlerde insanların -I mean, erkeklerin- insana bir bakışı var ki sürekli bir başıma-bişey-gelmesin-nolur modunda oluyorum, ilginç bir şekilde İstanbul sokaklarının bile daha güvenli bir havası var. Oteldeki resepsiyonistten, en turistik yerlerde çalışan barmenlere, sokaktaki insanlara kadar herkeste bir suratsızlık, terslik, bir anti-turist/anti-Anglofon hava var. Yani en dandik yerde -kesinlikle istisnai, pahalı bir yerden bahsetmiyorum- bir bardak kolaya 6 euro verdikten sonra garsonun yüzünde bi-siktir-git'imsi bir ifade olunca ve bunu bütün haftasonu boyunca girdiği her bar/restaurant/dükkan ıvır zıvırda yaşayınca insan "Eeh al o tavrını götüne sok" demek istiyor cidden. Sonra da İngiltere topraklarına dilini-anladığım-insanların-diyarı diye şükrederek adım atıyor.

Bir de İngilizler'e soğuk derler, çok ironik bir durum gerçekten.

Paris'e ilk gidişimi hatırlıyorum, 7 yaşında falandım; çok, çok etkilenmiştim. O zamandan beri neredeyse her yıl ailemle gittiğim bir yer oldu Paris, her gittiğimde böyle bir aitlik çökerdi üstüme, "Yurtdışında yaşayacak olsam burada yaşamak isterim" diye düşünürdüm, Londra ilk gidişimde nedense çok mesafeli, gri ve umutsuz bir şehir gibi görünmüştü gözüme. Paris'in yeri kalbimde hep başkaydı kısacası. İngiltere'ye taşınınca Paris 2 saatlik bir mesafe oldu benim için, her fırsatta gitmeye başladım böylece. Ama neymiş; turlarla gidilen, 5 yıldızlı otellerde kalınan, hesap babanın cebinden çıktığı için menüdeki fiyatlara bakmadan en pahalı yerlerde yiyip içerek geçirilen Paris gezilerinin tadıyla 49 poundluk öğrenci Eurostar biletiyle gidilen, "Of 80 euroyu bir günde nereye harcadım" diye sinir olunan, metroda kimseyle göz göze gelmemeye çalışarak çantası vücuduna yapışık gidilen haftasonu kaçamaklarının tadı aynı değilmiş.

Ama Paris'in sinemalarının hastasıyım, o ayrı. Hem salonları daha rahat, hem de fiyatları neredeyse buradakinin yarısı. Ayrıca Odeon hala Fransız sinemalarındaki bilet makinesi teknolojisine ulaşabilmiş değiller. Bir de neden bilmiyorum ama bu Fransızlar Twilight'ı 2 gün önce izliyor İngiltere'den? Twilight biletimi 1 ay önceden aldım, heyecanla bekliyorum 20 Kasım'ı, çok kıskandım.

Bir de Coca Cola Light'ın tadı İngiltere'de bok gibi, aşırı karamelli mi ne, nesi garip tam çözemiyorum bir türlü ama içesim gelmiyor hiç. Fransa'dakiler normal gayet.

Onun dışında La Roux iptal olmuştu zaten, bu konuda yorum yapmak istemiyorum sinirlerim bozuluyor. Florence + the Machine çok oha, oha ve ohaydı, Florence şarkı söylemeye başladığı anda çıt çıkmaz bir sessizlikte dinlemeye başladı herkes, çok ilginç ve mükemmel bir deneyimdi gerçekten.


I'm not calling you a liar, just don't lie to me.
I'm not calling you a thief, just don't steal from me.
I'm not calling you a ghost, just stop haunting me.
And I love you so much, I'm gonna let you kill me.

There's a ghost in my mouth and it talks in my sleep,
Wraps itself around my tongue as it softly speaks.

Then it walks, then it walks with my legs,
To fall, to fall, to fall at your feet.
Now but for the grace of god go on,
But when you kiss me I'm happy enough to die.