Thursday 29 July 2010

ingiltere'de üniversite

Ekşi Sözlük'te İngiltere'de eğitimle ilgili gördüğüm bir entry'de postgraduate öğrencilerin düzenli olarak "suçlu gibi imza vermek zorunda oldukları" şeklinde bir cümle gördükten sonra entry sahibine mesaj attım. İngiltere'de üniversite okuyor olduğum 2 yılda böyle bir şey ne kendi başıma geldi, ne başkasının başına geldiğini duydum, ne de okuduğum okulların uluslararası ofislerinde böyle bir şeyden bahsedildiğine denk geldim. Neyse, polis kaydını mı kastediyor olduğunu sorduğumda yazarın cevabı "Son zamanlarda Home Office master öğrencilerinin 15 günde bir, doktora öğrencilerinin de ayda bir öğrenci işlerine gidip imza vermesini istiyor" oldu.

İngiltere'de okuyan ve ülkemiz gibi üçüncü dünya ülkelerinden gelen öğrencilerin öğrenci vizesiyle ülkeye geldiklerinde 7 gün içerisinde polise gidip kayıt yaptırmaları gerekiyor. Adres değişikliği, okul değişikliği vs. gibi durumları da 7 gün içinde bildirmek gerekiyor. Ama böyle ayda bir gidip imza atmak gibi bir durum yok bildiğim kadarıyla, olsa da son günlerde elime geçen 3 farklı üniversiteden gelen onlarca broşürün içinde yabancı öğrencilerin bilmesi gerekenler kısmında polis kaydı, vize alımı gibi şeylerin yanında bahsedilirdi diye düşünüyorum. Bu düzenli imza işinin rutin bir uygulama olduğunu sanmıyorum kısacası (belki kişiye özel ya da okula özel bir durumdur), öyle olsa okulların en azından birinin sitesinde bahsi geçerdi. Bilgisi olan var mı?

Bir de insanların kafasında "İngiltere'ye üniversitede okumaya ÖSS'de doğru düzgün puan alamamış tipler gidiyor, zaten orada okumak Türk üniversitelerine kıyasla çok kolay" gibi bir mit oluşmuş gördüğüm kadarıyla. Mit bu dediğim gibi, kesinlikle yalan.

Birincisi İngiltere'deki üniversitelere kabul edilmek sanıldığı kadar kolay değil. Ben transfer olarak gittiğim için üniversitedeki notlarıma bakıldı, ama normal koşullar altında İngiltere'nin en dandik üniversiteleri bile Türk öğrenciler için İngiliz öğrencilerden çok daha ağır koşullar istiyorlar (en az 5 üzerinden 4 lise diploma notu gibi). Ve bu bahsettiklerim en kolay girilen üniversiteler. Önüne gelen gidip parasıyla okumuyor yani.

İkinci olarak lisans eğitiminin ilk 2 yılını Türkiye'de, son 2 yılını İngiltere'de okumuş biri olarak söyleyebilirim ki İngiltere'de okul bitirmek çook daha zor. İstanbul'da üniversiteye ÖSS'de ilk 3000'e girerek girmiştim, notlarım da bölümün en yüksek notlarındandı. Düzenli çalışmaz, sınava 1-2 gün kala oturur deli gibi ezberler, rahat rahat geçerdim. Sadece hukuk derslerinde "of bu kadar şeyi nası ezberlerim, nasıl geçerim bu dersten" diye içime dert olurdu. İngiltere'ye gelince öyle bir neye uğradığımı şaşırdım ki, en ezber dolu derslerimi arar oldum. Kesinlikle hazıra konulamayan, oturulan yerden geçmeye olanak tanımayan, ezberle not alınamayan bir eğitim sistemi. Bütün kitabı baştan sona ezberleyip soruyu %100 doğru şeyler yazarak bile cevaplamış olsanız, eğer yaratıcı düşünmeyip kendinizden bir şeyler katmamışsanız alacağınız not %30-40'ı geçmez. Her ders öncesi okumanızı yapmak, derste tartışmalara katılmak, sadece sınav öncesi değil tüm dönem boyunca derste işlenen konulardan haberdar olmak zorundasınız. Sadece gerçekleri ve tanımları ezberlemeniz değil; kavramları günlük hayata uygulanabilir şekliyle anlamanız, her şeyi kafanızda evirip çevirerek özgün bir fikir yaratmanız ve bunu o ezberlediğiniz gerçeklerle destekleyip tezinizi sınavda 1 saat içinde giriş-gelişme-sonuç modunda düzenlenmiş halde kağıda dökmeniz gerekiyor. Onu geçtim, essay yazmanın öyle inciği cinciği çıkarılmış kuralları var ki, Türkiye'deki çoğu ünlü akademisyenin tezlerine vs. bakılsa milyon tane plagiarism vakası çıkar eminim. Sanıldığı gibi değil hiç bir şey. O yüzden kimse bana gelip İngiltere'de üniversite Türkiye'den kolay demesin, değil çünkü. Belki İngilizler'e kolay olabilir, ama hayatı boyunca Türk eğitim sistemine dahil olmuş birisi için değil.

Ayrıca "İngiliz üniversitelerinin sadece adı var, Türk üniversitelerinin çoğunda eğitim daha iyi" diyenler dünya okullar sıralamalarına bir baksınlar lütfen; görsünler Türkiye'den hangi okulun adı geçiyor. İlk 200 üniversitede Türkiye'den tek bir okul yok. Böyle 1-2 istisnai vakıf üniversitesi dışında tamamen ezbere ve unutmaya dayanan; eleştirel düşünme yeteneğinden yoksun, okuduğunu kafaya kazımaktan başka şey bilmeyen mezunlar veren bir sistemle ülkem üniversitelerinin o listeye girme umudu yok zaten.

Wednesday 28 July 2010

diplomat's son

Yes, this is a rant.

Cuma sabahı Rodos'a gidiyorum. Yeşil pasaport sahibi olduğum için normalde Schengen Vizesi'ne ihtiyaç duymuyor olmama rağmen Yunanistan çıkıntı gibi ısrarla Schengen Vizesi istediği için geçen hafta bugün vizeye başvurdum. Bugünden başlayarak 1 yıl geçerli olacak Yunan vizeli pasaportum Cuma günü elime geçti. Az önce bugünden itibaren Yunanistan'ın yeşil pasaporta vizeyi kaldırdığını öğrendim. Vizenin yakında kalkacağını bile bile hala başvuru kabul eden, verdiği vizenin başlangıç gününde vize gereği kaldırıldığı ve verilen insan daha Yunanistan'a giriş yapmamış olduğu halde aldığı 60 Euro'yu iade etmeyen Yunan Konsolosluğu'na laflar hazırladım; ama ülkemizin ait olduğu üçüncü dünyada aklındakileri söylemek genellikle suç olduğundan o lafları içimde tutmayı tercih ediyorum.

Yine de bir tanesi kendini tutamıyor ve kaçıyor:

Bu nasıl bir mallıktır ama yani?

Tuesday 27 July 2010

that's so un-PC

Sözlük'te yazmış olduğum "zenci kelimesi ırkçıdır" konseptli entry hakkında bir sürü "neden ki?" tepkisi aldım. Hayatta kullanmadığım, başkası kullanınca da yüzümü buruşturduğum son derece cringeworthy bir kelime olan "zenci"nin ırkçı anlamlar taşıması bana gökyüzünün mavi olması kadar ortada, herkes için bariz olması gereken bir gerçek gibi geliyor; ancak öyle değil galiba. Evet Türkiye'de siyah ırk çok istisnai insanlar dışında olmayabilir, evet Türkiye'yle Amerika'nın tarihi aynı değil, ama yine de zenci de en az nigger kelimesi kadar küçültücü ve ırkçı bir kelime benim için. Bir kere homofobi konusunda olduğum gibi ırkçılık konusunda da aşırı duyarlıyım; birine ırkçı bir laf edilmese de, bir hareket yapılmasa da sokakta görüp "aa zenci" diye bakıp durmak, başkasına göstermek benim bakış açımda tamamen ırkçılık. Birini ırkı, rengi, cinsel eğilimi, bilmemnesi yüzünden etiketlemeyi ya da hilkat garibesiymiş gibi yürürken görünce dönüp bakma gereği duymayı ayrımcılık sayıyorum. Bu yüzden zenci kelimesinin kesinlikle nötr bir söylem olduğuna inanmıyorum. Aynı nedenden dolayı özürlü kelimesini kullananlardan da hiç hazzetmem. Political correctness (PC) manyağıyım, evet.

PC deliliğim İngiltere'ye taşındığımda doruk noktasına ulaştı. "Bunun neresi offensive ki?" gözüyle baktığım kelimelerin (cüce yerine vertically challenged gibi) PC olmadığını, halk içinde kullanılınca garip bakışlara hedef olunduğunu fark ettim. O yüzden artık Türkiye'de fena halde mevcut olan political incorrectness sinirime dokunuyor, gözüme çarpıyor.

Zenci kelimesini kullananlar bana uzak olsunlar o yüzden.

Bakılası: Stereotyping People by Their Favourite Indie Bands

Justice: Bros who, at one point in their lives, have tried to grow a mustache.

Çok güldüm buna The XX'teki keffiyeha muhabbetiyle birlikte. Priceless.

i'm obsessed with the mess that's america

Genelde sağda en hazzetmediğim insanları "Bence bu insanı ekleyin" modunda gösteren, listemde formaliteden duran ve en ufak bir konuşma isteği duymadığım insanlara mesaj atıp bu aralar neler yaptığımı haber vermemi öneren Facebook'un yeni fonksiyonu da fotoğraflardaki tag'lenmemiş yüzleri bulup tag'lettirme denemesinde bulunmak anlaşılan. Facebook'umu açtığımda karşımda Kate Moennig'in yüzü vardı ve altında da "Whose face is this?" yazıyordu. Gülümsedim.




Kavak Yelleri ne kadar gereksiz bir dizi, ve Aslı Enver ne kadar güzel bir kadın.

Hava çok sıcak, İzmir'in en nemli günüymüş bugün. Yatak odasında klima gece boyunca açık, salondaki klima da salona adım attığımdan uyuduğum ana kadar sürekli açık, ama sanki klimalar bile soğutamıyor gibi. Dışarı çıkmak zorunda olan İzmirliler'e acıyorum o yüzden.

Eve kapanmamın asıl nedeni olan essayime el atmam gerekiyor bugün, ama çooook üşeniyorum. Okulsal işlerle aylarca ilgilenmeyince normalde çok kolay olan şeyler bile zor geliyor insana, beyin uykuya yatmış oluyor çünkü. Can't tell you how much I've been dreading writing this essay.

Cuma sabahı Rodos.

Bugünlerde aklıma takılan şarkı Marina and the Diamonds-Hollywood.



Marina Diamandis çok güzel görünüyor klipte. I do so love brunettes.

Monday 26 July 2010

here comes a feeling you thought you'd forgotten

Haftasonu Çeşme'deydim. Cuma öğleden sonra yola çıktığımızda arabanın termometresi dışarıdaki hava sıcaklığını 45 derece olarak gösteriyordu. Gerçekten de nefes alınamayacak derecede nemli ve iç bayıcı derecede sıcak, Temmuz'da Florida modunda bir havaydı (eğer içinizde Florida ya da benzeri bir yere gitmiş olan varsa nefes alınamayacak derecede nemli deyişimin mecazi olmadığını biliyordur). Yiyecek bir şeyler almak için Güzelbahçe'deki balıkçılara uğradıktan sonra Çeşme'ye gittik.

The L Word'ün Lobsters bölümünü geçenlerde tekrar izlediğimden beri (ki 2 aydan çok falan oldu) canım fena halde ıstakoz çekiyor. İzmir sınırları içindeki hiç bir balıkçıda da bulamıyoruz, çok nadir geldiğini söylüyor balıkçılar, nerede bulunabilir bilen var mı?

Neyse, fena halde ahtapotlu bir akşam yemeğinden sonra içki faslı başladı. Ne dışarıda ne de evde, yemekle alkol alan biri pek olmamışımdır. Lisedeyken evde alkol sadece bir şeye moralim bozulduğunda ya da aşırı iç bayıcı bir gün geçirmişsem bilgisayar karşısında otururken alırdım. İstanbul'da üniversite yıllarım boyunca buna evde boş oturmaktan sıkıldığım akşamlar da eklendi. Ama en çok Taksim öncesi evde geceye hazırlanırken içerdim. İngiltere'ye taşındığımdan beri sıkılınca ya da sinirim bozulunca (zaten pek sinirim bozulmaz oldu) alkol almıyorum, evde alkol alma huyum sadece dışarı çıkma öncesi hazırlanırken içmekle sınırlı. Bunu İzmir'de de yapıyorum, asla hafif tipsy olmadan evden çıkmam (tamamen ayıkken sosyal olamıyorum çünkü). Evde ne içmeye başlamışsam çıkarken ondan yanıma alır, yolda da içmeye devam ederim. İngiltere'de genelde Strongbow içerdim sert içkilere hemen başlamamak için, Türkiye'de o ihtimal olmadığından diyet kola ve o dönemdeki favori içkim neyse onu tercih ediyorum (lisede bourbon, üniversite 1-2'de vodka, daha sonra Bacardi, sonra yine bourbon, son günlerde ise gin). Böyle yaptığımda dışarıda daha az içtiğimi, markası belirsiz dandik içkilere bir dolu para vermek zorunda bırakılmadığımı ve o alkol buzz'ını evde hazırladığımdan her şekilde daha dandik olacak içkilerle yakalamaya çalışırken midemin içine etme olasılığımın daha düşük olduğunu fark ettim. Yani elimde 500 ml'lik bir diyet kola şişesiyle beni dışarıda görürseniz nedeni budur. Bu alışkanlığa sahip başkaları da var mı merak ediyorum.

Konudan sapmadan önce bahsetmeye çalışıyor olduğum üzere diyet kolalı gin'imi hazırladım, the Cranberries konseri için Seaside'a doğru yola çıktık. Konser ilginç bir şekilde tam saatinde başladı, 25TL olan gin'imin içine beni bile "oww çok alkollü bu" yaptıracak derecede çok gin koymuştu barmen, ama zaten girişe 160TL aldıktan sonra bir içkiye 25 de çok yani. Evet Çeşme standartlarına göre ucuz biliyorum, ama şişesi o kadar zaten be kardeşim. İşte böyle soyguncu işletmeci zihniyeti yüzünden evde içmeyi seviyorum, böyle tiplere oturdukları yerden para kazandırmak hoşuma gitmiyor.

Genel olarak konser güzeldi. Ama asıl bahsetmek istediğim şey konserdeki insanlar. Solumda bana gece içinde 500 kere omuz atan ve içkimi üzerime döküp duran, bir 100 kere de sigarasıyla beni ve elbisemi yakan, üstelik de bir kere olsun özür dilemeyen gerizekalı bir kadın vardı. Farkında bile değildi kadın yaptıklarının. Görüp de "İngiltere'de böyle şeyler olmazdı asla" dediğim şeylerin kilometrelerce uzunluğa ulaşmış listesine eklendi bu olay. Ayrıca konser, club vs türü ortamlarda sigara içilmesine fazlasıyla karşıyım. Tamamen açık alan bile olsa insan diğerlerine saygıdan içmemeli. Evet ülkem insanında kendinden başkasını düşünmek ya da saygı gibi bir şey kesinlikle yok, ama insan bari içecekse de adam gibi içer, yukarıda tutar başkasını yakmayayım diye. O bile yok insanlarda, vahşi ormanda yaşayan hayvanlar gibi toplum içerisinde nasıl davranılacağından habersizler. O yüzden tıklım tıklım olunan yerlerde sigara içmek açık hava da olsa yasak olmalı.

Yine üçüncü dünya ülkesinde olduğumu gözüme sokmak istercesine elektrikler kesildi Cumartesi günü. O sırada pilini çıkarmış olduğum ve prize takılı olan netbookum ise bir daha açmamak üzere hayata gözlerini yumdu. Eve geldiğimde formatlamak zorunda kaldım, her şeyim silindi, ama sanırım düzeldi.

Netbookum bozulunca sıkıntıdan kafayı yemem sonucu İzmir'e erken dönmeye karar verdik. Yolda Reyhan'ın Ananaslı Bademli İnci Pasta'sından aldık, tavsiye ederim, tam yaz günlerine göre. Bugünlerde beyaz çikolata sever oldum, beğendim o yüzden. Ondan sonra the Last Airbender'ı izledik. Skins'in Anwar'ı Dev Patel mükemmel olmuş, Twilight'daki adını hatırlamadığım çocuk da yüzündeki o sürekli acı çeker ifade olmadan gayet şirinmiş aslında. Ama AFM'nin dandikliğinden mi, yoksa 3. boyutun sonradan eklenmesinden mi bilmiyorum, filmin 3D hali 3. boyut en ufak bir şekilde fark edilmeyecek derecede kötüydü. Hani paranıza yazık, gidin 2 boyutlusunu bulun öyle izleyin, o derece.


Bugünlerde sürekli Horchata dinliyorum. Aslında tam aksi olmasına rağmen bence tam bir yaz şarkısı. Bu sıcakta içilmeyeceğini bilsem de horchata içesim, günbatımında plajda oturup dinleyesim geliyor.