Saturday 29 May 2010

beware of the plastics

Önceki gün ilk kez Formspring'e baktım. Twitter'la birlikte (celebrity olmadığın sürece kim niye senin sürekli ne yaptığını bilmek istesin ki) dünyanın en gereksiz sitelerinden oldğunu düşünüyorum. Soru sorma kısmıyla bir problemim yok, hatta arkadaşlarıma durup dururken "Hadi bana bişey sor" yapmam oldukça sık görülen bir durumdur. Anlam veremediğim kısmı anonim olma potansiyeli (anonim olmasa bir anlamı yok zaten, kimliğini göstererek sormak isteyen başka bir şekilde zaten sorabilir). Anonimlikten nefret ediyorum. Başkası hakkındaki düşüncelerini o kişinin yüzüne söylemeye cesareti olmayan insanlara saygı duymuyorum. Mean Girls'deki "I love your bracelet, where did you get it" yapan Regina George misali sinir olduğu insana gidip "Aa Zerofeelings süpersin bloguna bayılıyorum" yapanlar bir, Formspring gibi yerlerde anonimlik arkasına saklanıp gıcık olduklarına saydıranlar iki. Eğer birini kırmaktan zevk alacak kadar gelişmemiş karakterliyse bir insan, kendi kırılmaktan korkup adını vermemesi anlaşılabilir sanırım. God knows böyle insanlardan sürüyle var ortalıkta. İşin anlaşılamaz kısmı insanlar neden kendilerini böyle tiplere hedef haline getiriyorlar? İnternet celebrity'si olma hevesi falan mı? "İlgi çekiyorum" diye kendi egosunu şişirmekten başka hiç bir amaçla insan bu derece taşlanmaya gönüllü olmaz çünkü. Blog'umda anonim yorumlara hiç bir zaman izin vermedim mesela, çünkü beni üzmek isteyebilecek insanların varlığının farkındayım ve hareketlerinden sorumlu olmayacakları şekilde bana ağzına geleni söyleyebilecekleri bir ortam yaratmak istemiyorum. Bazı insanları anlamıyorum.

Friday 28 May 2010

blue american

Placebo'nun Black Market Music albümündeki en sevdiğim şarkıydı Blue American. Albümün göze çarpmayan şarkılarından da olsa özeldi benim için, neden bilmiyorum. Black Market Music de favori Placebo albümüm olmasa da benim için en özel albümleri, grupla o albümle tanıştığımdan olsa gerek.

Deli gibi Placebo sevdiğim, deli gibi herhangi bir şeyi sevebildiğim günleri özlüyorum. Evet, Placebo hala tüm zamanlarımın favori grubu, ama o obsesif sevgiyi hiç bir şeye duymuyorum çook uzun zamandır. Sabah uyanınca ilk kez Brian Molko'nun yüzünü göreyim diye tavana posterlerini astığımı, gazete ve dergilerde gördüğüm her Placebo haberini kesip sakladığımı, televizyonda görünce (ki o zaman -2000 falan- Placebo'yu televizyonda görme olasılığı çok çok azdı) heyecandan kalbimin sıkışıp nefes almakta zorlandığımı, bütün gün her boş zamanımda Brian'la tanışma hayalleri kurduğumu, sabahtan akşama fanfic okuduğumu, bir sürü para ödeyip üye olduğum Placebo Fan Club'tan üyelik kartım geldiğinde nasıl mutlu olduğumu, Placebo konserlerinin mutluluktan ağladığım nadir zamanlar olduğunu hatırlıyorum; bunları özlüyorum. 9 Aralık 2000 konserini özlüyorum en çok, ve bir şeylere takabilmeyi.



I wrote this novel just for you
It sounds pretentious but it's true
I wrote this novel just for you
That's why it's vulgar
That's why it's blue
and I say, thank you

i no longer hear the music

Gece tam uyku ve uyanıklık arasında çok alakasız şeyler aklıma gelir genelde. O anda "aa evet ya" dediğim fikirleri sabah saçma bulur ve o yarı uyur aklıma çok mantıklı gelen planları günün ışığında hiç uygulamaya koymam. Dün gece gayet alakasız bir şekilde aklıma son zamanlarda arkadaş, hoşlanılan insan, sevgili vs seçimlerimin ne kadar eskiden farklı olduğu geldi. Eskiden insanların ne giydiklerine, kimlerle arkadaş olduklarına ve özellikle ne dinlediklerine çok dikkat ederdim. Benim bildiğim her grubu bilmeyen, izlediğim şeyleri izlemeyen, benim gibi giyinmeyen insanlarla alakam olamaz sanırdım (oh god how shallow diye düşündüğünüzü tahmin edebiliyorum). Dün gece fark ettim ki artık böyle şeylere takılmıyorum. Şu anda hayatımdaki insanların çoğu müzik zevki, eğlence anlayışı, giyim tarzı falan gibi konularda benimle tamamen alakasız insanlar. Karşımdaki insanla konuşabildiğim sürece bunlar önemsiz geliyor.

Konuşmak demişken, kafamda bu aralar en çok yer kaplayan konular siyaset felsefesiyle kültürel, feminist ve queer teori. Ama malesef okul dışında hiç o konularda oturup konuşabileceğim, tartışabileceğim birine rastlamadım. Ben bile 1 aya mezun olacağım bölüm olmasına rağmen siyaset teorisi hakkında kendimi "uzman" görmüyorum, o yüzden insanların bar masası muhabbeti olmamasını anlayabiliyorum, ama insan en azından kendi ülkesinin siyasi durumuyla da mı hiç ilgilenmez, o kadar mı dünyadan bihaber ve bu bihaberlikten -aslında tam bir cehalet örneği olduğu halde- gurur duyarak yaşar? Garipsiyorum.

Bir diğer garipsediğim olgu da insanın nasıl kadın olup da feminist olmayabileceği. Gerçekten insan nasıl kadın olur ve feminist olmaz aklım almıyor. Feminist kelimesine o kadar antipatik anlamlar yüklendi ki, artık genç kadınlar kendilerini "feminist" olarak etiketlemeye korkuyorlar. Lady Gaga'nın "Feminist misiniz" sorusuna verdiği cevap: "I'm not a feminist - I, I hail men, I love men." Feminizm=erkek nefreti gibi zavallı bir stereotype var insanların kafasında. Kadın ve erkek eşitliğine inanıyorsanız feministsiniz, it's as simple as that. Dolayısıyla onlar doğmadan önce yollarını açan feministler olmasa şu anda üniversitede okumak değil evde çocuk ardına çocuk doğurup kocasına yemek pişiriyor olacak olan yaşıtlarımın "Hayır ben feminist değilim" triplerine çok sinir oluyorum, bana uzak olsunlar mümkünse.

Queer ve gender theory hakkında da insanların bir fikri olmamasını garip buluyorum. Queer theory ile ilgilenmek için eşcinsel olmaya gerek yok, cinsellik ve cinsiyetini kimse mi sorgulamıyor acaba? "Ben %100 kadın hissediyorum, cinsiyetimi tabii ki sorgulamıyorum" diye düşünen insanlar kadın nedir, kadın hissetmek nedir, "cinsiyet" denen şey olmasa ben yine böyle mi hissederdim, neden erkekler ağlamasın/makyaj yapmasın ki falan gibi şeyleri hiç sormuyorlar mı kendilerine? Kimse cinselliğini, neden kabul edilen cinselliğin hetero ve vanilla (=bdsm ve türevi şeyler içermeyen cinsellik) olduğunu, cinselliğin başka şekillerde de ifade edilebileceğini düşünmüyor mu? Garip işte.

same sex, different city


Sabahın 5 buçuğunda nedense tamamen uyanık bir şekilde gözlerimi açtım bugün. The L Word'ü baştan yeniden izlemeye başlamıştım geçen gün, o saatten beri izliyorum. Kadınlar arasındaki ilişkileri bu kadar iyi yansıtan, karakterlerin o anda neler hissettiğini tamamen anlayabildiğim, kendimle bu kadar özdeşleştirebildiğim başka bir dizi daha yok sanırım. Ama Alice o kadar sarışın olmasın lütfen. Ve Lara çok güzel.

"When you got two people, they got the same equipment, and they both know how to treat it, how can anybody of the opposite sex compete with that? That's how they get ya."

Thursday 27 May 2010

take your wings outside, you can't fly in here

Önceki gece finalim yüzünden 3 saat uyumuştum, o kadar uykusuz kalmışım ki dün gece 1'e doğru yatıp bugün 1'e doğru uyandım. Uyumayı seviyor olsam da günün yarısını uyuyarak harcamak sinir bozucu.

Uyandıktan sonra ilk iş yatağın yanında yerde duran laptopumu açtım, eğer Yağmur bunu okuyorsan para yattı mı diye daha kontrol etmemişler ama odamızı zaten bizim için ayırıyorlarmış. Daha sonra Lisa'ya doğumgünü hediyesi almam gerektiği aklıma geldi, dışarı çıkmaya fena halde üşenen bir insan olduğumdan Amazon'a bakmaya karar verdim. Ona hediye bakarken kendime mega şirin bir Etnies ayakkabı buldum ve tabii ki dayanamadım. Maillerim arasında mytheresa'dan gelen bir mail vardı, "yeni Marc by Marc Jacobs çantalar geldi" şeklinde. Mailde gördüğüm bir çantanın Etnies ayakkabılarımla ne kadar güzel duracağını düşündüm, ama bütün çanta fonumu Balenciaga'ya ayırdığımdan bu aralar MbMJ bir çantaya 250 euro verme ihtimalim yok. İndirime girerse belki, ama mytheresa pek indirim yapmıyor. Metalik şeylere fena halde zaafım var, görünce kendimi tutamıyorum.




Cumartesi sabahı son sınavım var, John Rawls'un adalet teorisi, Robert Nozick'in minimal devleti ve Susan Okin'in feminist eleştirisine çalışmam lazım o zamana kadar. Cumartesi sabaha sınav koyan insanları kınıyor olsam da yarın olmasından daha iyi sanırım.

Pazar günü Londra'da drag king competition var ve biletimi önceden almış olduğum için oy kullanma şansım olacak. Dünyanın en seksi kadın modeli olan drag king'ler neden bu kadar az bulunuyor Avrupa sınırları içinde emin değilim, drag queen'ler bu kadar her gay bar'a 5 tane falanken. Türkiye'de hiç drag king görmedim mesela, hep queen. Londra'da da ayda yılda bir olan event'ler dışında pek yoklar ortalarda. Amerika'da çook var oysa.

Amerika'ya gitme isteklerim depreşiyor bu aralar. Aslında Ekim gibi falan buradan gidesim var, uçak biletleri buradan daha ucuz, ama vize almaya üşeniyorum. Amerika vizesi sadece Ankara'dan alınıyormuş gibi bir şey duydum geçenlerde, yaz sıcağında sırf vize almaya Ankara'ya gitme ihtimalim sıfır malesef. Acaba buradan alabiliyor muyum? Bazı konsolosluklar yurtdışında bile yaşıyor olsan sadece vatandaşı olduğun ülkeden almana izin veriyor.

Paris'e gitmeme az kaldığını fark ettim, 3 hafta kalmış. Disneyland Paris'e bayılıyorum, orada yaşayabilsem keşke. Acaba Fransızca bilmeyen bir Politics and International Relations ve Gender and Sexuality mezunu olarak orada iş bulabilme ihtimalim ne kadar?

Wednesday 26 May 2010

it's the way that we live... and love.


10 gündür 4 kere gelip evde olduğum halde teslim edilmeyerek Royal Mail faciası kurbanı olan The L Word DVD'lerim sonunda elime ulaştı. Günlerdir Royal Mail'e şikayet mail'i atıp duruyor olmamdan olsa gerek bu sabah 8.50'de evden çıkarken kapımın önünde yerde duruyorlardı (normal posta saati 12.00). Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam.

Amazon'un fena halde hastasıyım. Normalde £89.99 olan The L Word Series 1-3 box setini öğrenci indirimi de dahil olmak üzere £23'e aldım (gerçi bu hafta fiyatı £51'e çıkmıştı). En süperi ise gönderim ücreti almadan aldıklarınızı ertesi gün ulaştırmaları. Dün öğleden sonra 2'de verdiğim siparişler bugün öğlen elimdeydi. Mükemmel.

İşin dandik kısmı box set'in kutusunun gayet siyah olması. Evet, zaten bilgisayarımda bulunduğu halde sırf convention'da imzalatayım diye aldığım DVD'nin dışı gayet simsiyah. 6 kişiye imzalatılası yer yok kesinlikle. İçindeki ayrı DVD'leri imzalatayım desem onların da dışı şeffaf bir şeyle kaplı, bir şey yazılamaz yani üstüne. Of ve of.

Tuesday 25 May 2010

mucize?

Ortaokuldayken Mor ve Ötesi çok severdim, bugün bu geldi aklıma. Bırak Zaman Aksın albümleri ne kadar güzeldi, sonradan ne kadar bozdular. 23 severdim en çok o albümde. Bana fazlasıyla 14 yaşında, her gün servisle 1,5 saat Mavişehir'den Güzelbahçe'ye Avni Akyol'a gittiğim günleri hatırlatıyor, o anki Simin takıntılı platonik aşık ruh halime geri dönüyorum dinledikçe (yüzünden başlasam gitmeye uzaklara). O zamana geri dönüp Bir gün kendimi bırakıp sana anlatsam ne olduğunu, neden sözleri unuttuğumu, yuttuğumu diyesim geliyor ona. Kilise Sokak'tan günbatımında Kordon'a çıkışımızı, ele ele yürüyerek Konak viyadüğün oraya gelmemizi, "daha 3 saatimiz var" dediğini, sonra gittiğimiz evde uyumak istediğimi ama o gider diye uyumaya korktuğumu, gitmemeye söz verdiğini, korka korka uyuyakaldığımı, uyandığımda hepsinin rüya olduğunu anladığımı hala en ufak detayına, tüm renklerine kadar hatırlıyorum.

Bir diğer favorim de Mucize.. Titreyen sese, dandik kayıtlara bayılıyorum.



"Güneş doğdu ruhuma, sustum, umudumu gördüm onda. Bir şey bilsem söyleyeceğim seni sevdiğimden başka. Aptallığın bile tam bana göre, çocuksun sen de, yok yok yok, bu mutluluktan ağlayacağım şimdi, yapma. Mutfakta çıplak ayak sesin, huzur mu bu, mucize arzusu.."

agony & irony

Yılın belirli dönemlerinde nedense Alkaline Trio'ya sarıyorum fazlasıyla. Lise yıllarımın en dinlenen gruplarından olan alkalin üçlüsünü 1 Haziran'da 2. kez izleme fırsatım olacak (ilk izlediğimde mega sarhoş olduğumdan pek hatırlamıyorum konseri), ve bu seneki Alk3 takıntım konser öncesi bir döneme denk geldiği için mutluyum. O gün aynı zamanda Lisa'nın doğumgünü ve konser öncesi the Hawley Arms'da the Mighty Boosh'tan birilerini görmeyi umarak bir şeyler içmeyi planlıyoruz.


Ekim ayındaki Londra Yeasayer konserine bilet aldım. Yarın gece Londra'da konserleri var aslında ama 2 saat yol gitmeye pek üşeniyorum bugünlerde, ayrıca tek başıma gittiğim konserlerde sıkıntıdan abartı içip konserden bir şey anlamıyorum, o yüzden Ekim'i beklemeye karar verdim.

Salak Royal Mail zavallı the L Word DVD setimi kaybetti sanırım. Amazon'dan geçen hafta 24 pound'a aldığım set bugün 51 pound, o yüzden 2. kez alamıyorum. Eğer bu hafta içinde Royal Mail'den DVD'lerin kaderine dair bir mail gelmezse Amazon'u arayıp paramı geri istemek zorunda kalacağım. Posta şirketlerine sinir oluyorum.

Yarın sondan bir önceki sınavım olan Modern Classics of Comparative Politics var. 5 down 2 to go.

you're disgusting, i won't miss ya

Az önce sözlüğü açtığımda sol başlıkta gözüme çarpan "iki biraya kendini siktiren taksim kızları" başlığını görünce "yok artık" diye düşündüm. Başlıktaki ilk entry şu, yazarı angrboda:

"1.taksim barları sürtükleridir, iki bira ısmarladığınız zaman eve atarsınız bu kaşarları. sevgilileri oldugunu sonradan ogrenirsiniz, sevistikten sonra bu yaptıgımız dogru degil klişeleri falan. dünyanın en dürüst orospusudur.

bunların level atlamısları ise sevgililerine aldattıgını itiraf eder, moda galiba.

45 lik, mojo, soho, line gibi barlarda takılırlar. bunlar bazen barların kapısının onunde ağlayarak telefonla konusurlar, kiminle konustuklarını bilmiyorum. gerizekalılar."


Benim buna ilk tepkim "Bu nedir yaa?" oldu. En garip kısmı da altına yazılan 15 entry arasında çoğunun "oh yes evet abi Taksim saksocuları" modunda olması. Ne yazsam diye düşündüm, "Ne kadar mal bi insansın sen"den başka diyecek şey gelmedi aklıma, hissettiklerimi kelimelere dökemedim. Bu entry zaten düşündüklerimi kısmen açıklamış:

"15.hayattan ve sevişmekten keyif alan kızlardır sadece toydurlar. bütün bu toy hanımlara buradan sesleniyorum; jargonu kaşar, orospu, kevaşe olan kompleksli türk erkekleriyle yatmayın. zaten erken boşalırlar, e dur daha noluyoz olursunuz. kimseye de bişey ısmarlatmayın, hesabınızı kendiniz ödeyin. prensipli sevişin hani.

(icimdengelsekeske, 25.05.2010 14:22)"


Hayır yani gerçekten insanların "iki biraya kendini 'siktiren' taksim kızları" gibi bir başlık açmasına inanamıyorum. Bu tür insanların babaları da annelerini 'siktikten' sonra kaşar, orospu, sürtük falan diye bağırır mıymış merak ediyorum.

Fringe'deki gibi belirli gene sahip insanları öldüren bir şey üretilsin ve misogyny genine sahip olanlar dünyamızda yer kaplamasın artık mümkünse.

Sunday 23 May 2010

a eureka moment

Karşımdaki tourist attraction modundaki evin ne olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Önden gayet sıradan görünen ev aslında mega büyük ve Tudor stili evlerin en güzel örneklerindenmiş, hatta değeri 1 milyon pound civarındaymış (oeh). Normalde aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz gibi önden gayet sıradan görünen evin arkası burada görüldüğü üzere gayet şirin. Halbuki minicik görünüyordu ilk bakışta. İlginç.



Bahsettiğim ev soldaki beyaz duvarlı, benim evim de karşıdaki önünde çöp şeyi olan.