Saturday, 11 September 2010

and then there's leni with the love in her hands



Sevenoaks'tan olmaları ve Leni diye bir şarkı yapmış olmaları nedeniyle sempati duyduğum bir grup GoodBooks. Dağılmış olmaları ne acı.

Sevenoaks demişken, İngiltere'de yaşadığım Kent bölgesi sınırlarında, Londra'ya giderken trenle hep geçtiğim bir town Sevenoaks (ya da belki şehir?). Haftaya bugün İngiltere'ye dönmek üzere son hazırlıklarımı yapıyor olacağım. İngiltere'nin düzenini, kibar insanlarını, soğuk ve yağmurlu havasını, müzik zevkini, gay barlarını ve pub'larını, cider'ını, bacon'ını özledim. Sarhoşluktan zor ayakta durur bir halde gecenin bir yarısı tek başıma karanlık sokaklarında dolaşırken bile başıma bir şey geleceği korkusu taşımadığım Londra'yı özledim. Sokak ortasında el ele tutuşan, öpüşen gay çiftleri görmeyi özledim. Sokak modasını özledim. Harvey Nichols, Net-a-Porter ve benzerlerinin indirimlerini takip etmeyi özledim. Tesco'nun salatalarını özledim. Eylül ayında ceketle üşümeyi özledim. Tek başıma dışarı çıkıp elimde içkimle bir pub'da oturup insanları izlemeyi özledim. Sigara dumansız nefes alabilmeyi özledim. İngilizce konuşmayı özledim. Yeni bir şehre taşınmayı, yeni bir evi döşemeyi, yeni bir okula ve yeni bir bölüme başlamayı, yeni bir çevreye adım atmayı, yeni başlangıçları özledim.

I cannot see the day for night
I feel the clouds closing in
I cannot put a single foot right
I don't know where to begin.

They bring me down, they push me around
They kick my face into the ground.
And I know this because I was there.

And then there's Leni with the love in her hands
When she's around I find it hard to understand
She winds me up and down again again and again
She might as well leave me for dead.

There are times when I will need you
There are times when you're not around

I owe so much of me to you
I see you when I look in my eyes
Of all the things I'm going through
You never stopped to tell me why
You bring me down, you push me around
You kick my face into the ground.
And I'll tell you because I was there.

And then there's Leni with the love in her hands
When she's around I find it hard to understand
She winds me up and down again again and again
She might as well leave me for dead.

Do you know, I don't think she means it.
I would give so much to believe

There are times when I will need you
There are times when you're not around

And I'm losing my patience
I will love her from the grave.

Wednesday, 8 September 2010

dancing with myself

Çok sevdiğim bir şarkı Dancing With Myself. Glee'deki versiyonuna özellikle bayıldım.

Link http://repka.tv/video/84196 ama embedleyemedim.

Tuesday, 7 September 2010

we need to concentrate on more than meets the eye




Bu sabah aklımda bu şarkıyla uyandım. Hem nostaljik, hem de geleceği merakla bekleyen; hem hüzünlü, hem de umutlu bir şarkı. Seviyorum.

Placebo'yu 6. kez canlı izleyecek olmama 20 gün kaldı. Bir yandan hiç bir zaman 2000'deki konserleri gibi bir setlist dinleyemeyeceğime üzülüyorum, bir yandan da onları yeniden göreceğim için mutluyum.

Them's the breaks,
For we designer fakes,
We need to concentrate on more than meets the eye.

Them’s the breaks,
For we designer fakes,
But it's you I take, cause you’re the truth, not I.

There are twenty years to go,
A golden age, I know,
But all will pass, will end too fast, you know

There are twenty years to go,
And many friends I’d hope,
Though some may hold the rose, some hold the rope.


Ne kadar doğru. Zaman çok çabuk geçiyor, şimdi geçmişe özlem duyarken 2 yıl sonra bu zamanı özlüyor olacağım. Ve evet, insanın karşısına çıkan "arkadaşlar"; though some may hold the rose, some hold the rope.

Göze görünmeyeni görebilme konusunda daha iyi olabilmeyi umuyorum.

Monday, 6 September 2010

does that make me crazy?

Çok garip bir haftasonu geçirdim. Garip şeyler dizisi Cumartesi sabahı Çeşme'ye geldiğimizde yiyecek bir şeyler almak için Çeşme Marina Burger King'e uğramamızla başladı. Kahvaltı Menüsü olarak ciabatta, sandviç ekmeği ve bagel arası 3 sandviç çeşidi koymuşlardı. Sandviçlerin de vapurda satılan dandik sandviçlerden hiç bir farkı yoktu. Türkiye'de hiç Burger King'de kahvaltı etmedim ama kahvaltı menüsü bu kadar kötü olamaz diye Google'ladım; gerçekten de normal kahvaltı menüsü bu değilmiş, burger'lar, burrito'lar ve hash brown'lar varmış. Marina'dakilerin üşengeçliği mi yoksa Burger King Türkiye'nin genelinde mi artık kahvaltı sadece soğuk sandviçten oluşuyor bilmiyorum; ama çok kötü olmuş, hiç yapmasalar daha iyi.

BK'den çıkıp limana gittik. Hayatımda gördüğüm en başarısız -xray'den geçenleri kimsenin izlemediği, metal dedektöründen geçerken fena halde ötseniz bile güvenlik görevlisinin dönüp bakmadığı, insanların yolda yürür gibi girip çıktığı- güvenlikten geçtikten sonra feribota bindik. Sakız'a ulaştığımızda araba anahtarlarının kaybolduğunu fark ettik. Bunu düşünerek bütün günümüzün içine etmeyelim kararı verip bir araba kiraladık ve adanın güneybatısını gezmek üzere yola çıktık. Birbirinden şirin ortaçağ köyleri ve seneye tekneyle gelinesi sahiller vardı. Öğleden sonrayı onları gezerek geçirdik ve liman yakınlarına geri döndük. Arabayı bırakmak için kiraladığımız yeri gittik, ancak zeki insanlar bize arabayı 4.30'da bırakacağımızı bildikleri halde o saatin siesta olduğunu ve dükkanın kapalı olacağını söylememişlerdi. Yandaki cafe'deki amcaya anahtarı bırakıp limana gittik, Çeşme'ye döndük. Limanda çalışan 293729 tane insana araba anahtarı bulup bulamadıklarını sorduk, ama bir şey çıkmadı. Zaten çıksa şaşardım, adamlar "Hayır bulamadık" deyip duruyor olmalarına rağmen biz söylemeden xray cihazının içine takılmış ya da düşmüş olabilir diye bakmayı akıl edememişlerdi.

Limandan çıkıp arabanın yanına gittiğimizde saat 6.15'ti. Araba üreticisi arandı, ama araba elektronik kilitli olduğu için bir şekilde kapıyı açsalar bile motorun kilitli kalacağını o yüzden arabayı İzmir'e çekmek gerektiğini söylediler. Onlara sinir olunup baya bir bağırdıktan sonra sigorta şirketini aradık. Neredesiniz sorusuna "Çeşme Liman" cevabını verdiğimizde "Çeşme nerede ama?" dendiğine ilk kez rastladık. Çeşme'nin İzmir'e 70-80km uzaklıkta bir yer olduğunu anlattıktan sonra sigorta şirketi bize bir çekici göndereceklerini, başka bir alternatif olmadığını söyledi. Bir saat sonra gelen ilk çekici gelmeden önce "Arabanızın önünde arkasında araç var mı" diye sormayı düşünememiş olduğundan biraz uğraşıp geri gitti. Arabayı yukarıdan kaldırabilecek 2. bir çekicinin geleceği söylendi. 2 saat daha geçti, 2. çekiciyi aradığımızda sürekli "Alaçatı'dan çıkıyorum şimdi 10 dakikaya oradayım" deyip duruyordu. Ona da biraz bağırdık, sonra aslında Urla'dan geldiğini itiraf etti. Sonunda bizi "ödemeli arayarak" -evet, yok artık- nerede olduğumuzu 204829 kez söylememize rağmen bir daha sorduktan sonra saat 9.15 gibi geldi. Araba çok ağır geldiği için o da işe yaramadı. Çeşme'de en ağır arabaları bile kaldırabilen tek çekici polise ait olduğundan polis arandı. Polis arabayı çekiciye yüklemeyi başardı, saat 10 gibi İzmir'e doğru yola çıktık. Böyle de fena bir Cumartesi gecesiydi kısacası.

Araba İzmir'de serviste duruyor şu anda, bu hafta içinde İstanbul'dan yeni programlanmış anahtar gelecekmiş. Araba üreticisinin yeni bir anahtar çıkarmayı 1 haftada halledebilmesi ve arabanın kapısını bile açamaması, üstelik anahtar gelene kadar kullanılması için bir araba bile vermemesi inanılmaz gerçekten.

İşin en kötü kısmı telefonumun şarj aletinin arabada kalmış olması. Şarjım da sıfırdı, yani yeni anahtar gelsin de araba açılsın diye bekleyecek zamanım yok. Kartımı başka telefona taksam Blackberry Internet Service'im yanmış oluyor. Ne yapsam diye düşünürken aklıma Turkcell'in hızlı telefon şarj etme üniteleriyle ilgili reklamları geldi. Turkcell internet sitesinden baktım nerede varmış İzmir'de diye, en yakın olanına gittim. "Cihazlar şu anda çalışmıyor" yanıtını aldım. Madem çalışmıyor, insan internet sitesine çalışmıyor diye not düşer de millet boşuna gitmez, değil mi? Bunun için de bir şikayet emaili yazmayı planlıyorum üşenmediğim bir zaman. Neyse, Turkcell'den 50TL verip bir adet Blackberry şarj aleti aldım. Eve geldim, şarja taktıktan 10 dakika geçmesine rağmen şarj ışığı yanmayıp telefon hala açılmayınca orijinal diye sahte ürün sattıklarına karar verip geri götürdüm. Paramı iade ettiler. Yanda Vodafone vardı, oraya sordum. Orijinalinin olmadığını, İzmir'de orijinal Blackberry şarj aleti bulamayacağımı söyleyip sahtesini almamı önerdiler. "Elimizde orijinali yok" desene, "Buralarda bulamazsınız" diye niye yalan söylüyorsun modunda sinir olup çıktım. Sonunda Avea'da 45TL'ye orijinal olduğu iddia edilen bir şarj aleti buldum. Ama normalde 2 saatin biraz altında bir sürede tamamen şarj olan telefonumun şarj olması 4 saat sürdü. Nasıl olsa bu şarjım bitene kadar arabanın kapısı açılıp eski şarj aletime kavuşabileceğim için "Şarj süresi normalden çok uzun sürdü" diyerek bunu iade mi etsem diye düşünüyorum. Orijinal bir şarj aletiyle o kadar uzun süreceğine inanmıyorum çünkü tamamen dolmasının.

Bu arada Sakız'da Turkcell çekiyordu hep, çok ilginç. Rodos'ta çekmiyordu.

Ayrıca annem yaşında kadınlar Marc by Marc Jacobs aksesuarları kullanınca çok garipsiyorum. MbMJ o kadar gençlere yönelik bir marka ki, gözüm yadırgıyor.

Son olarak da biz evlerinin önünde 4 saate yakın bir süre yerde otururken balkonda yiyip içen ve "Sorun ne, bir şey içer misiniz" falan demeyi akıl edemeyen görgüsüz insanları kınıyorum buradan. Benim yazlığımın önünde birisi saatlerce otursa, çekiciler gidip gelse en azından gidip bir sorarım gelip evde beklemek isterler mi diye. Bir de Türk misafirperverliği falan diyorlar...