Saturday 3 November 2012

the radical notion that women are human beings

Bu post'u aslında Cumartesi günü yazdım, ama yazdığım sırada o kadar sinirliydim ki, yayınlamadan önce birkaç gün beklemeye karar verdim. Hala çok sinirleniyorum, yine de aklımdan geçenleri biraz frenleyerek yayınlıyorum.

**

Geçen gün Ekşi Duyuru'da birinin sinir olduğu kişiler için "orospu evladı" ifadesini kullandığına denk geldim. Ekşi Sözlük'te sözlüğün başına dert olabilecek kişilere hakaret dışında küfür/argo kullanımı yasak değil, ama Ekşi Duyuru'da küfür/argo gerekçesiyle yazılan şeyler moderatöre rapor edilebiliyor. Bu gördüğüm şeyi rapor ettim. Bunun üzerine moderatörle aramda geçen diyalog aynen şu şekilde:



Şu son mesajı okuduğum anda sinirlerim ne kadar tepeme fırladı, anlatmam mümkün değil. Bu lafı biri herhalde yüzüme etse, suratına iki tane yapıştırıverirdim. Dünyada rahat rahat yaşayabilmeyi kendine doğuştan edinilmiş bir hak gören, sırf kadın doğdu diye ikinci sınıf insan muamelesi görmenin ne demek olduğunu bilmeyen, default olarak her şeye bir adım önde başlayan erkek modelinin "bitch de öyle ama bik bik olursa sorun değil" şeklinde ahkam kesmesi gerçekten midemi bulandırıyor. Beyaz birinin dünyada ırkçılık olmadığını iddia etmesi gibi bir şey bu. Sana sorun değil tabii "bitch" denmesi. Bitch lafının hedef kitlesi sen değilsin ne de olsa. Ben de sana sinirlendim diye "orospu çocuğuna bak" desem aslında küfür ettiğim insanın sen değil, suçsuz güçsüz annen olacağını dahi anlamaktan acizsin. O kadar ki, biri sana bunu açıklamaya çalıştığında bile kavrayamıyorsun.

Karşımdaki insanın laftan anlar bir hali olduğunu düşünmediğimden ve karşıma çıkan her kadın düşmanına laf anlatmaya kalksam ömrüm yetmeyeceğinden bu son mesaja cevap vermedim. Daha medeni, daha "insan" olmakla ilgilenmeyenlerin kişisel gelişimine katkıda bulunmak benim sorumluluğum değil. Ve maalesef ki büyük ihtimalle bu kişi benim cevap vermeyişimi kendi haklılığının kanıtı olarak görüyor.

Post'umun konusu sadece bu adam değil. Taktığı at gözlüğünden öteyi göremeyen, "Acaba bu insanın dediği şeyde haklılık payı var mı" diye düşüneceğine böyle zavallı bahanelerle kendini savunan erkeklerden de, böyle şeylere karşı çıkmanın değil, onları kabullenmenin "normal" olduğu ataerkil toplumdan da kelimelere dökemeyeceğim kadar nefret ediyorum. Bu zihniyetteki adamların annesi, kız kardeşi, kız arkadaşı yok mu? Bu yaşa gelmiş koca insanlar gerçekten bitch ya da orospu çocuğu ifadelerinin neden kadın düşmanlığı örneği olduğunu kavrayamayacak kadar empatiden ve zekadan yoksun mu? Bu insanlar "Ya şans eseri kadın olarak doğsaydım, ya günün birinde kızım olursa" diye düşünmekten bile mi aciz? Peki ya her cümlenin sonuna "a.k." koyan kadınlar neyin kafasını yaşıyor? İnsan bu kadar ilkel olmaktan utanır. Hadi utanmamalarını geçtim, acınacak halleriyle gurur duyan insanları gerçekten ayrı bir garipsiyorum.

Küçük bir su birikintisindeki en büyük balıklardan biri olduğu için kendini dünyanın kralı sanmak sanırım moderatör olmanın yan etkilerinden biri.

Thursday 1 November 2012

golden brown

Birazdan BFI'da Crash (David Cronenberg olan) gösterimine gideceğim. Bu kez çevremde oturup sürekli iç çeken biri olursa gerçekten çıldırabilirim.

**

Garnier UK Facebook sayfası bana çalışıyor sanki. Ne zaman yaptıkları çekilişlerin birine katılsam kazanıyorum. Şu ana kadar kendilerinden bir yüz yıkama jeli, bir makyaj temizleyici ve bir de tonik kazandım.



Son olarak da bugün elime Garnier'nin yeni çıkan saç boyası geçti. Piyasaya çıkmadan önce rastgele seçtikleri birkaç insanın denemesi için gönderilen bir ürün. Bu aralar saçımın renginden çok memnunum ve çok uzun zamandır ilk kez saçımı boyamıyorum. O yüzden sırf göndermişler diye saçımı boyamak istiyor muyum, emin değilim. Ayrıca saç boyası gibi alerjik reaksiyon yaptığında insanı öldürebilen bir şeyi test etmek  biraz korkutucu. Gerçi paket benim elime geçene kadar boya piyasaya çıkmış bile ve insanlar hakkında iyi şeyler yazmış. Karar veremedim.


**

Sıkıntıdan kendimi yine alışverişe verdim. Bugün e.l.f.'ten bir sürü makyaj fırçası sipariş verdim.

Bu giderek artan tüketim deliliğinden kurtulayım istiyorum.

Yeni birileriyle tanışmak ve daha faydalı şeylerle meşgul olmak istiyorum.

Artık biri bana iş versin istiyorum.

Tuesday 30 October 2012

a space odyssey

BFI'da her ay Screen Epiphanies adı altında BFI üyelerine özel, ünlü insanların gelip  kendilerine en çok ilham veren filmi sundukları bir gösterim yapılıyor. Bu ayın filmi '2001: A Space Odyssey', filmi sunan ise 'Blues Brothers' ve 'Kurtadam Londra'da'nın yönetmeni John Landis idi. John Landis konudan konuya atlayarak ve Stanley Kubrick ile tanışma hikayesini anlatarak tüm salonu gülmekten yerlere yatırdıktan sonra film başladı. Kült bir film olmasına rağmen 2001: A Space Odyssey'i ilk izleyişimdi. İki saat 20 dakika süren, sadece 40 dakikasında diyalog olan, çok yavaş ilerleyen ve gerek kelimelerle değil görüntü ve müzikle kendini ifade ettiğinden, gerek senaryo çok yoruma açık olduğundan zor izlenen bir filmdi. Ama neden gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri kabul edildiğini, nasıl George Lucas ve Steven Spielberg gibi pek çok insana ilham kaynağı olduğunu anlamak hiç de zor değil. 1968 yılında bu kadar öngörü sahibi bir senaryo yazılabilmiş ve o zamanki teknolojiyle böyle bir görsellik yaratılabilmiş olmasına gerçekten hayret ediyor insan. Ve gerçekten de 1969 yılında aya sözde ayak basılması görüntüleri bu filmin çekildiği sırada Kubrick'in elinden mi çıkmış diye düşündürüyor. Zaman öldürmek ve kafa dağıtmak için izlenecek light bir film değil, ama kesinlikle insanın hayatı boyunca en az bir kez izlemesi gereken filmlerden.

Alakaya çay demlemek olacak biraz ama, sinemada arkamda oturan adam iki dakikada bir iç çekip duruyordu. Neredeyse üç saat boyunca düşünün ben konsantre olmaya, filmi çözmeye çalışıyorum, arkamda sürekli inanılmaz yüksek sesli bir şekilde iç çeken biri. İnsanlar bunu neden yapıyorlar bilmiyorum, ama çok sinirime dokunuyor gerçekten. Sıkıldığını belirtmek için mi, "Ben buradayım" deme ihtiyacı duyan egolarından mı, nedir bilmiyorum. Ama derin nefes almak için öyle abartı bir iç çekme sesi çıkarmak gerekmediğini biliyorum. Yani insan 40 yılda bir kafasına bir şey takıldığında iç çeker de, dikkat ederseniz göreceksiniz, bazı insanlar bunu alışkanlık haline getirmiş.

Açıklayamadığım bir şekilde bu sesli iç çekip durma muhabbetine çok uyuz oluyorum. Herkesi kendi sigara dumanına maruz kalmak zorunda sananlar bir, bunlar iki.

magic kingdom

Cuma sabahı 5'te kalkıp kendimi Eurostar trenlerinin kalktığı yere sürüklemeyi başararak Paris'e gittim. Çok uykusuz olduğum ve turistik yerleri önceki gidişlerimde gezdiğim için günü çok uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla Le Marais'de yiyip içerek ve laflayarak geçirdik. Orada yaşayan arkadaşım bana Parisliler'in ne kadar insan canlısı olduğundan, barlarda falan birilerinin gelip muhabbete girmesinin oldukça normal bir şey olduğundan bahsetti. Ve tam bu konuşmanın üzerine tek başıma Le Marais'de sadece kadınların takıldığı bir gay bar'a gittiğimde oturup bilmem kaç içki içmeme rağmen bir tek insanın bana gülümsediğine bile denk gelmedim. Son 5-6 yıldır ne zaman Paris'e gitsem en az bir kez tek başıma Le Marais'de bir barda oturuyor oluyorum ve şu ana kadar hiç böyle bir cana yakınlığa rastlamadım. Tam tersi, insanlar yabancı olduğumu fark ettikleri anda inanılmaz suratsız ve ters davranmaya başlıyorlar. Sanırım büyük çoğunluğunu kadınların oluşturduğu ortamların dışarıya kapalı yapısı ve Fransızlar'ın genel milliyetçi tavrının birleşmesi sonucu ortaya çıkan bir durum bu. Ağzımı açıp İngilizce konuşmaya başladığım an insanların tepkisi fark edilir bir şekilde değişiyor. Ve 21. yüzyılda bir Avrupa başkentinden beklenmeyecek şekilde çok az insan İngilizce konuşuyor. Gerçekten akıl alır gibi değil. İngilizce'nin dünyanın en geçerli dili olduğu bir dönemde insan nasıl İngilizce öğrenme gereği duymaz? Çocuk inadı gibi geliyor bana. Şehir olarak Paris'e bayılıyorum, ama ne zaman gitsem insanları beni o güzelim şehirden çok soğutuyor.

Cumartesi günü Disneyland'e gittim. O yorgunluğuma rağmen 10 saat boyunca ordaydım, artık yürüyemez hale gelmiş olmasam mutlaka kapanana kadar kalırdım. İlk kez yalnız gittim ve fark ettim ki tek başına gitmenin verdiği zevk aynı değil. Yine de Disneyland benim için dünyanın en büyülü, en mutlu, en güzel yeri. En sevdiğim, en çok olmak istediğim, çocuklar gibi eğlenmekten korkmadığım ve saçma Piglet kulaklarıyla gezmekten çekinmediğim yer. Hiçbir arkadaşımın benim heyecanımı paylaşmamasını, kimsenin benimle gitmek istememesini gerçekten çok garipsiyorum. Bir insan oradan nasıl zevk almaz? Hiç gitmedikleri ve nasıl bir yer olduğunu bilmedikleri için mi, yoksa "yetişkin" olmaya kendilerini çok kaptırdıkları için mi? Bilmiyorum. Ben Disneyland Paris'e onlarca kez gitmiş olmama rağmen hala 7 yaşında ilk kez gidişimde hissettiğim heyecanla gidiyorum, orada geçirdiğim gün yılımın en büyük olayı oluyor, içim sıkıldığı zamanlarda "Keşke orada olsaydım" diye düşünüyorum. Bunu arkadaşlarımla, sevdiğim insanlarla paylaşmak istiyorum, kimse narin poposunu kaldırıp benimle gelmiyor. Sanıyorum ki bende bir gariplik var.

Pazar Xena convention vardı. Ted Raimi ve Hudson Leick gelmişti, ikisinin de bahsettiği şeyler ilgi çekiciydi ve az sayıda kişinin olduğu bir ortam olduğundan ikisine de mekanda denk gelip konuşmak mümkündü. Convention'ın öğle arasında Pere Lachaise'e gidip Oscar Wilde ve Edith Piaf'ın mezarlarını gördüm. Özellikle Oscar Wilde'ınkini karşımda görünce içim bir acayip oldu. Daha sonra başka bir arkadaşımın evine gittim, şarap içtik, konuştuk, o sırada milyon sene önce İstanbul'da tanıdığım birileri geldi. Dünya ne küçük. Çakırkeyif bir şekilde gara gidip trenime bindim. Londra'da trenden indiğimde buz gibi havaya ve yağmura rağmen dilini konuştuğum, insanlarının zihniyetini anladığım, kendimi güvende ve evde hissettiğim bir yere ayak basmak ne kadar güzel bir histi, anlatamam.