tag:blogger.com,1999:blog-28094438589644634442024-02-07T19:57:54.349+00:00Becoming ZeroWe might die from medication, but we sure killed all the pain.zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.comBlogger1058125tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-5934929104645474032021-10-05T15:36:00.000+01:002021-10-05T15:36:18.687+01:00nostalgia is a sin<p><span style="font-family: UICTFontTextStyleBody; font-size: 17px;">Çok uzun süre gelemedikten sonra iş durumumun da elvermesi üzerine bir aydan uzun bir süreliğine Türkiye'deyim. 10 yıldır ilk kez bu kadar uzun zamandır buradayım. Normalde kısa süreli geldiğimden sürekli bir acele, sürekli oradan oraya koşturma halinde olurdum, durup düşünmeye ya da bir şeylere kafa yormaya vaktim olmazdı. Bu kez vaktim bol olduğundan kendimi çok içe dönük bir ruh halinde buldum. Bu da ister istemez beni eskiden Türkiye'de sahip olduğum hayata dair nostalji rüzgarlarına sürükledi. </span></p><div dir="ltr" style="font-family: UICTFontTextStyleBody; font-size: 17px;">İzmir'den gideli 15, Türkiye'den gideli 13 yıl oldu bu sene. Türkiye'de yaşadığım zamanla özdeşleştirdiğim herkes, her şey, her yer neredeyse yok oldu. Eski arkadaşlarımın çoğu yurtdışında, kalanlarla da hayatlarımız çok ayrı noktalara gitti ve koptuk. Gittiğimiz mekanların hepsi kapandı, ait hissettiğimiz semtlerin, şehirlerin çehresi değişti. Tabii ki bu kadar uzun bir zaman diliminde insanların uğraşlarının değişmesi doğal. Başka ülkelere taşınınca terk ettiğiniz ülkede hayatın devam etmesi ve oradaki insanlardan uzaklaşmak da. Ama Türkiye'de hayat bu sürede normalden de hızlı bir şekilde değişmiş gibi geliyor bana dışarıdan bakan birinin gözüyle. Ve insan ilişkilerinde zorlanan biri olarak buradaki arkadaşlarımla iletişimi devam ettirememiş olmam da bu kopuşu hızlandırdı kaçınılmaz olarak. <br /><br />Bir de tabii tüm göçmenlerde eski ülkelerine dair nostaljik bir bakış açısı oluyor. O ülke sizin kafanıza bırakıp gittiğiniz haliyle kazınmış olduğu için, ülke ve orada yaşayanlar zaman içinde doğal bir şekilde evrildiği halde siz kafanızda geçmişin içinde donmuş bir portre taşıyorsunuz o ülkeye ve oradaki eski yaşantınıza dair. Siz de kaldığınız yerde kalıp o doğal evrim sürecinden geçmiş olsanız aklınıza dahi gelmeyecek olan anıları, insanları, şeyleri kutsallaştırıp özlem duyuyorsunuz. Ama ileride bugününüze de aynı şekilde nostalji yapıp özlem duyacaksınız. Göçmen nostaljisi zor bir kafa.</div>zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-34237505566064389952016-06-02T18:45:00.002+01:002016-06-02T18:52:17.584+01:00hands down<div class="tr_bq">
Bu aralar kısmen kendi hayatıma dayalı, kısmen kurgu bir şeyler yazıyorum. İngiltere'ye taşınmadan hemen önce tanıştığım, çok kısa süre birlikte olduğum ama içimde hep ukte kalan eski bir sevgilimin de bahsi geçiyor yazdıklarımda. Ama tabii bunun üzerinden dokuz yıl geçti neredeyse. O anki ruh halime olabildiğince geri dönebilmek, ufak tefek detayları hatırlayabilmek için eski blog yazılarımı okuyordum geçenlerde. Şükürler olsun ki zamanında sabah akşam bloguma bir şeyler yazdığım için ilişkimizin başından sonuna yazılı kaydını tutmuşum.</div>
<br />
İlk kez buluştuğumuz günden bir gün önce "Hayatımda büyük bir değişiklik olacağını hissediyorum" diye yazmışım. Ertesi gün ilk kez görüşmüşüz ve gerçekten de bunca yıl sonraki kimliğimin oluşmasında çok büyük rolü olmuş o akşamın. Eve gelince de Dashboard Confessional'ın Hands Down şarkısının sözlerini yazmışım bloguma.<br />
<br />
O insana davranış biçimim ve bencil, yüzeysel heveslere kapılmış o zamanki karakterimle o ilişkinin başlamadan bitmesine sebep oluşum hayattaki tek pişmanlığım. O zaman davrandığım gibi davranmasaydım daha ne kadar birlikte olurduk, ilişkimiz nasıl ne zaman sonlanırdı bilmiyorum, ama hep bunu merak etmişimdir ve hep içimde bir "keşke o zamana geri dönüp bazı şeyleri değiştirebilsem" düşüncesi kalmıştır. Bu yazım projesi sağolsun o günlere geri dönmek de o hissi iyice tetiklemişti bugünlerde.<br />
<br />
Midede kelebekli, sensiz-nasıl-yaşarımlı bir aşk olmadan "idare eder" dediğim bir ilişki istemediğim için uzun zamandır yalnızım. Eskiden yalnız olmak bana kurtulunması gereken bir durummuş gibi geliyordu ama ardı ardına düzinelerce can sıkıcı ve/veya moral bozucu buluşmadan sonra son zamanlarda olursa-olur-olmazsa-da-böyle-iyiyim moduna geçmiştim. O yüzden geçenlerde havadan sudan konuşurken "Bir aralar bir şeyler içsek ya" diyen biriyle dün akşam görüşmeye giderken en ufak bir beklentim yoktu. Uzun ve zor bir gün geçirmiştim, bir bira içer, kafamı dağıtır, biraz muhabbet eder, en fazla bir-iki saate de eve dönerim diye düşünüyordum.<br />
<br />
Hiç beklenmedik bir şekilde o bir bira üç biraya, bir-iki saat beş saate, buluştuğumuz barın kapanmasına, gecenin bir yarısı Londra'da red velvet kek satan açık yer bulacağız diye sokakları arşınlamaya, sonra da evimin kapısına kadar bırakılıp bir güzel öpülmeme dönüştü. Keşke sabahın köründe kalkmama gerek olmasa, keşke her yer kapalı olmasa, keşke bir yere oturup sabaha kadar zaman geçirebilsek dedirten gecelerdendi. Bu his sürer ya da sürmez bilemem ama bir geceliğine de olsa yıllardır hissetmediğim o büyük bir değişikliğin başlangıcında olma hissini duymak güzeldi. Kim bilir, belki de ikinci şansım budur.<br />
<br />
<blockquote>
<i>Hands down this is the best day I can ever remember,<br />I'll always remember the sound of the stereo,<br />the dim of the soft lights,<br />the scent of your hair that you twirled in your fingers<br />and the time on the clock when we realised it's so late<br />and this walk that we shared together.<br />The streets were wet
and the gate was locked<br />so I jumped it, and I let you in.<br />And you stood at your door with your hands on my waist<br />and you kissed me like you meant it.<br />And I knew that you meant it.</i></blockquote>
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/kVN2b0DdZAQ" width="420"></iframe>zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-45602598244697943472016-05-16T11:07:00.001+01:002016-05-16T11:13:19.493+01:00taskafaLondra'ya geldiyseniz bilirsiniz, burada hic sokak hayvani yok. Banliyolerde sessiz sakin sokaklarda zaman zaman yasadigi evden gezmeye cikmis kedilerle karsilasmaniz mumkun, ama Londra sehir merkezinde yasadigim yillar boyunca su anki evime tasinana kadar buralarda hic kedi gormemistim.<br />
<br />
Karsi apartmanin arka tarafindaki dairelerin birinde parlak turuncu tuylu tosun bir kedi yasiyor. Kisin hic ortada gorunmeyen bu tosun her yil baharin gelisiyle bodrum kattaki dairenin camindan disari cikarak pencere pervazina ya da kaldirima oturuyor, geleni geceni kesiyor. Son 1-2 yildir bu tosuncuga bir de kara kedi eklendi, ve de sanirim ikisi ciftleserek gecenlerde ilk kez gordugum turuncu siyah karisimi bir yavru dogurdular (yavru dedigim de cok yavru degil).<br />
<br />
<div style="text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjSL0hoq3utqWi2H-J2MMpuIhAsCSCiyCzvZMLLPFSsWk1ioMLtgZgQ3roNA4yCNy7kQklKILF4grmUHliJH3ABNGN_UukcS1_ZNLo34fedj1-wTHzSZ5jGrXXXmZqFDlryDKXC4dS-RpU/s1600/13096209_10154262253206337_7536346595621655760_n.jpg" imageanchor="1"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjSL0hoq3utqWi2H-J2MMpuIhAsCSCiyCzvZMLLPFSsWk1ioMLtgZgQ3roNA4yCNy7kQklKILF4grmUHliJH3ABNGN_UukcS1_ZNLo34fedj1-wTHzSZ5jGrXXXmZqFDlryDKXC4dS-RpU/s320/13096209_10154262253206337_7536346595621655760_n.jpg" width="240" /></a></div>
<br />
Birkac hafta once gunesli bir gunde bu yavru disari cikmis kaldirimda duruyordu. Once market alisverisinden donen bir adam gordu onu. Posetlerini yere birakti, kediyi sevdi, o sirada iki kadin daha meydana cikti. Adam gitti, bu sefer kadinlar kediyi sevmeye basladilar. Iyi yere kapak atmis kedicik, gelen gecen seviyor. Ben de bu kedileri her gordugumde seviyorum.<br />
<br />
Londra'dayken kedi ozlemim inanilmaz boyutlara ulasiyor. Sabahlari her uyandigimda Izmir'deki kedimin yastigima kafasini koymus bana bakiyor oldugunu hayal ediyor, miriltisini, iki kulaginin arasindan optugumde icime cektigim kokusunu zihnimde canlandiriyorum. Son birkac yildir sabahlari evimin yakinlarindaki bir parka gidip sincap beslemeye basladim bu hisse derman olmak icin. Tabii ki sincap bir kedi degil, ama yine de yanima gelip kucuk ellerini elime dayayarak avcumdan findik yemeleri beni mutlu ediyor.<br />
<br />
Gecenlerde Istanbul'daki sokak kopekleriyle ilgili Taskafa diye bir film izledim. Filmden sonra yonetmenle soyleside konu Turkiye'de ne kadar hayvanlarla hasir nesir oldugumuza, Londra'da ise hayvanlarla, ve hatta insanlarla fiziksel temastan ne derece yoksun oldugumuza geldi. Gercekten de oyle. Burada insanlar birbirlerine dokunmadan yasiyorlar, yillardir tanidiginiz arkadasinizla bulusunca bile bir sarilma, iki yanaktan opme durumu pek yok. Konusurken, bir seyler anlatirken karsindakine dokunma durumu yok. Sokaktaki sahipli bir kopegi sevmeye kalksaniz sahibinin hosuna gitmez. Fiziksel temasin cok oldugu bir kulturde buyumusseniz insanlarin birbirine dokunmadigi ve hayvanlarla temasin olmadigi bir yerde kendinizi cok yoksun hissediyorsunuz.zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-40352560622240000542016-05-04T11:51:00.003+01:002016-05-04T11:52:50.358+01:00kiss me, and comfort me, my sweetYaklasik 10 gun once Londra'ya dondugumden beri garip bir ruh halindeydim. Hem uzun zaman araliksiz calistiktan sonra 9-5 bir ise gitmiyor olmanin yarattigi degisiklik hissi, hem vize yenileme stresi, hem de Pride'da birlikte calistigim bir arkadasimla kurdugumuz yeni bir LGBT sosyal etkinlik agi ile ilgili bir takim stresli durumlar sebebiyle biraz zor bir hafta gecirdim. Hayat ancak normale donmeye basladi bu hafta.<br />
<br />
Cok icedonuk ve evcil bir insan olmama ragmen butun gun evde bos bos oturup dizi, film vs izlemek en fazla 3-5 gunden sonra benim icin cok depresif ve dayanilmaz bir hale geliyor. Zaman zaman desarj olmak icin boyle takilmak hosuma gitmiyor mu, gidiyor, ama gunun sonunda "Bugun kendime ne kattim, kendimi nasil gelistirdim?" sorusuna bir cevabim olsun istiyorum. Ya da en azindan "Bugun sunu sunu basardim" diyebilmeliyim ufak bir sey de olsa. O yuzden gunlerimi yavas yavas doldurmaya basladim.<br />
<br />
Sabahlari erken uyaniyor, biraz yatakta kitap okuyorum, spor salonuna ya da yuzmeye gidiyorum, birkac saat evde calisiyorum, ogleden sonralari British Museum'da ilginc bir seminer varsa oraya gidiyorum, yoksa sinemaya gidiyorum ya da Starbucks'ta oturup bir seyler okuyor ya da yaziyorum. Gece uyumadan once Duolingo ile yeni bir yabanci dil ogrenmeye calisiyorum. Aksamlari da olabildigince doldurmaya calisacagim sinema ya da sosyal etkinliklerle.<br />
<br />
**<br />
<br />
Dun Facebook'un "Bilmemkac yil once bugun sunu paylasmissiniz" fonksiyonu sayesinde yillardir dinlemedigim, cok sevilesi bir sarkiyla tekrar karsilastim. Ne guzel sarkiydi bu.<br />
<br />
2000'li yillarda muzik daha guzeldi.<br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/aLXa1Rcn1X4" width="420"></iframe><br />
<br />
<blockquote class="tr_bq">
<i>Sometimes in the cold night my phone rings,<br />but it's not you<br />And even when the buzzer to my place rings,<br />it's still not you<br />And the stranger on the night bus with the checked coat,<br />it's not you<br />And your warm hands hold me so close<br />but deep down, it's not you.</i></blockquote>
zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-60039713316451291982016-04-25T15:22:00.000+01:002016-04-26T14:38:49.074+01:00you're a sky full of starsGecenlerde uzun zamandir gormedigim bir arkadasim bloguma ne oldugunu sordu. Son zamanlarda blogumu okuyan kaldigini sanmadigimdan ve kendi kendime konusmak istemedigimden pek yazmaz olmustum. Maalesef cevap veremeden arkadasim Facebook'tan yok oldu ama eger bunu okuyorsa beni yeniden yazmaya tesvik ettigi icin tesekkur ederim, umarim iyidir ve her sey yolundadir!<br />
<br />
**<br />
<br />
Turkiye'de iki haftalik bir tatil sonrasi dun Londra'ya dondum. Son birkac aydir calistigim yerde fena halde bunalmistim; o yuzden hem isi birakip yeni ufuklara yelken acmanin hafifliginden, hem de ailem, kedim ve eski arkadaslarimla dolu dolu vakit gecirmekten bu tatil bana cok yaradi. Uzun zamandir gecirdigim en dinlendirici ve rahatlatici tatildi diyebilirim, su aralar birkac stresli mevzuyla ugrasiyor olmama ragmen.<br />
<br />
Facebook'umdaysaniz biliyor olabilirsiniz, kendi isimin sahibiyim ve kadrolu degil, kisa/orta vadeli projelerde kontratli olarak calisiyorum. Cok sevdigim insanlarla cok zevkli bir projeyi sonlandirdiktan sonra Aralik 2015'te yeni bir kontrata basladim. Uzerimde calisan insanlarin bana cok soguk davranmalari ve yoneticisi konumunda olduklari kisileri dogru duzgun yonetme kabiliyetinden yoksun olmalari sebebiyle bu kontrat her sabah lanet olsun diyerek uyandigim bir kabusa donustu. Sabrim sonunda tasti ve bir ay kadar once "Ben Nisan'da tatile gidiyorum, tatil donusu de ise donmeyecegim, size iyi sanslar" diyerek kontrati sonlandirdim.<br />
<br />
Tam da o donemler Londra LGBT Film Festivalinde gonulluluk yapiyordum. O vesileyle benim gibi sevmedikleri isleri buyuk bir finansal risk alip film sektorunde calismak icin birakan birkac insanla tanistim, sinema gibi tutkum olan bir konuda calismanin para kazanmak icin laf olsun diye calismaktan ne kadar farkli oldugunu anladim. Son birkac yildir sinema sektorunde calismak aklimin bir kosesindeydi, ama bana su anki kariyerimi riske atmamami, sinema ile ilgili hic is deneyimim olmadan is bulamayacagimi soyleyen ic sesime kulak veriyor ve sinema hayalimi "Belki gunun birinde" diye gecistiriyordum. Tam kafamdan bunlar gecerken bu bahsettigim is yerinde cok moralimin bozuldugu bir gun bir film izledim Festivalde. Filmin kendisi degil, karakterlerden birinin soyledigi bir cumle aklimda yer etti: "Eger kendi kararlarini kendin vermezsen hayat senin icin karar verir."<br />
<br />
Ertesi gun istifa emailimi gonderdim. Birkac gun sonra da "Gunun birinde"yi bekleyip durursam o gunun hic gelmeyecegine karar verdim. Su anda sinema sektorunde is ariyorum. Birkac ay durumlar nasil gidiyor bakacagim, baktim hicbir sey bulamadim, yeniden kar amaci gutmeyen sektorde is bakmaya baslayacagim.<br />
<br />
**<br />
<br />
Dun Izmir'de Londra donusu icin hazirlanirken "Hic donesim yok" dedim anneme. "Londra'ya donmek istemene sebep olacak bir sey vardir mutlaka" dedi. Birkac dakika dusundum, tek bir sey bile bulamadim. Eskiden olsa film festivalleri, LGBT sosyal yasam, muzeler, guzelim bir sehrin gobeginde tek basina yasiyor olmak gibi pek cok neden sayabilirdim. Sonunda cok sevdigim bir alanda is arayabilecek konumda olmam ve lanet ettigim bir isi birakmis olmam da pozitif seyler. Ama bunlar gercekten Izmir'e dair sevdigim milyon tane seye agir mi basiyor? Bu sorunun cevabi zaman gectikce daha buyuk bir "Hayir" olmaya basliyor.<br />
<br />
Izmir'de dogup buyuyen ama su anda Istanbul'da ya da yurtdisinda yasayan bir suru arkadasim var. Benim gibi mutlaka uc ayda bir Izmir'e giden, her gittiginde en az 2-3 hafta kalan ve Londra'ya her geri donuste dunyanin sonuymus gibi aglamakli olan birini daha tanimiyorum. Yilbasini, yaz tatillerini, ozel gunleri Londra'da/Istanbul'da/nereye tasindilarsa orada geciriyor cogu Izmirli arkadasim. Izmir'e yilda en fazla birkac kez gidiyorlar, gittiklerinde en fazla bir hafta kaliyorlar, daha sonra da mutlu mesut bir sekilde yasadiklari yere geri donuyorlar. O noktaya nasil gelir insan? Karakter meselesi midir bu? Ben Izmir'den Londra'ya her dondugumde daragacina giden insan ruh halinde oluyorum, gunlerce moralim bozuk oluyor ve yeniden Londra'ya alismam zaman aliyor. Oysa eminim bir suru insan benim yerime seve seve Londra'ya gider.<br />
<br />
Keske Turkiye'deki insanlarin %80'ini bosaltip Londra'yi Izmir'e tasiyabilsek.zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-57985903481518061992015-11-29T13:03:00.001+00:002015-11-29T13:03:30.069+00:00the turkish boatDün Londra'da bir queer film festivali kapsamında The Turkish Boat (De Turkse Boot) diye bir film izledim. Film Amsterdam Onur Haftası kapsamındaki Kanal Geçiti'nde ilk kez bir Türk grubun yer almasını ve yerel Türk komünitesinin tepkisini konu alıyordu. (Düşündürücü bir filmdi, bulabilirseniz izleyin.)<br />
<br />
Filmin sonundaki söyleşide konu Avrupa'ya göçen Türk topluluklarının kültürel gelişiminin nasıl "donduğuna" ve yabancı bir ülkeye yerleşen toplulukların Türk kimliklerini korumak için geleneklerini abartılı bir biçimde yaşamalarına geldi. Bunun bir sonucu olarak Türkiye'de LGBT bireylere karşı tutumların yavaş da olsa düzelmeye başlıyor olması kültürel "donma" halindeki bu toplumlara yansımıyor, Hollanda gibi LGBT bireylerin eşitliği konusunda Türkiye'den bilmemkaç ışık yılı ötede olan ülkelere göçen Türkler ise Hollanda toplumuna entegre olmadan, kendi minik Türkiyeleri içinde yaşadıkları için bu gelişme onlara ulaşamıyor.<br />
<br />
Gerek ulusal kimlik kavramından hiç hazzetmediğim, gerekse de İngiltere'ye Türkiye olmadığı için gelmiş olduğumdan burada yaşadığım 7 küsür yıldır Londra Türk komünitesi ile en ufak bir etkileşimim olmadı. Birkaç tane Türk arkadaşım var, yılda bir de birinin doğumgünü falan olunca bir Türk mekanında rakı balık yaptığımız oluyor, ama onun dışında Türk ortamlarını aramıyor ya da uzun süreli bir nostalji hissi yaşamıyorum. Tam tersine, Londra'da bir Londralı gibi yaşamanın, Türkiye'de deneyimleyemeyeceğim şeyleri deneyimlemenin ve Türkiye'de canımı sıkan şeylerden uzak olabilmenin tadını çıkarıyorum.<br />
<br />
Bunun tam tersi yaşayan insanlar da var ama. Evine Türk uydusu taktırıp İngiliz kanalları yerine Türk dizileri izleyen, akşamları Sezen Aksu dinleyen, öğlenleri kebapçıya giden, daha sonra kahvede tavla oynayan, Türk mahallesinin dışına adım atmayan, ve hatta İngilizce dahi konuşmayan insanlar var. Bu kültürel donma muhabbetinin konu aldığı insan grubu bu olsa gerek. Kendilerini tamamen İngiliz mi görüyorlar, tamamen Türk mü görüyorlar, ikisi de mi, hiçbiri mi, bilmiyorum.<br />
<br />
İngiltere'ye ilk olarak geldiğimde üniversite sonrası için bir planım yoktu, "Burada kalırım" ya da "Türkiye'ye dönerim" gibi bir şey hiç düşünmemiştim bile. Şu anda bir süre daha burada kalacağım gibi görünüyor ve teknik olarak burada kendime bir "aile" oluşturmaya karar verirsem bu beni birinci kuşak bir göçmen yapıyor. Göçmen kelimesi kalıcı bir yerleşim ima ediyor ve ben kendimi İngiltere'de yaşlanıyor olarak düşünemiyorum. Eninde sonunda İzmir'e, Ege'ye dönmek, bir tekne alıp denizlere açılmak, yaşlılığımda Sakız Adası'nda kafamı dinlemek istiyorum. Belki de o yüzden kendimi "göçmen" olarak değil, "Londra'da yaşayan İzmirli bir insan" olarak görüyorum.zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-67487208759621867652015-09-11T22:23:00.004+01:002015-09-11T22:25:27.938+01:00I remember running to the seaDenize çok bağlı bir insanım. Yengeç burcu olmanın buna etkisi var mıdır bilmiyorum. Ne zaman bir şeye canım sıkılıyor olsun, deniz ya da en azından herhangi bir su kaynağına gitmek hep bana iyi gelir. Denizden uzun süre uzak kaldığımda bir şeyler hep eksik kalır.<br />
<br />
Kendimi denize bırakıp sırtüstü boşlukta dalgalandığım; sualtının sessizliğinin, gökyüzünün maviliğinin ve yüzüme vuran güneşin tadını çıkardığım anlarda duyduğum huzur hissinin önüne çok az şey geçebilir. Kışın bomboş bir plajda tek başına yürümenin zevki ise ayrıdır benim için.<br />
<br />
Yeni bir ülkeye gidecek olduğumda her zaman ilk iş bölgeye en yakın sahili araştırırım. Dokunulmamış plajlara erişmek için yüzlerce kilometre yol gitmeye, bir hafta bacak kaslarımı kullanılmaz hale getirecek diklikteki tepelerden aşağı ölüm tehlikesiyle inmeye, hiç bilmediğim ve dilini konuşmadığım ülkelerde tek başıma kilometrelerce yol yürümeye çekinmem. Ve şu ana kadar dünyanın hangi ülkesinde kalbimin minik bir parçasını bıraktıysam o ülkeye dair zihnimde en çok yer eden anıların hepsi denizle ilgilidir.<br />
<br />
Londra'yı çok seviyorum, ama uyandığımda odamın penceresini açıp denizi koklayabilmeyi çok özlüyorum. Keşke Londra'yı denize taşıyabilsem.<br />
<br />
Deniz demişken, Röyksopp en sevdiğim şarkılarından Running to the Sea'ye eşlik edecek kısa filmler için çağrıda bulunmuş. Ortaya çıkan (çoğu deniz temalı) işlerin bazıları çok güzel. <a href="http://royksopp.com/2015/09/running-to-the-sea-royksopps-first-choice/" target="_blank">Buradan</a> izleyebilirsiniz.<br />
<br />
Yine de her zaman favorim şarkının bu live versiyonu.<br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/AMlJ78-7rZ4" width="560"></iframe>zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-29182592402075914672015-08-23T13:31:00.002+01:002015-08-23T13:34:20.003+01:00dating apocalypseSon birkaç senedir hayatımı vize ve iş/müşteri bulma stresleri ele geçirmişti. Bir süredir günlük hayatıma devam etmemi neredeyse imkansız hale getiren anksiyete krizleri ile boğuşuyordum. Geçmişte daha stresli durumların bile üstesinden gelmeme yardımcı olan rahatlık ve cesaretin 22-23 yaşlarında beni terk etmesinin ardından en ufak şeyler bile bende fena bir anksiyete tetikler hale gelmişti. En sevdiğim hobilere dikkatimi vermekte zorlanıyordum. O yüzden bu dönemde vize ve iş durumumu yoluna koymak dışındaki şeyleri geri plana atmıştım.<br />
<br />
Şimdi bu en büyük endişe kaynaklarım geçici süreliğine de olsa aradan çıktığından yeniden hayatıma devam etmeye odaklanıyorum. Geçen gün evde sessiz sakin bir akşam geçirirken birden içimi bir yalnızlık hissi kapladı ve biriyle "çift" olmayı ne kadar özlediğimi fark ettim. İki kişi için yemek pişirmeyi, Cuma akşamlarını sevdiğim biriyle battaniye altında film izleyerek geçirmeyi, sabahları birine sarılarak uyanmayı, biriyle birlikte tatile gitme heyecanını, güneşli bir günü parkta birlikte piknik yaparak geçirmeyi özlüyorum. Ama bunları içimde en ufak bir heyecan uyandırmayan biriyle yaşamaktansa single olmayı tercih ettiğimden ve birtakım taviz vermek istemediğim kriterlerim olduğundan uzun zamandır tek başımayım.<br />
<br />
Gerçek hayatta birinin yanına gidip muhabbete girecek sosyal kabiliyete sahip olmadığımdan insanlarla netten tanışmak bana daha kolay geliyor. Biriyle buluşmaya hayatımın birkaç saatini feda etmeden önce profiline bakıp bana uygun biri olup olmadığına dair doğru yanlış bir çıkarımda bulunabilmeyi, normalde karşıma çıkmayacak insanlarla karşı karşıya gelebilmeyi, insanları dış görünüşlerine ek olarak kendilerini nasıl tanıttıklarına göre de değerlendirebilmeyi seviyorum. Ama yine de o kafamdaki ideal insanı bulabilmiş değilim.<br />
<br />
Şöyle işi, böyle evi, öyle arabası olsun türü materyalist kriterlerim yok aklımdaki insan için. Model görünümlü bir insan idealine takılmış da değilim. Ama bazı ufak şeylere çok takılıyorum. Kendi ana dilini doğru düzgün konuşmayı, yazmayı bilmeyen insanlar ve SMS dili konuşanlar beni çok itiyor mesela (bir şey/birşey ayrımı gibi üfürükten şeyler değil de, yalnız/yanlız ayrımını yapamayanlar, de'sini ayrı yazamayanlar, İngiltere'de ise you're/your farkını bilmeyenler giriyor bunun içine). Sigara içenlerin ya da hayatı sabah akşam alkolden ibaret olanların yanına yaklaşmıyorum zaten. Aşırı kıskançlık, aşırı sahiplenicilik, yalan dolancılık, amaçsızlık, dindarlık, kendi gibi olmayanları yargılayıcılık, fazla kendini beğenmişlik de bana göre değil. Ama bunlar dışında açık zihinli olmaya çalışıyorum. Yine de tekrar görmek isteyeceğim kadınlar çıkmıyor karşıma.<br />
<br />
Geçenlerde Vanity Fair dergisinde Tinder'ın "dating apocalypse" olduğuna dair bir yazı çıkmış ve bayağı konuşulmuştu. Yazı bu tür site ve app'lerdeki seçenek bolluğunun insanda kusursuzluk arayışı ve aşırı seçiciliğe neden olduğundan bahsediyordu. Bugün farkına vardım ki insanların profillerine neredeyse iş başvurusu için CV eler gibi bakıyorum artık. Yazıda doğruluk payı var galiba.<br />
<br />zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-33154790034758183812015-02-23T00:13:00.002+00:002015-02-23T00:16:17.380+00:00a sort of temporary peaceYatak oncesi iki dakika Facebook'uma bakayim dedim, bir arkadasimin liseye yeni basladigimda dinledigim ve nedense sonra unuttugum bir sarki paylastigini gordum. Arka planda Temporary Peace calarken yillardir gitmek istedigim ama bir turlu gidemedigim, bu yil sonuncusunun yapildigi gercegi beni iyice nostaljik ruh hallerine sokan Xena con ile ilgili bir habere denk geldim. Hemen ardindan da dunyadaki diger balinalardan farkli bir frekansta iletistigi icin 30 yildir tek basina okyanuslari dolasan, sesi asla duyulmayan <a href="http://www.bbc.co.uk/programmes/p02kfl4q?ocid=socialflow_facebook" target="_blank">yalniz balinanin haberi.</a> Iki dakikada ruhen cokuntuye ugradim neredeyse.<br />
<br />
Turkiye'den Londra'ya yeni yila dair umutlarla donusumden 1 ay gecti, artik kaliciymis gibi gorunmeye baslayan yalnizligimi sonlandirma konusunda iyice caba harcayarak hepsi birbirinden fena sekilde sonuclanan 5 farkli date'e ciktim. Ardi ardina gelen basarisiz bulusmalar hem kendim hem de genel olarak iliskiler konusunda pek cok yeni soru isareti dogurdu kafamda. Bu hafta bu konuda uzun uzun bir post yazacagim. O zamana kadar, gorusmek uzere.<br />
<br />
<i>Beyond this beautiful horizon lies a dream for you and I </i><br />
<i>This tranquil scene is still unbroken by the rumours in the sky </i><br />
<i>But there's a storm closing in, voices crying on the wind </i><br />
<i>The serenade is growing colder, breaks my soul that tries to sing </i><br />
<i>And there's so many many thoughts when I try to go to sleep </i><br />
<i>But with you I start to feel a sort of temporary peace</i>zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-32422700090097704122014-12-14T12:22:00.000+00:002014-12-14T12:22:01.700+00:00maps to the starsDün akşam üyesi olduğum bir sitenin partisi vardı. Birlikte gideceğim arkadaşımın işi çıktığından ve siteden kimseyle "Merhaba, ben geldim" şeklinde yanına dahil olacak yakınlıkta olmadığımdan gitsem mi gitmesem mi bir türlü karar veremedim. Bir de üstüne hipoglisemi kaynaklı olduğundan şüphelendiğim, yarı baygın, acayip bir beden ve ruh halindeydim. Yine de kendimi zorlaya zorlaya kalktım, giyindim ve gittim.<br />
<br />
Çok az kişinin olduğu, o kişilerin de kenardaki sandalyelerde oturan 45 yaş üstü kadınlar olduğu, sonradan gelen insan olarak benim ortada dikilmek zorunda kaldığım ve dolayısıyla herkesin bakışlarını üzerimde hissettiğim awkward bir ortamdı. Biraz durayım eve giderim düşüncesiyle telefonumda zaman öldürüyordum ki sitenin sahibi yanıma geldi ve bana tek başına gelen başka biriyle tanışmak isteyip istemediğimi sordu.<br />
<br />
Sonradan adının Athena olduğunu öğrendiğim o birisiyle konuşarak geçirdik bütün geceyi. Bir yarım saat durur giderim diye düşünürken bir baktım biz konuşurken üç buçuk saat geçmiş, parti bitmek üzere. Ben son otobüse yetişeyim diye dışarı çıktık, durağa yürüdük. Bir kilise bahçesinin önünde beklerken yıldızları izledik. O tek başına kocaman parlayan yıldızın gerçekten yıldız mı, yoksa gezegen mi olduğunu tartıştık. O sırada ardı ardına yıldızlar kaymaya başladı. Dilek tuttum. Eve gelince haberlerden öğrendim ki dün gece Londra üzerinde meteor yağmuru varmış.<br />
<br />
Genelde böyle içimden hiç çıkmak gelmeyen günlerde kendimi dışarı çıkmaya zorladığımda gece hep hüsranla sonuçlanır, keşke evde kalıp DVD izleseymişim diye düşünürüm. Ama dün gece iyi ki çıkmışım.zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-34711739231963547502014-12-12T14:05:00.001+00:002014-12-12T14:05:16.012+00:00testament of youthDün akşam <a href="http://www.imdb.com/title/tt1441953/" target="_blank">Testament of Youth</a>'un Bafta gösterimindeydim. Öğleden sonra ikinci kez The Imitation Game filmini izledikten hemen sonra bir savaş filmi daha izlemek ruhumu kararttı. Özellikle de böyle ölüp gidenlerin ardı arkasının kesilmediği bir savaş filmi. Birinci Dünya Savaşı'nda olup bitenler aşağı yukarı tahmin edilebilir olduğundan bahsedeceğim şeyler spoiler sayılmaz diye düşünüyorum, ama yine de ona göre okuyun.<br />
<br />
Vera Brittain'ın anılarından uyarlanan film kızların üniversite eğitimine değer görülmediği bir dönemde Oxford'a kabul edilmeyi başaran, ancak tam o sırada savaşın patlak vermesiyle dünyası alt üst olan Vera'nın hikayesini anlatıyordu. Birinci Dünya Savaşı başladığı sırada genç olan jenerasyonun, savaşa katılanlar ve geride kalanlar dahil olmak üzere kayıp bir nesil olduğu; gençlikleri ve hatta hayatları savaş tarafından ellerinden alınan bu nesli hep hatırlamamız gerektiğiydi filmin ana teması.<br />
<br />
Savaştan önce sıradan birer genç olan insanları hayatlarındaki önemli anların gerçekleştiği yerler yoluyla gördük önce filmde: Vera'nın kardeşi ve arkadaşlarıyla yüzdüğü göl, birlikte yürüdükleri uzun toprak yol, ağaçlar arasından sızan güneş ışınlarıyla aydınlanan orman, savaşa giden erkekler izin alıp evi ziyaret ettiğinde dalgalar vuran sahilde oturdukları yosunlarla kaplı kayalar. Savaş bittikten sonra buralara geri döndük, ama bu kez her yer bomboştu. Bir zamanlar orada ve mutlu olan insanlar artık yoktu.<br />
<br />
Mekanlara çok bağlı olan, anılarını çoğu zaman mekanlar üzerinden hatırlayan biri olarak bu düşünce bana çok dokundu. Sevdiğim insanlarla güzel anılarımın olduğu yerlerin yıllar sonra biz artık varolmadığımızda boş ve yalnız kalacağı gibi depresif düşüncelere kapıldım.<br />
<br />
Kış mevsimi bana iyi gelmiyor.zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-79972409775337258712014-12-09T11:28:00.000+00:002014-12-09T11:28:44.457+00:00without apologiesGeçen hafta Peru'daydım. Her zaman yaptığım gibi kaldığım oteller hakkında eleştiri yazdım. Normalde eleştirilerimi hep Tripadvisor'a yazarım, ama otellerin birinde kısmen rezervasyonu yaptığım Booking.com'dan kaynaklı bir sorunla karşılaştığımız için o otelinki için Booking.com'un kendi eleştiri fasilitesini kullandım.<br />
<br />
Eleştirim anonim olarak yazılmıştı ve otelin pozitif ve negatif yönleriyle ilgili kişisel, dürüst görüşlerimi içeriyordu. Booking.com'da otel yöneticileri anonim olarak yazılan yorumlara cevap veremiyor, ancak rezervasyon sırasında konuğun email adresi otele gönderiliyor.<br />
<br />
Otel yöneticisi bu şekilde benim email adresimi bularak bana "O yazıyı senin yazdığını biliyoruz, haksızlık etmişsin, bu yazdığın şeyler doğru değil" türü bir email atmış dün gece. Hemen Booking.com'u arayıp durumu ilettim, açıkçası pek bir ciddiye almadılar ve "Otele bunu yapmamaları gerektiğini bildireceğiz" diye geçiştirdiler.<br />
<br />
(Eğer gezdiğiniz yerlerle ilgili eleştiri yapıyorsanız aklınızda bulunsun, Tripadvisor üyelerine bu tür mailler gönderilmesini çok ciddiye alıyor, Booking.com gibi rezervasyon sitelerindense her zaman Tripadvisor'ı kullanın eleştiri için. En azından başınıza böyle bir iş gelirse size arka çıkarlar.)<br />
<br />
Neyse, bu otel yöneticisi adam bize otelde kalırken çok yardımcı olduğundan cevap verme ve yanlış anladığı bazı kısımları açıklama ihtiyacı duydum. Tam olarak ne demek istediğimi açıklayan ve "Üzgünüm ama çok kirli diye bahsettiğim banyo gerçekten çok kirliydi" şeklinde devam eden uzun bir mail yazdım. Sonra da düşündüm: Banyoyu gerçekten bok götürüyordu, en dandik hostel'lar ve benzinci tuvaletleri bile dahil olmak üzere hayatımda o kadar pis tuvalet görmemiştim. Bunu da eleştirimde belirttim. Bunun için neden özür dileyeyim ki? Asıl özür dilemesi gereken otel. Kısmen bu yüzden, kısmen de laf dalaşına girmek istemediğimden maili göndermedim.<br />
<br />
Bunun üzerine fark ettim ki ben çok fazla özür diliyorum. Hatalı olunce özür dilenmeli tabii ki, ama benim özürlerimin %90'ı kendi hatam olmayan konularda oluyor. Özellikle İngiltere'ye taşındığımdan beri iyice gereksiz özür diler oldum.<br />
<br />
- "Pardon, geçebilir miyim lütfen?"<br />
Doğrusu: "Koskoca bebek arabasıyla yolun ortasında durup sohbet eden, insanların geçmesini önleyen bencil kadın, çekilsen de geçsek."<br />
<br />
- "Rahatsız edip durduğum için üzgünüm ama haftalar oldu, bana gönderdiğiniz şey hala gelmedi."<br />
Doğrusu: "İşinizi doğru düzgün yapıp pakedimi zamanında gönderseniz size haftada bir nerede kaldığını sormak zorunda kalmazdım."<br />
<br />
- "Üzgünüm Bay Kasiyer, cüzdanım o kadar ıvır zıvırla dolu ki doğru kredi kartını bulmam zaman alıyor."<br />
Doğrusu: "Sen beni 10 dakika sırada beklettiğin için özür dilemezken, ben niye 10 saniye cüzdanda kart aradım diye özür diliyorum?"<br />
<br />
Bundan sonra hayatı daha az özürcü bir insan olarak yaşamaya dikkat edeceğim. Gerçekten çok sinir bozucu bir huy.<br />
<br />zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-33960754662646593852014-11-01T19:45:00.002+00:002014-11-01T19:49:18.179+00:00glory is a silent thingBu aralar hem 9-5 ofis işlerini bırakıp evde serbest çalışan biri olmanın, hem de arkadaşlarımdan uzaklaşmış olmanın etkisiyle iyice münzevi hayatı süren biri haline geldim. Ve bu münzevilik durumu uzadıkça daha da asosyalleşiyorum, daha da içe kapanık hale geliyorum, daha da depresif oluyorum, bunun sonucunda da içinde bulunduğum yarı depresyon hali beni daha da münzevileştiriyor. Böyle fena bir döngü içine girdim.<br />
<br />
Geçen hafta saatlerin geri alınması ve havanın artık 4.15 gibi kararıyor olması zaten hassas olan ruhsal durumumun tamamen içine etti. Alt tarafı bir saat diye düşünen olabilir ama gerçekten bu sefer çok etkilendim. Eskiden kışın hava kararırken hep dışarıyı pek göremediğim bir ofiste olurdum, kışın bana tek etkisi 5'te işten çıktığımda havanın karanlık olması olurdu. Saat daha 4 iken havanın kararıyor olduğunu görmek çok depresif.<br />
<br />
Yedi yıl önce bu blog'a başladığımda klinik depresyonla cebelleşiyordum ve blog'un asıl amacı antidepresanlarımın ruh halim üzerindeki etkisini takip etmekti. Becoming Zero adını seçme nedenim antidepresanların beni "hissiz" hale getireceğini düşünmemdi. Bir süreliğine getirdiler de. Ancak daha sonra o duygusal uyuşmadan kurtulayım diye İstanbul sokaklarında saçma sapan anlık hazlar peşinde koştura koştura iyice dibe vurdum. İngiltere'ye taşındım, büyük şehir hayatını ve depresyonumu iyice azdıran insanları geri bıraktıktan sonra iki yıldır kullandığım ilaçları ancak bırakabildim.<br />
<br />
Bir daha asla o duruma düşmek istemiyorum. Tekrar depresyona girmek, en çok da burada ailem ve tüm diğer savunma mekanizmalarımdan uzakta yalnız hissederken depresyona girmek hayattaki en büyük korkularımdan biri. O yüzden moralim bozuksa oturup bunun üzerinde uzun uzun düşünme izni vermiyorum kendime, iyice moralimi bozacak şarkılar dinlemiyorum, canım istemese de dışarı çıkıp bir şeyler yapıyorum. Kimseye bir kelime etmeyecek olsam, sadece Starbucks'ta kitabımı okuyup tek başıma bir kahve içecek olsam bile her günün bir kısmını ev dışında geçirmeye çalışıyorum.<br />
<br />
Gerçekten hayatımda ilginç bir şeyler olmasına ihtiyacım var bu aralar.zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-71928501686455540162014-09-29T11:59:00.001+01:002014-09-29T12:04:24.797+01:00prideBu aralar Londra Pride organizasyonu olarak iç savaş modundayız. Özetlemem gerekirse Pride'in organizasyonunda rolü olan 3-4 farklı takım var. Bu takımların birinin başında Pride'ı diktatör gibi yönetmek isteyen, kendini ne dese tamam diyecek yavşak genç çocuklarla çevrelemiş ve nedense Pride'ın Yönetim Kurulu Başkanı'nın bile ses çıkarmaya cesaret edemediği leş gibi bir adam oturuyor. Bu adam geçen sene kimsenin yardımı olmadan süper bir iş çıkarmamıza rağmen benim içinde bulunduğum takımı Pride organizasyon komitesinden çıkarmak ve kendi "adamlarını" yerimize koymak istiyor. Kendinden başka herkesin başarısız olmasını isteyen, birilerinin ondan bağımsız olarak iyi bir şeyler başardığını görmeye tahammülü olmayan bir insan.<br />
<br />
Bu sırada bu adam ve ekürisi arasında bizim yaptığımız işleri çalıp kendi yapmış gibi gösterme, Yönetim Kurulu'na yalan söyleyerek insanlara çamur atmaya çalışma, ne kadar kendinden 20 yaş küçük erkek varsa hepsiyle kimin eli kimin cebinde oynayıp bunun karşılığında komitede rol vaat etme türü şeyler oluyor. Torpilcilik, yaranmacılık, çıkarcılık ve sırttan bıçaklayıcılık had safhada anlayacağınız. Herkes kendi çıkarı için, "Bunu ben yaptım" diye Pride günü böbürlenebilmek için hareket ediyor, Pride'a ne olduğu ve Pride ruhunun ne anlama geldiği kimsenin umrunda değil. Yönetim anlayışı böyle olduğu için de 3-5 senede bir belediyenin ihaleyle verdiği Onur Haftası'nı organize etme hakkını kazanan her grup başarısız oluyor.<br />
<br />
Haftasonu bu konuda yaşanan pek çok grup içi tartışmadan sonra dün akşam sonunda <a href="http://www.imdb.com/title/tt3169706/" target="_blank">Pride</a> filmini izledim. 1984 İngilteresinde uzun süreli bir madenci grevi sırasında "Polis, hükümet, medya, bize düşman olan herkes aynı zamanda grevde olan maden işçilerine de düşman" diye düşünen bir grup Londralı eşcinselin Galler'deki küçük bir madenci kasabasıyla dayanışmasını anlatan, gerçek hikayeye dayalı bir filmdi. Hem madenciler, hem de büyük şehirli eşcinsellerin ilk başta birlik olmak istememelerine rağmen insanların bireysel hislerini, şüphelerini, çıkarlarını bir kenara bırakarak ortak bir amaç için bir araya gelmesini izlemek gerçekten çok moral vericiydi. O birlik ve beraberlik hissinin yerini kişisel çıkarların aldığını, o eski Pride ruhunun yok olduğunu görmek ise çok üzücü.<br />
<br />
Cumartesi günü tüm bunlar olurken Pride gönüllülerinin bir araya geldiği bir buluşma gerçekleştirdik. Daha 19-20 yaşlarında, yeni yeni açılan, hiç LGBT ortamlarda bulunmamış bir sürü insan vardı. Hepsi bizimle ve birbirleriyle buluşmanın, yalnız olmadıklarını hissetmenin onlar için ne kadar önemli olduğunu söylediler giderken; akşam eve geldiğimde de buluşmada ona destek olduğumuz için ailesine açılma cesaretini bulabildiğini söyleyen birinin teşekkür maili bekliyordu beni.<br />
<br />
Bir yanda gerçekten Pride'a ve Pride organizasyonunun onlara sağladığı destek mekanizmalarına ihtiyacı olanlar, bir yanda da kişisel hırsları peşinde koşarak Pride'ı duvara toslatan organizatörler. Gerçekten çok üzülüyor insan.zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-22856430890417330252014-08-19T23:22:00.002+01:002014-08-19T23:23:56.479+01:00the langhamDün akşam hayatımın en garip akşamlarından birini geçirdim. Netten tanıştığım biriyle akşamüstü bir şeyler içmek için buluştuk. İlk görüşmemiz olduğundan ve ertesi günü İzmir'e gidiş için hazırlanmam gerektiğinden en fazla iki kadeh şarap içer dönerim diye düşünüyordum. Laf lafı açtı, şaraplar viskilere dönüştü, bir baktık dört saattir aynı masada oturuyoruz, bar kapanmak üzere. Bazen fiziksel temasa ne kadar ihtiyaç duyduğumuzdan, birine sarılarak oturup televizyon izlemenin, uyumanın ne güzel şey olduğundan bahsetmiştik; konu oradan oraya nasıl geldi hatırlamıyorum ama birden hadi bir otel odası tutalım ve sarılalım diye karar verdik.<br />
<br />
Sarılma arkadaşımın otel masrafını iş yerine takmayı teklif etmesi ve Lady Gaga'nın Londra'ya geldiğinde kaldığı otelde kalmakta ısrar etmesi üzerine gecenin bir vakti Londra'nın en lüks beş yıldızlı otellerinden birine gidip iki odalı, iki banyolu geceliği 400 küsür pound'luk dev bir süit tuttuk. Hayatımda o kadar lüks ve büyük bir otel odası görmemiştim, tamamen masal gibiydi. Minibarı boşaltıp bütün gece sarılarak Family Guy izledik, ufak tefek bir sürü şeyden konuştuk, sonra da sabaha karşı birbirimizi spoon'layarak uyuduk. Sabah uyandık, yine konuştuk, birkaç saat daha sarıldık otelden çıkana kadar.<br />
<br />
Kimsenin kimseye değil dokunmak, göz göze gelmekten bile kaçındığı metropol yaşantısında böyle bir deneyim yaşamanın ne kadar insanın içini acıtacak derecede güzel bir şey olduğunu kelimelere dökemiyorum. Bir daha görüşmesek bile hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri olacak kesinlikle.<br />
<br />
İşin acayip yanı, aşağı yukarı 12 yaşından beri kendimi "ruh ikizi" türü bir insanla hayal ettiğimde, onu rüyamda gördüğümde hep böyle herkesi geride bırakıp sadece bize ait bir mekana çekilip saatlerce konuşmanın, sarılmanın, sadece ikimiz olmanın tadını çıkardığımızı hayal ederim. Dün gece hayatımda ilk kez gerçek hayatta o hissin aynını tatmış oldum. Çok güzeldi. Bu insanın "ruh eşim" falan olduğu düşüncesinde değilim, ama bu his kesinlikle o rüyadaki his. Daha istiyorum.zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-54110507685044389152014-08-17T20:00:00.001+01:002014-08-17T20:00:12.953+01:00holiday, our republic on the beachSon birkaç ay o kadar hızlı geçti ki... Haziran ayının tamamını Pride için koşturarak geçirdikten ve 28 Haziran'da Londra'nın süper bir Pride geçirmesine katkıda bulunduktan sonra İzmir'e dönerek Çeşmeli, Marmarisli, Sakız Adalı uzun bir tatil yaptım. Sakız'ın en sevdiğim yerlerinden birinde dünyadaki en sevdiğim olan annemle deniz kıyısında, ay ışığı altında bir Browni kekin üzerine diktiğim mumu üfleyerek 25 yaşımı doldurdum.<br />
<br />
Haftaya yine Türkiye'ye gidip bir tatil daha yapacağım, birkaç haftalığına iş kurma muhabbetlerimi halletmek için Londra'ya geldim. Bilmiyorsanız özetle durumum şu: İngiltere'ye taşındığımdan beri çalışma vizelerine başvurmak için gereken koşulların çok sıkılaşması sonucu ülkede kalabilmemin tek yolu olan Ankara Anlaşması'na başvurmak durumunda kaldım. İki kilo belge hazırladıktan ve iş planım için bir sürü para bayıldıktan sonra vizeye başvurdum ve dört buçuk aylık bir bekleyiş sonucu vizem çıktı. Bu vizeyle sadece serbest çalışan olarak iş yapabiliyorum, o yüzden işten ayrılmak zorunda kaldım.<br />
<br />
Buraya geldiğimden beri muhasebeydi, websitesiydi, kartvizitti, vergi kayıtlarıydı, bilmem neydi şeklinde uğraşıp duruyorum. Hepsini hallettim, ama bir türlü serbest meslek kulvarındaki ilk işimi bulup siftah edemedim. Şu ana kadar ajans türü bir yerde çalışmadığım, hep kurum içi iletişim bölümlerinde çalıştığım için müşterilerimi alıp götürme şansım da olmadı. eBay gibi insanların işlere teklif verdikleri siteler sayesinde iş bulmaya çalışıyorum. Saatlik ücretimi ne kadar düşürürsem düşüreyim işleri hep Pakistanlı, Bangladeşli, doğru düzgün İngilizce konuşamayan ve benim bir saatlik ücretim karşılığı 10 saatlik iş yapan tipler kapıyor. Benim onların çalıştığı fiyata iş yapmam mümkün değil, kimseye de kendimi sömürttürmem zaten o şekilde.<br />
<br />
İş bulmanın alternatif bir yolunu bulmam gerek. Freelance çalışan ve tavsiyesi olan varsa lütfen bir comment bıraksın!zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-5906909705781238522014-06-08T18:52:00.000+01:002014-06-08T18:52:34.757+01:00i love this house, gives me the greatest peace i've ever knownŞu an çalıştığım yerdeki insan kaynakları formlarından biri için 6-7 yıl önce İstanbul'da yaşadığım evin adresi lazım oldu. Hatırlamadığımdan anneme sordum, o vesileyle yakın zamanda o binanın yıkıldığını öğrendim.<br />
<br />
Ben mekanlara çok bağlanan bir insanım. Ne zaman okuduğum bir okuldan, çalıştığım bir işyerinden, yaşadığım bir evden ayrılsam çok fena hüzünlenirim, çıktığımda hep arkamı dönüp son bir kez bakasım gelir. Bunun da ötesinde hayatımın en önemli anlarının çoğu o evde geçti. İlk kez kendi ayaklarım üzerinde durmaya başladığım ve yalnız yaşamanın tadını aldığım, şiddetli bir depresyonla boğuştuğum, ilk kız arkadaşımla ilk tanıştığım gün onu getirip ilk kez öptüğüm, İngiltere'ye taşınma kararı verdiğim, cinsel yönelimimle ilk kez barıştığım evdi. Bunların hepsi karakterimi ve kimliğimi büyük ölçüde şekillendiren anlardı, ve onları o evle bağdaştırmıştım.<br />
<br />
Geçmişe ve içimde hala ukte kalan ilk kız arkadaşımla olan ilişkime özlem duyduğumda o ev ve çevresinde yaşadıklarımı düşünmek beni rahatlatıyordu. Geri döneceğimden değil belki, ama aklımda şöyle çılgınca bir düşünce vardı: Bir yerlerde, paralel bir evrende benim o evdeki, o ilk kız arkadaşla olan yaşantım devam ediyor. Bu evrende yaptığım hataları yapmadığım farklı bir zaman diliminde benim farklı bir versiyonum hala orada, hala onunla, ve mutlu. Evin yıkıldığını öğrenmek beni çok sarstı o yüzden.<br />
<br />
Keşke yerlere bu kadar bağlanmasam.<br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="//www.youtube.com/embed/SCoJXqGn_kg" width="560"></iframe>zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-63688370949338095462014-05-25T19:50:00.001+01:002014-05-25T19:56:01.732+01:00i love you allEn son işsizlik üzerine yazdığım yazıdan iki gün sonra kayıtlı olduğum bir iş bulma ajansından arayarak bana kısa süreli eleman arayan bir devlet kurumundan bahsettiler. Aynı ajans aracılığıyla daha önce başvurduğum işlerin hiç birinden dönüş olmadığından hiç işi alacağım beklentisinde olmadan başvurdum. Birkaç gün sonra görüşmeye çağırdılar.<br />
<br />
Görüşmeyi yapan insanlar çok tersti ve onların bu negatif enerjisi, soru sorma tarzları vs. beni çok demoralize ettiğinden biraz panikledim ve istediğim cevapları veremedim. Görüşmeden çıktıktan sonra ajanstan arayıp nasıl geçtiğini sordular, kötü geçti dedim. Hayatım boyunca gittiğim en kötü iş görüşmelerinden biriydi hatta. Buna moralim bozulmuş bir halde arkadaşımla buluştum, sinemada izleyeceğimiz filmin saatinin gelmesini bekliyorduk. Tam o sırada ajans aradı, görüşmeyi yapanların en çok beni beğendiğini ve işi bana teklif ettiklerini söyledi. Hem az önce "çok kötü geçti" dediğim ajans çalışanı hem de ben çok şaşırdık. Görüştüğüm ve müdürüm olacak insanlardan iyi bir enerji almamama rağmen nasıl olsa altı hafta çalışacağım diye işi kabul ettim ve pazartesi günü başladım.<br />
<br />
Bu işin tek olumlu yanı Westminster'da parlamentonun dibinde, nehir kıyısında, yemyeşil bir parkın tam karşısında çalışıyor olmam. Onun dışında ilk haftam çok boktandı. Bir iki kişi dışında birlikte çalıştığım herkes inanılmaz derecede soğuk ve ters. Normalde yeni gelenlere oryantasyon yapılır, hiç öyle bir şey yapmadan beni işin ortasına attılar. En temel şeylerin bile ne/nasıl/nerede olduğunu ben sormadan kimse söyleme gereği duymadı. Kurumun yaptığı iş zaten inanılmaz teknik ve sıkıcı, o teknik bilgiye sahip olmadığımdan duyduğum ve okuduğum şeylerin çoğunu anlamıyorum, toplantılarda bahsedilen projelerin ne olduğunu açıklamayı da akıl edemiyor kimse. Bir de devlet kurumu olduğundan her şey ve herkes çok resmi; eski iş yerlerimde olduğu gibi kot-spor ayakkabı işe gidemiyorum, her şey %100 prosedürüne göre yapılıyor, çok katı kurallar var. O yüzden bütün hafta çok dışlanmış hissetmenin yanında bir hata yapacağım diye çok fena diken üstündeydim. Hem fiziksel, hem de ruhen bu kadar yorulduğum başka bir hafta daha hatırlamıyorum son yıllarda.<br />
<br />
Bir daha hayatta kamu sektörüne adımımı dahi atmam. Hiç bana göre bir ortam değil.<br />
<br />
**<br />
<br />
Mayıs ayı boyunca izlediğim, bende iz bırakan ve yeniden izlemek için buraya kendime not düştüğüm filmler:<br />
<br />
- The Great Beauty (Blue is the Warmest Colour'dan sonra en sevdiğim filmler listesinde anında iki numaraya oturdu)<br />
- Princess Mononoke<br />
- Paris, Texas<br />
- WALL-E<br />
- Frank<br />
- The Two Faces of January (ve hatta BFI'daki özel gösterimde dünya gözüyle Kirsten Dunst, Viggo Mortensen, Oscar Isaac ve Hossein Amini görmüş oldum)<br />
<br />
The Great Beauty hakkında uzun uzun yazmam gerek zamanım olduğunda.<br />
<br />
Sizi Michael Fassbender'lı Frank şarkısıyla bırakıyorum:<br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="//www.youtube.com/embed/0zA1Ld2ZnwE" width="560"></iframe>zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-20909040332817758442014-05-05T12:05:00.000+01:002014-05-05T12:05:14.100+01:00slave to the wageEn son çalıştığım yerdeki kontratım bir ay önce sona erdiğinden beri bahar zamanı işsiz olmanın tadını çıkarıyorum. Son bir ayı British Museum'un altını üstüne getirerek, bol bol yürüyerek, öğleden sonraları Starbucks'ta kitabımla güneşlenerek ve haftada 3-4 kez sinemaya giderek geçirdim. En güzeli de bunları ya para ödemeden ya da olabildiğince az para harcayarak yapmış olmam.<br />
<br />
Bundan önceki işsizlik dönemim yüksek lisansımı bitirdikten sonra ilk kez iş arıyor olduğum dönemdi. O zamanlar çalışıp para kazanmanın nasıl bir his olduğuna dair en ufak bir fikrim olmadığından rahatlıkla anne parası yiyor ve evde sıkıldıkça eBay'e sararak bir sürü gereksiz harcama yapıyordum. Bu sefer de boş olduğumdan yine abartılı bir tüketim döngüsüne gireceğimden endişe ediyordum, ama tam tersine harcamalarımı büyük oranda kıstım bu aralar. Parasızlıktan değil, sadece emek verip kazandığım parayı gereksiz şeylere harcamak içime oturduğundan.<br />
<br />
Bu tutumluluk döneminde iyice farkına vardım ki, Londra'da beleşe yapılabilecek milyon tane şey var, özellikle de merkezi bir yerde yaşıyorsanız. Müzeler ücretsiz, evimin dibindeki British Museum'da her gün yarım saatte bir bedava galeri turları düzenleniyor. Yine yakınlardaki British Library'de bedava mesleki gelişim seminerleri düzenleniyor bir sürü. Üniversite semtinde yaşadığımdan birkaç üniversiteye yürüme mesafesindeyim, çoğunda öğlen ve akşamları çok ilgi çekici konuşma ve seminerler oluyor. Eskiden üşenip metroyla gittiğim Leicester Square'e 25 dakikada yürüyebildiğimi keşfettiğimden beri haftada birkaç kez gidiyorum, Prince Charles sinemasında gündüz gösterimleri çok ucuz ve her hafta bir seansa £1 bilet satıyorlar. Ayrıca Leicester Square'deki film premiere'lerinin yapıldığı büyük sinemalarda çoğu filmin vizyona girmeden bedava ön gösterimleri oluyor, bedava yemeli içmeli falan, eğer nereye bakacağınızı bilirseniz. Tüm bunlardan sonra güneş kremim, Kindle'ım ve iPad'imle birlikte Starbucks'ın dış masalarından birine kurulup güneşin tadını çıkarmak istediğimde de bir filtre kahve aldıktan sonra devamı bedava.<br />
<br />
İlkbaharda Londra işsiz olmak için güzel bir ortam kesinlikle.zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-61874734827290960502014-04-11T19:43:00.002+01:002014-04-11T19:47:55.474+01:00flare 2014 pt.2Önceki hafta sona eren Londra LGBT Film Festivali BFI Flare kapsamında izlediğim Violette Leduc, In Pursuit Of Love (Violette Leduc, La Chasse à L'amour) filmi için büyük umutlarım vardı. Simone de Beauvoir'ın kanatları altına aldığı, daha sonra de Beauvoir'a aşık olan ama aşkına karşılık bulamayan yazar Violette Leduc'ün biyografisi çok daha ilgi çekici olabilirdi, ama maalesef Leduc'ün kendisinden çok hayatındaki insanların onun hakkındaki görüşleri üzerine kurulmuş, kendini zor izleten bir filmdi (4/10). Şansım ise filmin Extrasystole adlı bir kısa filmle birlikte gösterilmesiydi. Fransız liseli bir kızın edebiyat öğretmenine olan platonik aşkını anlatan, beklenmedik güzellikteki Extrasystole'ün, tam da ekstra kalp atışları (ekstrasistol) ile cebelleşmekte olduğum şu günlerde karşıma çıkması ve başroldeki kızın benim o günkü siyah Balenciaga Day çantamın birebir aynısını taşıyor olması acayip bir histi.<br />
<div>
<br /></div>
<div>
Edebiyat temasıyla devam ederek aynı akşam Amerikalı şair Elizabeth Bishop ile Brezilyalı mimar Lota de Macedo Soares'in aşkını anlatan <a href="http://www.imdb.com/title/tt2217458/" target="_blank">Reaching for the Moon</a> filmini izledim. Yazarlığın yalnızlığı, alkolizm, depresyon gibi konuların işlendiği, bitince yerinizden kalkamadığınız, sinema salonu boşalırken birkaç dakika koltuğunuzda oturup kendinize gelme ihtiyacı duyduğunuz filmlerdendi. İçimde deli gibi bir her şeyi bırakıp Rio'ya gitme ve Flamengo Parkı'nı görme, şiir insanı olmasam da Elizabeth Bishop okuma isteği uyandı (7.5/10).</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Bir sonraki gösterimim <a href="https://whatson.bfi.org.uk/flare/Online/default.asp?BOparam::WScontent::loadArticle::permalink=youretheonearentyou" target="_blank">You're the One, Aren't You?</a> adlı bir kısa film koleksiyonuydu. Arka arkaya bir sürü kısa film izlemeye bayılıyorum, insan asla neyle karşılaşacağını bilemiyor. "Bu da neydi öyle" dedirtecek acayiplikte ve "Oha buna bayıldım" dedirtecek güzellikte filmleri keşfetme fırsatı süper bir şey. Bu seneki kısa filmler arasında hem acayipler, hem güzeller vardı, hepsi de izlemeye değerdi (özellikle What's Your Sign, Dream Date ve Neighbours'ı çok beğendim). Olur da gelecekte Youtube ve türevlerinden bulup izlemek istediğim olursa diye buraya isimlerini not ediyorum.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Kısalardan sonraki filmim <a href="http://www.imdb.com/title/tt1992278/" target="_blank">Who's Afraid of Vagina Wolf</a>, Guinevere Turner delisi olarak en heyecanla beklediğim filmlerdendi. Eğlenceli ancak iz bırakmayan filmle biraz hayal kırıklığına uğradıktan sonra The L Word ve Go Fish'ten tanıyor olabileceğiniz, American Psycho'nun senaristi olan ve festivalde 2010 yılında The Owls filmi gösterilen ancak kendisi gelmeyen Guinevere Turner'ı bu kez bir metre öteden dünya gözüyle görme şansı yakalamak benim için festivalin en heyecan verici anlarındandı (film 7/10, Guinevere 10/10). </div>
<div>
<br /></div>
<div>
Son olarak festivalin kapanış filmi <a href="http://www.imdb.com/title/tt3100636/" target="_blank">52 Tuesdays</a>'e gittim. 16 yaşında cinsel kimliğini yeni yeni keşfetmeye başlamış olan Billie'nin erkekliğe geçiş yapmakta olan trans annesi tarafından babasıyla yaşamaya gönderilmesi ve annesiyle bir yıl boyunca sadece Salı günleri görüşmeleri üzerine kurulu olan filmin çekimleri bir yıl boyunca sadece Salı günleri yapılmış. Hepsi amatör olan aktörlere her seferinde sadece o bir haftanın ve sadece kendi sahnelerinin metni verilmiş, ve alışılmadık bir şekilde kronolojik olarak yapılan çekimler sayesinde bir yıl boyunca hem Billie'yi hem de annesini canlandıran oyuncuların fiziksel değişimi takip edilebiliyor. Çok değişik, düşündürücü ve mutlaka izlenesi bir filmdi (8.5/10). Bulsam da tekrar izlesem.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Özetlemem gerekirse festivaldeki favori filmlerim bunlar oldu:</div>
<div>
1. Dual (Dvojina)</div>
<div>
2. 52 Tuesdays</div>
<div>
3. My Prairie Home</div>
<div>
<br /></div>
<div>
2015 festivalini sabırsızlıkla bekliyorum şimdiden.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Elizabeth Bishop'un One Art şiiriyle bitireyim:</div>
<div>
<br /></div>
<div>
<blockquote>
The art of losing isn't hard to master;<br />
so many things seem filled with the intent<br />
to be lost that their loss is no disaster.</blockquote>
<blockquote>
Lose something every day. Accept the fluster<br />
of lost door keys, the hour badly spent.<br />
The art of losing isn't hard to master.</blockquote>
<blockquote>
Then practice losing farther, losing faster:<br />
places, and names, and where it was you meant<br />
to travel. None of these will bring disaster.</blockquote>
<blockquote>
I lost my mother’s watch. And look! my last, or<br />
next-to-last, of three loved houses went.<br />
The art of losing isn't hard to master.</blockquote>
<blockquote>
I lost two cities, lovely ones. And, vaster,<br />
some realms I owned, two rivers, a continent.<br />
I miss them, but it wasn't a disaster.</blockquote>
<blockquote>
—Even losing you (the joking voice, a gesture<br />
I love) I shan't have lied. It's evident<br />
the art of losing's not too hard to master<br />
though it may look like (<i>Write</i> it!) like disaster.</blockquote>
</div>
zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-75521955135724808822014-04-08T21:45:00.000+01:002014-04-08T21:52:42.008+01:00you could try searsBiraz önce (Türkiye'deki) bir online dating sitesinde hayatımda hiç görmediğim, konuşmadığım ve kim olduğuna dair en ufak bir fikrim olmayan alakasız bir insandan "Çok kilo almışsın" diye bir mesaj aldım. Yıllardır İzmir'e ayda yılda bir gittiğimden beni nerede gördü de kilo hesabı yaptı bilmiyorum, kendisi fotoğraf koyacak cesareti dahi gösteremediğinden kimdir nedir bilemeyeceğim.<br />
<br />
17 yaşındayken İstanbul'a taşınmamın hemen ardından bana depresyon tanısı konuldu ve üç sene kadar yüksek dozda antidepresan kullanmak zorunda kaldım. O antidepresanların bir yan etkisi olarak da çok kısa zamanda çok fazla kilo aldım. O zamandan beri ailemden, arkadaşlarımdan, arkadaş diyemeyeceğim tanıdıklardan ve hatta hiç görmediğim ve beni sadece internette gördüğü fotoğraflardan bilen insanlardan "Çok kilo almışsın" lafını yüzlerce kez işitmişimdir ("Biraz kilo verirsen tekrar birlikte olmayı düşünebilirim" diye lütfeden eski sevgilime selam olsun). Bu mesaj da o sitede alakam dahi olmayan birinden aldığım ilk kilo almışsın mesajı değil.<br />
<br />
Birkaç sene önce böyle bir laf benim günlerce moralimi bozar, belki beni oturup ağlatırdı. Ama şu anda bir insanın nasıl tanımadığı birine gidip görünümü hakkında bu tür bir yorum yapmayı "normal" bir davranış olarak gördüğü ve neden böyle bir şey yapma gereği duyduğunu merak etmenin ötesinde bir tepkim olmadı. Sinirlenmek ya da üzülmek yerine "Wtf?!" diye düşündüm. O yüzden kendime tebrik amaçlı bir blog yazısı yazmak istedim.<br />
<br />
Doruk noktasındayken intiharvari düşüncelere kadar uzanacak derecede vücut imajı problemleri olan bir insandım, hala da bunların üstesinden gelmiş sayılmam. Ama belli ki vücudumla barışmaya sonunda başlamışım.<br />
<br />
Darısı bunun gibi fotoğrafsızların başına.zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-7161464607308163692014-04-06T15:58:00.000+01:002014-04-06T16:07:14.851+01:00flare 2014 pt.1Bütün bir yıl heyecanla beklediğim BFI Flare: London LGBT Film Festival geçen Pazar sona erdi. Programı ilk gördüğümde biraz hayal kırıklığına uğramıştım, ama izlediğim filmlerin biri dışında hepsinden çok memnun kaldım. Bu festivale altı yıldır katılıyorum, denk geldiğim en başarılı programlardan biriydi.<br />
<br />
Festivalin açılışını 'gay best friend' anlamına gelen <a href="http://www.imdb.com/title/tt2429074/" target="_blank">G.B.F.</a> ile yaptım. Mean Girls gibi kült statüsüne erişecek bir film olmamakla beraber uzun zamandır bu kadar gülmemiştim. Özellikle filme girerken verilen ve aşağıda görmekte olduğunuz argo sözlüğü süperdi. Lise filmlerini seviyorsanız, political correctness kavramını boşverip kahkahalarla gülmek istiyorsanız ve zaman zaman yüz buruşturtacak derecede kötü olan oyunculuklar sizi rahatsız etmeyecekse izlemenizi tavsiye ederim (benim gibi fanatik Mean Girls hayranıysanız filmin sonundaki prom sahnesi ile Mean Girls'ün sonundaki prom sahnesinde aynı şarkının çaldığını fark edeceksiniz). (7/10)<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjWhxunfeKvxBjavXkARLTQkwHue7p4YgchjBgiaIo3lmJpT57Kwy-13-jIEJ1V7OYS_Tek41Af7QXVkCk9lfrqvviZOSyR1WdShF6INrCsV_zeJSpZy445u5n1KhFsJzaSIfjsg-GS5dE/s1600/DSC06338.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjWhxunfeKvxBjavXkARLTQkwHue7p4YgchjBgiaIo3lmJpT57Kwy-13-jIEJ1V7OYS_Tek41Af7QXVkCk9lfrqvviZOSyR1WdShF6INrCsV_zeJSpZy445u5n1KhFsJzaSIfjsg-GS5dE/s1600/DSC06338.JPG" height="225" width="400" /></a></div>
<br />
<br />
İkinci filmim <a href="http://www.imdb.com/title/tt2461190/?ref_=nv_sr_1" target="_blank">Valencia: The Movie/S</a> idi. 90'lar San Francisco'sunda yaşayan Michelle adlı queer bir kadının otobiyografisinin her bir bölümünün birbirinden tamamen bağımsız çalışan 20 farklı yönetmen tarafından kısa film haline getirilmesiyle oluşan bir projeydi. Geçen yıllarda filmlerini festival kapsamında büyük zevkle izlediğim Cheryl Dunye o 20 yönetmenden biri olduğundan bu filmi sabırsızlıkla bekliyordum. Karakterlerin her bir filmde değişmesi ve Michelle'in karşımıza kadın, trans erkek, bufalo ve hatta şişme bebek olarak çıkması bazıları için hikayeyi takip etmeyi zorlaştırsa da benim için narratif kavramının altını üstüne getiren, film yapımına yepyeni bir açıdan bakan bir yaklaşımdı, izlemekten büyük zevk aldım. En kısa zamanda Michelle'in otobiyografisini okumayı planlıyorum. Bu arada izlerken karşınıza Lynn Breedlove, ve The Real L Word izlediyseniz Whitney'nin eski sevgililerinden biri çıkacak. (7.5/10)<br />
<br />
Bir sonraki filmim Dual'a (orijinal adıyla <a href="http://www.imdb.com/title/tt2917916/?ref_=nv_sr_1" target="_blank">Dvojina</a>) beni ziyaret etmekte olan ve yalnız bırakmak istemediğim annemi götürdüm. İkimiz de hem filme, hem karakterlere, hem de açılış şarkısına bayıldık. Festivalde en sevdiğim ve hatta Blue is the Warmest Colour'dan sonraki favori lezbiyen filmim diyebilirim, inanılmaz tatlı bir filmdi. Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim, o yüzden spoil etmemek için konudan bahsetmeyeceğim. Bulabilirsem tekrar izlemek istiyorum bu aralar. (9/10)<br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="//www.youtube.com/embed/zPw015Xmj1s" width="560"></iframe><br />
<br />
Daha sonra Rae Spoon'un <a href="http://www.imdb.com/title/tt3203462/?ref_=fn_al_tt_1" target="_blank">My Prairie Home</a> filmini ve filme eşlik eden canlı performansını izledim. Geçen seneki festivalde Youtube'da butch olmak ve femme sevmek temalı monologlarına denk gelmiş olabileceğiniz Ivan Coyote ile olan Gender Failure performansını izlediğimden beri Rae Spoon iPod'umda kendine büyük bir yer edinmişti. Uzun zamandır izlemek istediğim filmini bizzat kendisinin de katılımıyla izlemek bambaşka bir histi; filmdeki memleketine sığamadığı için daha büyük şehirlere yelken açmak ama bir yandan da hep yolun doğup büyünen yere düşmesi teması bana çok dokundu. Rae Spoon'un 18-19 yaşlarındaykenki ilk aşkına şarkı söylediği sırada festival programcılarının sahne önünde ayağa fırlayıp dans etmeye başladığı an benim için festival tarihinin en unutulmazlarından. (8.5/10)<br />
<br />
Extrasystole, Violette Leduc: In Pursuit of Love, Reaching for the Moon, You're the One Aren't You, Who's Afraid of Vagina Wolf ve 52 Tuesdays'den yarın bahsedeceğim.zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-83297100987268992952014-03-27T20:01:00.000+00:002014-03-27T20:02:47.537+00:00sadness the name of the spike that took meBu hafta annem buradaydı, bugün Türkiye'ye yolcu ettim. Şansıma işyerim onu havaalanı otobüsüne bindirdiğim yerin dibindeydi, annem gittikten sonra işe gitmem gerekiyordu. Otobüs saatinin gelmesini beklerken zaten kendimi zor tutuyordum, otobüs kalkıp da arkamı dönüp yürümeye başlayınca sokak ortasında birden hüngür hüngür olan insan modeline dönüştüm. Bütün öğleden sonra işyerinde depresif, dokunsan ağlayacak bir moddaydım. İşten çıktım, eve geldim, sabah annemle birlikte çıktığım evde tek başıma oturuyor olmak hala içimde ağlama isteği uyandırıyor.<br />
<br />
Anneme çok bağlıyım, her ayrılışımızda (ki 2006 yılında İzmir'deki evimizde yaşamayı bıraktığımdan beri birkaç ayda bir "ayrılıyoruz") içimi bir hüzün kaplıyor. Ailem İngiltere'yi çok sık ziyaret etmediğinden giden insan genelde ben oluyorum. Giderken insanın amaçları, umutları, peşinden koşturacağı hayalleri, sabırsızlıkla beklediği anları oluyor; bütün bunlara kafa yorarken insan geride bıraktığı şeyleri düşünmüyor. Arkada bırakılmak çok daha sinir bozucu, geride kalmayı çekici kılan hiçbir şey yokken özellikle.zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-4173232552048828342014-03-19T20:29:00.004+00:002014-03-19T20:33:00.990+00:00all sparksGeçenlerde arkadaşlarımla ilişkilerden bahsediyorduk. Bir buçuk yıl kadar önce en son ilişkimin bitmesinden sonra verdiğim kendimi 10 sene sonra hala birlikte göremediğim insanlarla zaman harcamama ve single takılmayı tercih etme kararını pek garipsediler. Henüz 24 yaşında olmama rağmen light ilişkilerden tamamen elimi eteğimi çekip daha "gerçek" bir şeyleri beklemek gerçekten garip olabilir, bilemiyorum. Ya da belki gelecekte fikir değiştireceğim. Ama şu anda havadan sudan ilişkilere zaman ve enerji harcamak istemediğimden eminim.<br />
<br />
Öncelikle ilişkiler ne kadar yüzeysel de olsalar emek istiyorlar. Şu anda hem iş hem Londra Onur Haftası gönüllülüğünü dengelemeye çalışmaktan, düzenli spora başlamış olmaktan, bitmek bilmeyen sağlık problemlerinden ve peşimi bırakmayan vize stresinden kendime ayıracak çok az zamanım kalıyor. O kıymetli zamanımı da aşık olmadığım biriyle düzenli olarak görüşerek harcamak istemiyorum. Ayrıca ne kadar işin içine aşk girmemiş de olsa, "Bence bu iş burada bitse ikimiz için de daha iyi olur" konuşması yapmak çok stresli ve sinir bozucu bir şey. O yüzden işleri hiç o noktaya getirmemeyi tercih ediyorum.<br />
<br />
İkinci olarak eften püften de olsa insan birine konsantre olunca çevresine alıcı gözle bakabileceği ortamlara girme fırsatı azalıyor. O yüzden sevmediğim insanlarla birlikteyken gerçekten aşık olabileceğim biriyle tanışma fırsatını kaçıracağımdan korkuyorum, gerekçelerimden biri bu.<br />
<br />
Son olarak en büyük nedenim aramda elektrik olmayan insanların ufak tefek bazı huy ve özelliklerini ikinci görüşmeden itibaren inanılmaz itici bulmam. Yürüyüşleri, konuşmaları, gülüşleri, beni öpüşleri, en çok da ben onlardan etkilenmediysem bana vurulmuş gibi görünmeleri (yani onlardan etkilenmiş olsam negatif bakmayacağım bir sürü şey) beni onlardan çok fena soğutuyor. Kendini beğenmişlik değil, kısmen "Kaçan kovalanır, kovalayandan kaçılır" türü bir tepki belki de.<br />
<br />
Aşkın zamanla oluşan bir şey olduğuna inanmıyorum. Yıldırım aşkı bekleyen umutsuz romantiklerden değilim, ama bir insanla 1-2 saat zaman geçirdikten sonra o elektrik yoksa maalesef hiçbir zaman olamaz gibi geliyor bana. Çevremde o "spark" dediğimiz kıvılcımın hiç var olmadığı ya da söndüğü ilişkilere yalnız olmamak için yıllarını veren o kadar çok insan var ki. Ben o kıvılcımı istiyorum, ne kadar zaman geçerse geçsin birini her gördüğümde midemde kelebekler uçuşsun istiyorum - bundan azıyla yetinmek kendi kendime saygısızlık gibi geliyor. O yüzden yıllardır hep tek başıma olmayı tercih ettim.<br />
<br />
Yirmili yaşlarında olup böyle hisseden var mı? Boşuna mı bu kadar fırsatı tepiyorum?<br />
<br />
<br />
<br />
<br />zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-2809443858964463444.post-90272196129271917032014-03-14T21:41:00.001+00:002014-03-14T21:41:42.457+00:00transitionFacebook listemde olanlar bilir, geçenlerde işyerinde yeni başlayan birini birkaç hafta boyunca ofiste göz ucuyla görüp "Hipster çocuğun teki" diye geçiştirdikten sonra bir çift göğüsün varlığını fark edince "Aman Tanrım kadınmış" tepkisi verdiğimden, erkek olduğunu sandığımda kaale dahi almadığım aynı insanın kadın olduğunu anlayınca birden alıcı gözle bakmaya başladığımdan bahsetmiştim. Ama durum hiç sandığım gibi değilmiş.<div>
<br /></div>
<div>
Bu bahsettiğim insan bir projeye yardımcı olması için geçici olarak işe alınmıştı, dün kontratını uzatmışlar, altı ay daha kalacakmış. Bunun üzerine bölüm müdüründen ofisteki herkese erkekliğe geçiş döneminde olduğunu, bundan böyle kadın değil erkek ismiyle bilinmek istediğini belirten bir email yollamasını istemiş. Emaili görünce bir an kendimi paralel bir evrende falan yaşıyor gibi hissettim. Türkiye'de olsa muhtemelen insanın dakikasında işten atılmasına sebebiyet verecek bir açıklamanın 100 kişiye giden bir email ile bu kadar alelade bir şekilde yapılmasına ve kimsenin en ufak bir tepki vermemesine inanamadım bir türlü. Ama güzel bir inanamama hali.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Paralel evren hissini üzerimden attıkça bu açıklamayla beraber "alıcı göz" modumun tamamen sona erdiğini fark ettim. Son birkaç yıldır çevremde artan transerkek sayısıyla anladım ki bir insanı dış görünüş olarak ne kadar çekici buluyor olursam olayım, erkek kimlikli olduğunu öğrendiğimde tüm ilgim sönüyor. Aynı şey genderqueer vs. kimlikli insanlar için de geçerli. Dürüst olmak gerekirse bundan altı yıl önce aile ve arkadaşlarıma eşcinsel olarak açıldıktan, onlara bir kimlik bunalımı yaşamadığımı ya da bunun "geçici bir dönem" olmadığını gösterebilmek için uğraştıktan sonra erkek kimlikli biriyle birlikte olmanın düşüncesi bile yorucu geliyor. Toplumun beni tek başımayken heteroseksüel olarak algılaması yeterince sinir bozucuyken bir de sevgilimleyken heteroseksüel, ya da belki biseksüel diye algılanmayı kesinlikle istemiyorum. Ayrıca sadece kadınlara ait toplulukların enerjisinden, o enerjiye dahil olmaktan o kadar memnunum ki, bunun dışına adım atma fikri bana hiç çekici gelmiyor.</div>
zerofeelingshttp://www.blogger.com/profile/14562696724218199334noreply@blogger.com0