Friday 9 January 2009

this girl's in love

I stole the keys to the skies,
We'll leave this place for the final time,
No crying words, no goodbyes,
Yes tonight we're burning all the tough times.

Drown all the fears that we had,
These are the things that we'll never understand.
This time fight fire with fire,
Cause baby tonight, the world belongs to you and I.

This boy's in love,
Love
This boy's in love
Under city, under city lights.

Don't tell the world what we've known,
We've come so far, but there's still a way to go.
It's dark, there's no need for lights,
When the fire in his eyes is so bright.

This boy's in love, love.
This boy's in love, under city lights.

Tonight, turn out the lights.
Don't wait, too late to die.
Look out, hold on, hold tight.
Tonight all night I'm getting ready so...

Love
This boy's in love,
[this town, this street, your friends, you'll never see this place again, ]
Love
[you'll think about it now and then. you'll never see our face again.]
This boy's in love,
[this town, this street, your friends, you'll never see this place again, ]
Love
[you'll think about it now and then. you'll never see our faces again.]


Her 2 cümlemden, blog post'larımın başlığından birisi love, Facebook religion'ım love, hayattaki en büyük dileğim LOVE IS IN THE AIR. O kadar aşığım ki içime sığmıyor, bu gece dışarı çıkmasına izin veriyorum. Bu şarkıyı çok seviyorsun biliyorum, seni çok özlüyorum.

Thursday 8 January 2009

it's about love, not gender


Sabah eski sevgilimin annesinden aldığım "Kızımla aranızda ne var, bir daha görüşmenizi istemiyorum" şeklinde bir telefon konuşması sonucu bu konuda yazma ihtiyacı duydum. Ben yakın zamanda açıkladım bunu anneme, hiç beklemediğim bir şekilde "Sen nasıl mutlu oluyorsan öyle ol" gibi bir tepki verdi, ama herkes benim kadar şanslı değil anlaşılan o ki. Şu anki sevgilimin ailesi bana kendi kızları gibi bakıyorlar, bütün aile akşam yemeği derken "They don't like dick haha" konuşmaları yapacak kadar kabullenmişler durumu. Bu belki biraz aşırı evet, ama ailesine gidip gay olduğunu açıkladığında evden kovulacak insanlar da tanıyorum. Ne gerek var buna? Zaten toplum herşeyi yeterince zorlaştırıyor bizim için, ailemizden kabul ve destek görmüyorsak nasıl savaşabiliriz sokaktaki adamın önyargılarıyla? Çocuğunu psikiyatriste yollamakla, hemcinslerini eve sokmamakla, arkadaşlarıyla görüşmesini yasaklamakla, karşına alıp kafasını ütülemekle çözülecek birşey değil bu, bir "sorun" ya da "seçim" hiç değil. Çocuğunuz gay, bunu kafanıza sokun, değişecek bir durum olmadığına göre o zaman kabullenmeye ve alışmaya bakın, çünkü alışmak zorundasınız eğer hayatı ona daha da dar etmek istemiyorsanız. "Millet ne der" bakış açısındaki "millet"in beyninde ve anlayış kapasitesinde var asıl problem, homofobidir hastalık olan ve tedavi edilmesi gereken, eşcinsellik değil. Eğer çocuğunuzu seviyorsanız, bari evde bırakın huzurlu olsun, size sevgilisini anlatacak kadar rahat hissetsin kendini. Yapamıyorsanız, hala bu bir sorundur diye düşünüyorsanız ve kabullenmek beyin sınırlarınızı fazla zorluyorsa o zaman tebrikler, eşcinsel bir çocuk doğurmuşsunuz, o zaman sizin genlerinizde bir problem olmalı, gidin ölün.

http://www.outproud.org/brochure_for_parents.html

Wednesday 7 January 2009

unless i'm wrong, which, you know, i'm not...

Bugünlerde synchronicity konusunu düşünmeye başladım oldukça sık. Daha önce burada bahsetmiştim diye hatırlıyordum ama bulamadım, 2. kez bahsediyor olabilirim.

Wikipedia der ki: Synchronicity is the experience of two or more events, which are causally unrelated, occurring together in a meaningful manner. In order to count as synchronicity, the events should be unlikely to occur together by chance.

Gayet alakasız bir şekilde Sabetaycılık'la ilgili birşey okurken -evet garip bir konu- Carl Gustav Jung'un adı geçmesi, hiç ve hiç beklemediğim bir yerde İngiltere'de bana çok yakında oturan bir kızın bana mesaj atması, kızın profilinde bugünlerde fazlasıyla aklımda olan Coldplay şarkısının sözlerini görmem, "hah işte synchronicity" demem, daha 1-2 saat önce Zeynep'e "Bence bu synchronicity'nin işi" gibi bir cümle kurmuş olmam ve synchronicity kavramının tanımını ilk yapan kişinin Carl Gustav Jung olması, bu kadar şeyin 1 saat içinde nedensiz bir şekilde birden karşıma çıkmış olması tesadüf değil. Dikkat edin, mutlaka fark edeceksiniz hayatta böyle şeylerin ne kadar çok karşınıza çıktığını, sadece siz görmüyorsunuz. İlke'yi düşünürken yanımdan İlke Mobilya kamyoneti geçmesi, Lisa'ya mesaj atayım diye Facebook'ta mesajlarımı açtığım anda ondan bana yeni bir mesaj gelmesi, iPod'umda bana bir arkadaşımın yolladığı şarkı çalarken yolda onunla karşılaşmam, daha bunun gibi bir çok şey..

just because i'm hurting doesn't mean i'm hurt

Bugünlerde rüyamda Cansu'yu görüp duruyorum nedense. İçimde-kalan-ve-harekete-geçirmediğim-hisler olarak Freudvari bir açıklamadan başka birşey gelmiyor aklıma. En yaratıcı fikirlerin aklıma geldiği gece uyku-uyanıklık arası zamanımda yine düşünüyordum hayatım hakkında, herşey mükemmel ama neden biraz moralim bozuk diye. Hep böyle oldu üniversiteye başladığımdan beri, İstanbul'dan ya da İngiltere'den ne zaman İzmir'e dönsem, tam olarak açıklayamadığım -ya da açıklamak istemediğim- bir huzursuzluk oluyordu içimde. Açıklamaktan ve üzerinde düşünüp kendim de kabul etmekten korktuğum şey şuydu, ben insanların hakkımda ne düşündüğünü fazla umursuyordum bazen. Hayatımda hiç egosunu pompalayarak cool kid imajına bürünen/bürünmeye çalışan insanlardan hazzetmedim, ama fark ettim ki benim de yaptığım şeyin onlardan pek bir farkı yokmuş bu konuda. Umursamaz görünüp hakkımda söylenenleri gerçekten de umursuyordum bazen, bahsettiğim o kişilerden tek farkım bunu burada kabullenebiliyor olmam, onların bunu yapıp, birine gidip "Sözlerin beni incitti" diyecek cesarete ya da özeleştiri isteğine sahip olduğunu sanmıyorum açıkçası. Dürüstlüğe devam etmek gerekirse, evet İzmir'de rahatsız ve huzursuz hissediyordum yıllardır çoğu zaman, çünkü varlığı gerçekten sinirime dokunan birkaç insan var burada, pek sanmıyorum ama kim olduklarını tahmin ediyorlardır eğer kendileri bunu okuyorlarsa. Son derece nötr olmaya çalışsam bile elimde değil, onlardan aldığım negatif enerji (yani hiç bir şekilde içten olduklarına inanmamam, her hareketlerini sahte ve güvenilmez bulmam, bana kötü bir şey yapmıyor bile olsalar yine de zorlasam da onlardan hoşlanamamam) buna engel oluyor. Enerji vampiri denen türe ait olduklarını düşünüyorum kendilerinin; başkalarının başarısızlıklarıyla kendilerini daha başarılı hissederek, insanların neler hissedeceğini umursamadan kendi özgüvenlerini yükseltmeye çalışarak besleniyorlar bence. Hayatındaki problemlere olan bakış açısı zamanla değil, anında değişen ve birden olaya tamamen farklı bir duyguyla bakabilen birisi olarak o fark ediş anından beri bu olaya bakış açım tamamen "Bırak onlar ne yaparlarsa yapsınlar, bana dokunamayacaklarını bilmem yeterli" şeklinde. Mutluyum bu konuda.

You might be a big fish
In a little pond
Doesn’t mean you’ve won
Cause along may come
A bigger one

Monday 5 January 2009

forget that lady marmalade, i'll fix you some peach lemonade

Lisa'nın hediyelerini paketledim ve aşırı derecede cici görünüyorlar. Örgü çılgınlığıma da geri döndüm, bu kez gerçekten birşeyi bitirebilecek olmak bana mutluluk veriyor. Pembe su soğutucum geldi bugün, Daft Punk DVD'im ve birkaç giysiyle birlikte. Online alışveriş gibisi yok. Bunu demişken, Amazon'dan da sürüyle DVD+kitap aldım bugün, İngiltere'ye dönene kadar oradaki evime gitmiş olurlar umarım.

23'ünde bir geceliğine Paris'e gidiyorum, o gece Peaches ve Vitalic var, biletler gününde sold out olduğu için günlerdir Last Fm ve Facebook'ta bilet satan insan aramama rağmen bulamayıp sinir olmuştum. Yine de belki bir şekilde gidebiliriz, gidemesek de konser bitişinde kapıda bekler Peaches'ın peşinde stalker oluruz diye konser mekanının hemen yanında bir otelde yer ayırttıktan sonra bugün biletlerin tekrar satışa çıktığına dair bir mail aldım, aşırı mutlu oldum, biletlerimizi aldım hemen. Hayat pek bir mükemmel bugün.