Saturday, 19 March 2011

middle-aged teenagers

Çok ilginç bir gece geçirdim. Aslında gayet evde sakin sakin oturup tezimle ilgili bir şeyler okumayı planlıyordum. Her şey dersten sonra bölümün hazırladığı bir seminere katılmamla ve hocaların seminerde bir masayı şarap şişeleriyle doldurup "İstediğiniz kadar için" demeleriyle başladı. Beni tanıyorsanız alkol alınca evde sakin gece isteğimin yok olduğunu tahmin edebiliyorsunuz. Neyse, seminerden sonra Soho'ya sadece haftasonu için burada olan Türkiye'den bir arkadaşımı görmeye gittim. First Out'ta buluştuk, 1 saat sonra falan onun evinde kaldığı arkadaşı ve onun kız arkadaşı gelecekti, 2.5 saate anca geldiler. Ve geldikleri gibi "Biz çok açız, hemen bir şey yememiz lazım" dediler. "Burada yiyin" dedim, "Olmaz" falan dedi evinde kaldığı kadın (EKK), ve "Hadi McDonaldsa gidelim" yaptı. Yakın zamanda ayağımın kırılmış olduğunu, hala iyileşmediğini, 5 dakika uzaklıkta bile olsa McDonalds'a yürüyemeyeceğimi söyledim (zaten iş yürümekle bitmiyor, Cuma gecesi Soho'da McDonalds'ta yemek yemek = 15 dakika ayakta sıra beklemek). Arkadaşımı da alarak yemek yemeye gittiler. Tek başıma 1 saat gelmelerini bekledim, geldikten sonra "Burdan nereye gitsek" muhabbeti başladı. "G-A-Y'a gitmek istiyorum" diye tutturdu EKK. Ben de çeşitli nedenlerden dolayı oraya gitmek istemediğimi söyledim.

1- Önceki bir yazımda da belirttiğim gibi hiç hoşlanmadığım bir mekan G-A-Y.

"G-A-Y fena halde mainstream olduğundan, cheesy pop tabir edilen şeyler çaldığından, içerideki kitle 18-24 yaş arası skinny jean'li queen erkeklerle ya aşırı kadınsı ya da chav kızlardan oluştuğundan, biraz önce bahsettiğim gibi hetero olduğu halde meraktan gelen kitle bol olduğundan ve genel olarak clublardan artık hazzetmediğimden gideceğim bir mekan değil."

2- Sabah otobüs bozulup okula 2 durak kala durduğundan, ve zaten geç kalmış olduğumdan 20 dakika boyunca koştura koştura yürümek zorunda kaldım. Sonra yine metroya koşturdum, metroda ayakta gittim, sonra yine koşuşturmaca hat değiştirdim, sonra First Out'un yanındaki metro istasyonu kapalı olduğundan bir önceki durakta inip yine bir 15 dakika yürümek zorunda kaldım. Yani oraya gittiğimde ayağımın fena halde ağzına sıçılmıştı çoktan. G-A-Y'a gitmek demek 15 dakika yürümek, bütün geceyi ayakta geçirmek ve sonra o 15 dakikayı otobüs durağına geri yürümek anlamına gelecekti.

Sonuç olarak kadına ayağımın durumunu bir kez daha açıklayıp daha yakında olan bir mekan önerdim. "Bu saatte orda ortam yoktur" diye istemediğini söyledi. Londra'yı ziyarete gelen arkadaşıma sordum nereye gitmek istediğini, fark etmediğini söyledi. Biz hala karar vermeye çalışırken EKK gayet assolist havalarında masadan kalkıp bana "Valla ben G-A-Y'a gideceğim, gelirsen gelirsin, gelmezsen gelmezsin" deyip mekandan çıktı. Bu noktada ben kadına fena halde sinir olmuş olduğumdan G-A-Y'a gideceğim varsa da böyle bir tavırdan sonra o insanla aynı mekanda olmak istemediğimi söyledim. Biz de dışarı çıktık, benim o sırada sinirden, aşırı alkolden ve fena premenstrual olmaktan gözlerim dolmuştu, onlar G-A-Y'a gittiler, ben de dışarıda bir sigara yaktım. Gayet sokak ortasında bildiğiniz ağlıyordum ki, First Out'tan çıkan çok güzel bir kadın yanıma geldi, "İyi misin" diye sordu, biraz konuştuk, onun sigarası bitti, içeri girdi, beni de yanına çağırdı ama o sırada keyfim çok kaçmış olduğundan eve gittim.

Bütün bu olaylar arasında en acayip bulduğum nokta EKK insanının 35 yaşında falan olmasıydı. Böyle "Kim ne derse desin ben bunu yapıcam, istemeyen siktirsin gitsin" türü anaokulu çocuğu tutturmalarının o yaşta bir insandan gelmesini çok ilginç buldum; ama G-A-Y gibi ergen bir mekana gitmek için bu kadar çıngar çıkartan ve neredeyse annem yaşında olup hala "ortam mekan" arayan birinin böyle davranması normal galiba.

Ageist olmak istemiyorum ama belli bir yaşı aşmış insanlardan daha az saçma sapan davranış bekliyorum. Ben bile böyle davranmayı 16-17 yaşında bıraktım.

Ve sanırım benim ayağımın durumunu insanlar yeterince ciddiye almıyorlar.

2,5 yıl önce 1 saat boyunca mega hızlı yürümek zorunda kaldığım bir günden sonra sol ayağımda inanılmaz bir ağrı başladı. 2 ay boyunca geçmeyince röntgen çekildi ve parmaklarımı bileğimle birleştiren kemiklerin birinde iyileşen bir stres kırığı olduğu tespit edildi. O zamandan bu zamana kadar olan 2,5 yıllık süre boyunca o kemik aynı yerden defalarca yeniden çatladı, ve acilen 20 kilo falan vermediğim sürece ya da ameliyatla düzeltilmediği sürece iyileşme ihtimali yok. Tüm bu süre boyunca sürekli ayağıma göre plan yapmak zorunda kaldım: Çok gezip görmek istediğim bir sürü yere gidemedim uzun süre yürüyemediğimden, yapmak istediğim bir sürü şeyi yapamadım, ayakta duramadığımdan club/konser/müze türü yerlere gidemiyorum kaç yıldır, dışarı çıkarken metro ya da otobüse yakın yerlerde plan yapabiliyorum sadece, ve bir mekana oturduktan sonra o mekanda kalıyorum genelde bütün gece, diğer insanlar gibi oradan oraya gezme imkanım yok çünkü. Ve bir kere olsun 5 dakikadan fazla ayakta durmak ya da yürümek bana 3-4 gün boyunca ayağımda sürekli bir ağrı ve sızı olarak geri dönüyor. Dışarıda geçirdiğim ve yarım saat falan ayakta kaldığım bir geceden sonra 2 gün üstüne basamıyorum bazen ayağımın, sadece tuvalete gitmek için yataktan çıkıyorum.

Dolayısıyla insanlar bana "Oraya yürüyemem" dediğimde "Nolucak canım, 5 dakikalık yol" dediklerinde sinirim tepeme çıkıyor. Sizin gözünüze kolay görünen o 5 dakika eğer o gün zaten ayağımı çok zorlamışsam benim için gerçekten yürünmesi imkansız bir mesafe. Bu durumuma engelli bir insana gösterileceği kadar saygı gösterilmesi için (ki bana göre bu gayet "engel" kategorisine giriyor, çok uzun süreli olduğu için) illa koltuk değneğiyle mi gezmem gerekiyor?

O yüzden lütfen bunu okuyorsanız bana "Aa hadi ama, 2 dakika alt tarafı" türü şeylerle gelmeyin.

Wednesday, 16 March 2011

my sweet prince

Portakal ve nilüfer aromalı yeşil çayımı alıp bilgisayarımın başına oturmuştum ki aklıma birden Placebo-Lady of the Flowers geldi.

Dünyadaki en güzel "down" diyen insan Brian Molko'nun grubu Placebo kadar hayatımda hiç bir grubu ya da şeyi sevmedim, eğer beni tanıyorsanız bunu zaten biliyor olmalısınız. O yüzden eğer bir insan benim kafamda bir Placebo şarkısı ile özdeşleşmişse, kesinlikle benim için özel birisidir.

"She's got vacuum cleaner eyes that suck you in."

Bu şarkı ile özdeşleştirdiğim iki insan oldu şimdiye kadar. Birisi şarkıyı ilk kez duyduğum zamanlardan kalma, birisi daha yakın bir zamana ait; ikisi de farklı nedenlerden dolayı benim için değerli olan, ama yine farklı nedenlerden dolayı şu anda pek hayatımda olmayan insanlar.



Ama hayatımda şu ana kadar kimseyle özdeşleşmemiş olan, ve bir gün bu olduğunda sadece tek bir insana ait olacak bir tane Placebo şarkısı var, o da bu:



O insanı öylesine iyi hayal edebiliyorum ki, gerçek gibi.

Never thought you'd make me perspire.
Never thought I'd do you the same.
Never thought I'd fill with desire.
Never thought I'd feel so ashamed.

Never thought I'd get any higher
Never thought you'd fuck with my brain
Never thought all this could expire
Never thought you'd go break the chain

Me and you baby,
Still flush all the pain away
So before I end my day
Remember..

My sweet prince
You are the one.

Her insanın zayıf noktası olan birisi vardır ya, yaptığı her şeyi affedebileceğiniz, yıllarca görüşmeseniz de hala içinizde ukte kalan, size sizin ona verdiğinizin yarısı kadar bile değer vermediğini bildiğiniz halde her zaman sizin için önemli olacak birisi. Size ne kadar bok gibi davranırsa davransın, her zaman öyle kalmaya devam edecek birisi. Ben birileri için o insan mıyım, merak ediyorum.

Tuesday, 15 March 2011

one love's not enough

Bu seneki One Love Festival'in sponsorun Efes Pilsen olması nedeniyle +24 olacağını öğrendim az önce. Ruh halim: livid (ing. çok kızmış, öfkeli, hiddetten mosmor kesilmiş).

Bir sinirle annemi arayıp olayı anlattığımda da "İşte Türkiye'ye dönünce oyunu kullan ki bu adamlar gitsin başımızdan" tepkisi aldım. "Bu adamlar"ın yakın zamanda başımızdan gideceğine dair bir umudum yok malesef.

Ve sinirliyim.

En sevdiğim gruplardan biri olan Yeasayer'ı izleyemeyeceğim için sinirliyim.

Yıllardır görmediğim arkadaşlarımla yeniden bir araya gelebileceğim bir ortamdan mahrum bırakılacağım için sinirliyim.

16 yaşındayken bile Rock'n Coke'a gidebiliyorken, 22 yaşında olduğum halde bir festivale gidemeyeceğim için sinirliyim.

Hayatı yaşamışlığı muhtemelen benden çok daha az olan insanların benim bu yaşımda nereye gidip nereye gidemeyeceğime, nelerden "korunmam gerektiğine" karar verme hakkı olmasına sinirliyim.

Bu insanları başımıza getiren cahil Türk halkına sinirliyim.

"Bu sene +24 olacağız" açıklaması yaparken yıllardır festivallerine bir ton para kazandırmış olan ve hedef kitlelerinin çoğunluğunu oluşturan 18-24 yaş arası kitleye en azından bir "Çok üzgünüz, ama..." deme saygısını gösterememiş One Love organizatörlerine sinirliyim.

Çok daha şeye sinirliyim aslında, ama 22 yaşındaki blog yazarına dava açan başbakanın bir sonraki kurbanı olmak istemiyorum.

O zaman Yeasayer'dan Madder Red gelsin.


Bir de insanlar soruyorlar "Neden İngiltere'de yaşamak istiyorsun, neden ülkene dönüp vatandaşlarına hizmet etmek istemiyorsun" falan filan diye. Peh.

Monday, 14 March 2011

maybe it's because you're a londoner



Bu aralar Londra metrosunda The Londoner başlıklı reklamlar var. Çok hoşuma gittiği için paylaşmak istedim.







Bugün uzun zamandır merak ettiğim, ama konusu nedeniyle izlemekte tereddüt ettiğim bir film olan The Kids are All Right'ı izledim. İzlemediyseniz gerisini okumayın, spoiler olmasın.






----------spoiler------------






- Filmde lezbiyen bir çiftin çocukları sperm donörlerini bulup onunla tanışıyorlar, annelerini de tanıştırıyorlar, daha sonra annelerden biri adamla seks yapıyor, diğer anne öğreniyor, bir süre aldatan anneye surat yapıyor, sonra hiç bir aldatanın kendini affettirmeye çalışması/aldatılanın aldatıldığı gerçeğini kabullenmeye çalışması süreci olmadan "Madem uzun süredir birlikteyiz, barışalım" türü bir şekilde barışıyorlar.

- "Eşcinsel kadınlar asla erkeklerle birlikte olmaz" gibi bir mit var insanların kafasında. Hayır, bir kadın gayet erkeklerle birlikte olup kendine lezbiyen diyebilir bana göre. Biseksüel olmakla aynı şey değildir bu. Nasıl hetero bir kadın bir kadınla birlikte olunca otomatik olarak biseksüel ya da gay olmuyorsa, gay bir kadın da bir erkekle birlikte oldu diye lezbiyen kimliğini kaybetmez. Filmde bu tabuya el atılmasını sevdim.

- Ama, filmde dediğim gibi barışma olayı doğru düzgün işlenmemişti. Aldatılan eş aldatan eşin ağzına bir kere olsun sıçmadı, aldatan eş bir kere olsun "Nolur beni affet" modunda özür dilemedi, özür sahnesi "Pardon ya" modundaydı. Aldatılmaya olabildiğince az yargılayarak bakmaya çalışıyorum, ama ortada çocuk olunca asla ve asla kabul edilebilir bir şey değil aldatmak. Eğer benim birlikte iki çocuk sahibi olduğum eşim beni (hem de bir erkekle) aldatsaydı, bağıra çağıra ağzıma gelen lafı eder, eşyalarını toplayıp evden defolması için ona 24 saat verir ve 1 hafta içinde de boşanıp çocuklarımın velayetini almak için gereken işlemleri başlatırdım. Çoğu insan da belki sonradan barışmaya karar verecek bile olsa ilk anda benzer bir tepki verirdi zannediyorum ki. O yüzden filmde aldatma olayının ortaya çıkmasından sonra gelişenler bana gerçekçi gelmedi.

PS. Şimdi Milliyet'te filmle ilgili bir eleştiriye denk geldim. Bazı yerlerin altını çizerek aynen alıntılıyorum:

"Lezbiyen ve homoseksüel ilişkilerin normal karşılandığı, Annette Bening ve Julianne Moore'un başrölleri paylaştığı 'İki Kadın Bir Erkek' ilginç konusu ve sürpriz sonuyla acaba Oscar adaylığını hak ediyor mu?

Sevgilinizle ya da kız arkadaşlarınızla filme gidecek olursanız, lezbiyen ve homoseksüel görüntülere hazır olun. Herkes bu görüntüleri kaldıramayabilir. Tamamıyla açık sahneler yer almıyor ancak görüntüleri aklınızdan birleştiriyorsunuz. Bu da bizim gibi seksi ayıp gören bir toplumda hoş karşılanmayabilir. Nitekim filmi izlerken bazı sahnelerde çok zorlandım. İki erkek birbirine bunu nasıl yapabilir diye düşündüm. Hem de kaslı kaslı yakışıklı adamlar."

İlk olarak neden bu filme sevgilimizle ya da arkadaşlarımızla değil de, sevilimizle ya da "kız" arkadaşlarımızla gidiyoruz? Erkek arkadaşlarımızla gidemez miyiz? İlginç bir kelime seçimi.

Ama asıl söylemek istediğim şey şu ki, Milliyet gibi ülkenin en büyük gazetelerinden birinde eşcinselliğin anormal olduğunu iddia eden, bariz homofobik bir insanın nasıl bu kadar açık açık böyle bir yazı yazabiliyor olduğuna gerçekten hayret ediyorum.

Öyle ki, Milliyet internet yayın yönetmenine bunun kabul edilemez bir durum olduğuna dair bir email attım az önce. Lütfen siz de Milliyet.com.tr'nin altındaki İletişim link'ine tıklayıp aynısını yapın. Yeterince insan şikayet ederse bu tür şeylerin gelecekte tekrarlanma olasılığı azalır.


celebrating difference



İngiltere'de eşcinsel hakları derneği Stonewall'un devlet sponsorluğunda hazırladığı bir öneri paketi gazetelerde bu aralar. İlköğretim eğitimcileri için hazırlanan pakette öğrencilere eşcinselliğin 5 yaşından itibaren öğretilmesi, okutulan kitaplarda Prens ve Prenses'in yanı sıra Prens ve Prens/Prenses ve Prenses türü hikayelere de yer verilmesi, öğrencilere aile ve çevreleri homofobik ise buna direnebileceklerinin öğretilmesi, erkek öğrencilerin cheerleader olmasına ve elbise giymesine izin verilerek farklılığın teşvik edilmesi öneriliyor.



Bence çok güzel fikirler, ama tabii ki ülkenin kökten dinci grupları delirmiş durumdalar. "Çocuklarımızın beyinlerini yıkamak istiyorlar"dan, "Dünya nereye gidiyor, devletin parasını harcayacağı daha düzgün bir şey yok mu"ya kadar bir sürü yorum gördüm. Dünyada sadece kendi yaşama biçiminin doğru olduğuna, dolayısıyla sadece kendi doğrularının okullarda öğretilmesi gerektiğine inanmak yedi ölümcül günahtan biri olan kibirlilik kategorisine girmiyor mu acaba?

Sunday, 13 March 2011

L8 pt.2

Brighton'daki The L Word con'dan şimdi döndüm. İnanılmaz hızlı ve inanılmaz dolu bir haftasonuydu.

Perşembe günü babamlaydım, Soho'da yemek yedikten sonra oralardaki barları gezdik. İkimiz de gayet sarhoşken girdiğimiz bir pub'da London Lesbian and Gay Film Festival broşürleri duruyordu masamızın yanında (Soho şehrin gay bölgesi), "Festivalde çok görmek istediğim 3-5 film var, bilet almam lazım yarın" dedim, "Sen bir gün evlenirsen bir kadınla evleneceksin galiba bu gidişle" falan dedi babam durup dururken. Ben de "Asla evlenmeyi düşünmüyorum, ama düşünüyor olsam bir kadınla evlenirdim, evet" dedim. Sonra önünde gökkuşağı bayrağı olan bir barın önünden geçiyorduk, "Ben buraya geliyorum genelde" dedim, yeniden bu eşcinsellik muhabbeti açıldı, "Neden sormuyorsun bana açık açık" türü bir şey dedim, "Senin özel hayatın sadece seni ilgilendirir, o yüzden, sana biz ailen olarak hiç bir zaman karışmadık" falan dedi. Açık açık bir şey söylenmedi ama sanırım babama açılmış oldum böylece.. Sizce?

Cuma sabahı fena halde akşamdan kalma olarak uyandım (eğer sabah hiç bir neden olmadan 8'de uyanıyorsam akşamdan kalma olduğumdan emin olabilirsiniz). Bütün gün Japonya'daki depremle ilgili haberler izledim, bilgisayarım yanımda olmadığından festival biletlerini almak için BFI'ı aramam gerekiyordu, biletlerin satışa çıktığı saatten itibaren 3 saat denedim, sürekli meşguldü, sonunda düştü, ama bu sefer 45 dakika boyunca beklemeye alındım, baktım sıranın ne zaman bana geleceği belli değil, sonra ararım diye kapattım. Babamla dışarı çıktık, "Bir daha uzun süre içmeyeceğim" lafıma rağmen yine öğle yemeğimize bir şişe şarap eşlik etti, daha sonra Brighton trenine bindim, "Şarap benim uykumu getiriyor içtikten sonra, akşam da uykulu olmamam lazım, en iyisi içmeye devam edeyim" türü bir zihniyetle bir şişe şarap aldım istasyonda, trende onu içtim, Brighton'daki otelime geldiğimde gayet çakırkeyiftim (1,5 şişe şarap içip ancak çakırkeyif olabilmem size alkol toleransımın ne derece über boyutlara ulaştığını anlatıyordur sanırım). Üzerimi değiştim, convention kaydımı yaptırmaya gittim. Açılış seremonisi öncesi bir şeyler daha içeyim dedim, bara gidip fiyatlara bakmadan otomatik olarak "Bir double Jack Daniels + diyet kola alabilir miyim lütfen" lafı çıktı ağzımdan, sonra öğrendim ki Hilton'da bir double Jack'in fiyatı 11.50 pound imiş. Çüş diyoruz buna biz.

Cumartesi sabahı yine fena akşamdan kalma halde uyandım, her gün yeseniz sizi 2 yılda kalpten götürecek bir kahvaltıyla güne başladım.


Gün boyunca konuşmalar, imza session'ları, fotoğraf çekimleri falan vardı. Edindiğim izlenimler ve gayet random bilgiler:

The Real L Word//Tracy: Ekranda göründüğünden çok daha Latin görünüyordu. Programda en beğendiğim ana karakter oydu, ama makyajsız olduğundan sanırım, yakından görünüşü o kadar güzel değildi.

The Real L Word//Stamie: O da ekranda göründüğünden çok daha koyu tenli ve Yunan tipliydi. Bütün convention boyunca programda da ağzından düşürmediği "Bonjour cuntface" esprisini 204820 kere tekrarladı. Ama onun dışında inanılmaz komikti, o konuşurken 10 saniyede bir insanlar kahkahalarla gülüyorlardı.

Normalde konuklar diğer konuklar sahnedeyken asla görünmüyorlar bu tür convention ortamlarında, ama Tracy ve Stamie sürekli görünür haldeydiler, Stamie sahnede kim varsa "Do you miss making out with girls?" falan gibi abuk sorular soruyordu falan. Sevdim bu ikiliyi.

Heather Peace: Convention'daki en sıcakkanlı insan kesinlikle Lip Service insanı Heather Peace'ti. Hem komikti, hem güleryüzlüydü, insanlar soru sormak istediklerinde sahneden atlayıp koştura koştura yanlarına gidiyordu, kendisine ayrılan sürenin çoğunu koştura koştura geçirdi denebilir. Diğerlerinde olan "sıradan insanlara" yaklaşmayan celebrity takıntısı ya da özel soruları cevaplamama huyu onda yoktu; sevgilisine evlenme teklif etme planlarından seks hayatının detaylarına kadar her soruyu açık açık cevapladı. Doğumgünü olan insanların yine koşturarak yanlarına gidip teker teker öptü ve sarıldı, çok arkadaşça ve sıcakkanlıydı dediğim gibi. Bir de çocukken hamster'ını yanlışlıkla ezerek öldürdüğünü öğrenmiş olduk.

Kate French: Heather Peace'ten sonraki en güleryüzlü ve sıcakkanlı insandı. Özel istek üzerine Beyonce-Single Ladies dansını yaptı, saçma ötesi ve komikti. Hollywood'da heteroseksüel sandığımız çoğu kadının gay olduğunu, neden açılmadıklarını anlayamadığını söyledi. Biseksüel olduğunu açıklamış bulundu bir de.

Clementine Ford: Convention'ın soğuk insanlarındandı. Çoğu soruyu (özellikle Linda Perry ile ilgili olanları) cevaplamak istemedi.

Erin Daniels: Gayet sıcak ve komikti, Dana'nın ölmesine hala ne kadar uyuz olduğundan ve o yüzden ondan sonraki sezonları izlememiş olduğundan bahsetti. *Gerçekten* komikti, o kadar hazırcevap birini görmemiştim daha önce.

Lauren Lee Smith: O da çok sıcaktı, çok şirin bir gülüşü vardı. Fena uzun boyluydu ayrıca (oradaki en uzun boylu konuktu). Eşinin kendisinden 10 yaş büyük ve çocuk sahibi bir Alman adam olduğunu falan anlattı, hoşuna gitmeyen soruları geçiştiren biri değildi (çoğunluğun aksine).
Ama genelde herkesin yaptığı gibi cinsel yönelim sorularını geçiştirdi.

Laurel Holloman: Hayatımda gördüğüm en uyuz ünlüydü desem abartıyor olmam. Fena halde soğuk, ters ve diva tavırlarında biriydi. İmza verirken insanların yüzüne bile bakmıyordu. Out bir biseksüel olduğu halde nedense "Daha önce hiç bir kadınla öpüştünüz mü" sorusunu "Jennifer Beals ile öpüştüm işte dizide, sayılır mı" diye geçiştirdi. Ayrıca bu aralar resimle ilgilendiğini duyurup durdu, sonradan öğrendik ki bu kadar reklam yapmasının nedeni resimlerinin print'lerini convention'da £75 karşılığında satıyor olmasıymış. Ayrıca imza session'ında £75 verip o print'lerden almayan ve convention broşürünü imzalatmak isteyenlerin neredeyse yüzüne tükürüyordu, öyle bir ifadesi vardı. Hoş olmayan bir insan kısacası.

Janina Gavankar: O da en arkadaş canlısı ve sıcak konuklardan biriydi, imza verirken falan herkesle teker teker konuşuyordu, kendi yaptırdığı Sparkle Tooth çıkartmalarını dağıtıyordu. Papi ile alakası olmayan, çok daha şirin biriydi.

Aklıma gelenler bunlar şimdilik.

PS. Bir de convention'da 7 aylık bir bebek vardı, bütün haftasonu boyunca herkes "Ayy bebeğe bak, yerim" modundaydı, Erin Daniels ve Heather Peace özellikle. Kadınlardaki bu bebek takıntısı nedir, bilmiyorum, ama bebeği görünce çoğu insanın yüzüne bir gülümseme geliyordu, herkes durup saçma sapan sesler çıkartarak bebeği seviyordu falan, The L Word oyuncuları da dahil olmak üzere. Ben bebek görünce gülümsemeyi geçtim, "Seni çirkin, sümüklü şey" falan moduna geçiyorum. Asla içimde bir çocuk sahibi olma isteği olmamasındandır belki, ama anlayamıyorum insanlardaki bu takıntıyı.