Saturday, 20 October 2012

you're giving me such sweet nothing

Kafayı alışverişle bozduğumdan bahsetmiştim. Normalde planlamadan, aklına esince alışveriş yapan biri değilim. Ama bu aralar karşıma çıkan ve ilginç gelen her şeyi almaya başladım. Geçen gün markete giderken önünden geçtiğim sokak satıcılarından birinde bu Pee & Poo denen oyuncaklara rastladım. Gören arkadaşım "Deli misin, bok şeklinde oyuncak alıp baş ucuna niye koydun ki" tepkisi verdi, ama Pee ve Poo şu anda yatağımdaki iki oyuncak ayıya eşlik ediyor.



Bir diğer 'impulse buy' denebilecek alışverişim ise bu Jean Paul Gaultier diyet kola şişesi oldu. Tam şişeyi almış kasaya gidiyordum ki, karşıma bir adet makyaj fırçası seti çıktı. Gözüme ucuz göründü, onu da almış bulundum. Ödeyip dışarı çıkar çıkmaz "Tanrım, ben niye Boots marka bir fırça seti aldım ki" diye düşünmeye başladım, Pazartesi geri vermeyi deneyecek ve doğru düzgün bir markanın setini alacağım.



Son olarak bu hafta ASOS indirimi coşmuş durumdaydı. 13 pound'a Lacoste ayakkabı falan satılıyordu, o derece. Birer çift Lacoste ve House of Holland x Superga ayakkabı, bir de elbise aldım. Ve normalde 150 pound edecekken bu kadar şeyin hepsi 46 pound'a geldi. ASOS'u seviyorum.




**

Bu aralar çok nadir alkol alıyorum. Sarhoş olmayalı bir ayı geçti. Bu akşam uzun zamandır ilk kez kendime içme izni veriyorum. Kafamda çalan şarkı:

compliance

Sabah evde sıkılmış otururken sinemaya gitmeye karar verdim. Londra Film Festivali gösterimleri arasında son dakikada bilet bulunabilen filmlerden ilgimi çeken tek film Compliance oldu. Filme inanılmaz ama gerçek bir olayı konu aldığından başka bir şey bilmeden girdim. İzlemek isteyenlere spoiler vermemek için olan bitenden bahsedemiyorum; ama benim için "Yok artık, amma enayi insanlar var" dedirten trajikomik bir şekilde başlayan film, gittikçe şoke edici bir hal aldı. Kolay rahatsız olan biri değilim ve birkaç rahatsız edici sahneden bahsetmiyorum. Abartısız, ilk 15-20 dakikasından itibaren filmi sürekli bir tiksinme/şok karışımı ifade ve "Nolur, lütfen tahmin ettiğim şey olmasın" düşüncesiyle izledim (ve tabii ki aklıma gelen ne varsa kızcağızın başına geldi). Dört yıldan fazla süredir İngiltere'de yaşayan, çok sık sinemaya giden ve İngiliz toplumunu blasé bilen biri olarak ilk kez bu ülkede birilerinin filmi yarıda bırakıp sinema salonunu terk ettiğine şahit oldum. Öyle 3-5 kişi de değil, salonun yarısı boşaldı.

Heyecanla tavsiye mi etsem, asla izlemeyin mi desem bilemiyorum. İzleyeceğim filmleri seçerken 1- filmin bana ufak tefek alakasız bilgiler de olsa yeni bir şey katıp katmayacağına, 2- beni kafa yormaya değer bir konuda düşündürüp düşündürmeyeceğine bakıyorum. Bu iki şartın birine sahip olmayan bir filmi izlemek bana zaman kaybı gibi geliyor. Compliance'ın bana kattığı tek şey "Bazı insanlar ne kadar aşağılık, bazıları ne kadar beyinsiz" diye düşündürmek oldu, bunun da kime ne artısı olur bilmiyorum, ama saatlerdir hala filmin etkisinden çıkamadıysam demek ki gördüğüme değmiş.

İzler misiniz, izlemez misiniz siz karar verin. Ama izlemeyecekseniz bari senaryonun özetini bulup okuyun. Böyle bir şeyin gerçek hayatta nasıl defalarca kez yaşandığını insanın aklı almıyor.

Thursday, 18 October 2012

smile like you mean it

İnternette zaman öldürmekten başka hiçbir şey yapmadığım günler moralimi fena bozuyor. Akşam olup da bütün gün hiçbir şey üretmeden ya da herhangi bir şey deneyimlemeden ot gibi yaşadığımı fark ettiğim an depresifleşiyorum. Bu aralar yine sosyal ortamlardan elimi eteğimi çektiğim, Starbucks çalışanları ve netten aldığım şeyleri getiren postacılardan başka kimseyle iletişim içinde olmadığım bir dönemden geçiyorum. Sosyal kelebek ruh halinde olduğum dönemlere dönüp bakıyorum da, o rahatlıkla insan içine çıkan, çevresindeki kalabalıktan zevk alan insan ben değilmişim gibi geliyor. İnsanlarla nasıl o kadar kolay iletişim kuruyormuşum, gerçekten hayret ediyorum. Kendimi sırf yapacak bir şeyler olsun diye sürekli online alışveriş yaparken buluyorum. Alıp hiç giymediğim giysiler dolabıma, kullanmadığım ıvır zıvırlar artık odama sığmıyor.

En son bu yüzükle kendimle nişanlanma kararı aldım, o kadar sıkılıyorum yapacak şey bulamamaktan.



İş sahibi olmak istiyorum artık!

**

1001. post'um kutlu olsun.

Wednesday, 17 October 2012

asshats

Bloguma rastgele ulaşan abazan erkek modellerine hedef olmaması için adını vermek istemediğim, Türkiye'deki eşcinsel kadınların sosyalleştiği bir site var. Oraya bakınırken üyelerden birinin "Pasif, birlikteliğin pembe yani 'dişi' tarafını simgeliyor" şeklinde bir yazısına denk geldim. Kendi de eşcinsel olduğu halde iki kadının ilişkisini pasif-aktif, pembe-mavi, dişi-eril gibi heteronormatif/ataerkil kavramlar üzerinden tanımlayacak kadar asimile olmuş tiplere gerçekten tepem atıyor; o yüzden yazıyı yazan kişiye yönelik ilk düşüncem "Sen neyin kafasını yaşıyorsun" oldu. Daha sonra yazının altına yazılan yorumlara baktım, aklımdan geçenleri dile getiren tek kişinin de diğer tüm üyelerden "Geç bu feminizm muhabbetlerini" tepkisi aldığını gördüm.

Maalesef bu sitede ve Türkiye'deki eşcinsel ortamlarda bu zihniyet çoğunlukta. Ve Türkiye eşcinsel altkültürüne hakim olan muhafazakarlık burada sona ermiyor. Daha az önce profiline seks aradığını yazan bir kadının "Sitemiz 'sex' değil arkadaşlık sitesidir, bu tarz arayışlarınız özeldir ve özelinizde yapmalısınız" bahanesiyle siteden atıldığını gördüm (seks'in Türkçe'de sex olarak yazılmasına ne kadar uyuz olduğuma girmiyorum bile). Kadına cinselliğini yaşama izni verilmemesi, cinselliğin (ya da kadınların hayatlarının) "özel" olarak nitelendirilerek tabulaştırılması gibi ataerkil düşünce biçimlerinin kadınlar tarafından diğer kadınlara dayatılmasını bir problem olarak görmüyor mu kimse? Seks arayanlara aşk propagandası yapan bu kafadaki insanlar, mevsimde bir üç gündür tanıdıkları insanlara "hayatımın aşkı" diye hitap edip Facebook'ta soyadlarını değiştirerek aşk kavramını çocuk oyuncağı haline getiren tipler aynı zamanda.

Muhafazakar eşcinsel modelinden gerçekten hiç hazzetmiyorum.

Tuesday, 16 October 2012

antiviral

En son Kanada'ya tatile giden arkadaşlarımın evlerine ve kedilerine baktığımdan bahsetmiştim. Başkasının evinin ve en kaprisli insanlarla yarışacak derecede el bebek gül bebek büyütülen kedilerinin sorumluluğunu almak omuzlarıma çok ağır geldi. Beş gün boyunca üşenmeden her gün yarım saat uzaklıktaki evlerine gidip geldim, evlerinin temizliğine ve kedilerinin bakımına kendi evime ya da kedime göstermediğim derecede özen gösterdim. Kendi kedimin mama ve su tası her zaman dolu olur, canı istediğinde gidip yer içer, dışarı çıkmaz, kumundan başka yere tuvaletini yapmaz. Bu baktığım kedilere her sabah 8'de ve her akşam 7'de 40'ar gram kuru mama + üzerine 10 adet kuru mama serpiştirilmiş yarımşar paket ıslak mama verilmesi gerekiyordu. Bir de bir tanesi ev kedisi değil, işin yoksa akşam akşam dışarıda onu ara. Diğeri de günde üç kez salonun orta yerine iğrenç kokulu bir hediye bırakıyor. Özetle beni aşan bir şey oldu bu hayvan/ev bakma deneyimi.

Tüm bunlara rağmen kedilere o kadar bağlandım ki, anahtarı teslim ederken içim bir fena oldu. Cumartesi gecesini arkadaşlarımın parti davetini geri çevirerek yatakta elektrikli battaniye ve kucağımda kıvrılıp uyuyan kediler eşliğinde kitap okuyarak geçirmek gerçekten çok, çok güzeldi. Ve böyle huzurlu bir ev yaşantısını ne kadar özlediğimi fark ettim. Her sene yeni bir eve taşınmaktan, yaşadığım hiçbir eve kök salamamaktan çok bıktım. Bana aitmiş gibi hissettiren bir ev bulayım, sene sonunda taşınma korkusu olmadan içini istediğim kadar ıvır zıvırla döşeyeyim ve eve gittiğimde beni bekleyen bir sevgilim ve kedilerim olsun istiyorum. Severek gittiğim bir işim olsun istiyorum. Keşke isteyince olsa.

**

56. Londra Film Festivali geçen hafta başladı. Gittiğim ilk film Beyond the Hills adıyla gösterilen Dupa Dealuri oldu. Uzun ve kasvetli, ama etkileyici ve izlenmeye değer bir filmdi. Daha sonra yönetmen Cristian Mungiu ile yapılan söyleşi de bana iyi ki gelmişim dedirtti. Ekşi Sözlük'te gördüğüm kadarıyla Filmekimi'nde de gösterilmiş ve gişe filmi izleyicileri kategorisinde olduklarını tahmin ettiğim insanlar sıkıcı bulmuşlar. Anlam veremedim. Ahlaki ikilemleri işleyen filmleri seviyorum.

Cumartesi günü festivale ara verdikten sonra Pazar günü Marion Cotillard söyleşisine gittim. Jeux d'Enfants'dan beri kariyerini takip ettiğim ve hastası olduğum Cotillard'ı dünya gözüyle o kadar yakından görmek hayatımın en unutulmaz anları listemde kesinlikle üst sıralara oturdu.



Dün akşam David Cronenberg'in oğlu Brandon Cronenberg'in debut filmi Antiviral gösterimi ve daha sonra Cronenberg'le söyleşi vardı. Bende tekrar tekrar izlenecek bir film izlenimi yaratmamış olmasına rağmen çok görsel ve celebrity kültürünü mükemmel bir şekilde eleştiren bir filmdi.

Film festivallerine bayılıyorum. Hem gelen izleyici ve sinemadaki atmosfer bir başka oluyor, hem de film sonrası söyleşiler sinema deneyimine ayrı bir boyut katıyor. Keşke ayda bir falan film festivaline gidebilsem.

**

Kolları bana çok uzun gelen Burberry trençkotum için günlerce terzi aradım. Ucuz olan terzilere güvenemedim, gözüme güvenilir görünen terzilerin de bir kol kısaltmak için neredeyse 150TL istemesi kazıklanmama prensibime çok ters düştü. Sonuç olarak trençkotu Burberry'nin Regent Street'teki ana mağazasına götürdüm. Normalde terzileri bedava çalışıyormuş, outlet mağazasından alınan ürünler için 25 pound (75TL) gibi cüzi bir ücret alıyorlarmış. Londra'da bulabileceğiniz en ucuz mahalle terzisinin en az 20 pound isteyeceğini düşünürseniz çok ucuz bir rakam. Hem kollarda değişiklik yapıldığı hiç belli olmuyor, hem de yanında çok şirin bir taşıma kılıfı verdiler. Böylece 1000 pound'luk bir trençkotu sadece geçen senenin modeli olduğu için 274 pound'a almış oldum. Londra'ya alışveriş için gelen ve Burberry outlet mağazasına uğramak isteyenlerin aklında bulunsun. Türkiye'ye dönecekseniz vergi iade formu doldurarak daha da ucuza getirebilirsiniz.

 **

Bu aralar Facebook listemde gözüme çarpan bir trend var: İstanbul'da yaşadığım dönemde gay olarak tanıdığım kadınlar erkeklerle evlenerek çoluk çocuğa karışıyorlar. Mahalle baskısına hedef olmama çabası mı, başka türlü çocuk sahibi olamayacaklarını düşünmeleri mi, kendilerini şartlaya şartlaya gerçekten aşık olduklarına mı inandırıyorlar, bilmiyorum. Ama gerçekten çok iç acıtıcı bir şey. Hem mutsuz/tatminsiz bir hayat yaşayacak olan kendilerine, hem bilerek ya da bilmeden böyle bir duruma düşen erkeklere, hem de dünyaya gelen çocuklara yazık.

Gerçekten ailesinden ya da toplumdan kabul görmek için böyle yalan hayatlar sürenler için en ufak bir sempati ya da saygı yok içimde. Hayatını dürüst ve açık bir şekilde sürdüren eşcinsellerin başına ne geliyorsa homofobiklerden geldiği kadar böyle karaktersiz insanlardan geliyor.