Saturday, 5 June 2010

every night i burn, every night i call your name


The Crow'un remake'i yapılıyormuş. Asla, asla yapılmamalı bence. Brandon Lee'siz the Crow bir şeye benzemiyor devam filmlerinde de görüldüğü gibi.

İlk kez 13 yaşındayken izlemiştim the Crow'un ilk filmini, izlediğim anki melankolik aşık ruh halimden mi, yağmurlu ve gri bir günde evde yalnız izlemiş olmamdan mı bilmiyorum ama beni hiç bir film o kadar etkilemedi. Ölümsüz aşk konseptini daha iyi yansıtan başka bir film yok.

"Don't look don't look" the shadows breathe
Whispering me away from you
"Don't wake at night to watch her sleep
You know that you will always lose
This trembling adored
Tousled bird mad girl... "


But every night I burn
Every night I call your name
Every night I burn
Every night I fall again

"Oh don't talk of love" the shadows purr
Murmuring me away from you
"Don't talk of worlds that never were
The end is all that's ever true
There's nothing you can ever say
Nothing you can ever do... "

Still every night I burn
Every night I scream your name
Every night I burn
Every night the dream's the same
Every night I burn
Waiting for my only friend
Every night I burn
Waiting for the world to end

"Just paint your face" the shadows smile
Slipping me away from you
"Oh it doesn't matter how you hide
Find you if we're wanting to
So slide back down and close your eyes
Sleep a while you must be tired... "

But every night I burn
Every night I call your name
Every night I burn
Every night I fall again
Every night I burn
Scream the animal scream
Every night I burn
Dream the crow black dream

Dream the crow black dream.

socially challenged

İnsanların yaratıcılık yoksunu tanışma mesajlarından bahsetmiştim geçenlerde. Kendim de sosyal özürlü -ve social graces yoksunu- biri olduğumdan "O cesareti gösterip bana mesaj atmış, konuşmamam kabalık olur" düşüncesiyle ve her insanın tanınmaya değer bir yönünün bulunabileceğine olan bir inançla bariz işim olmayacak insanlar dışında genelde çoğu tanışma mesajına cevap veriyorum, "selam" kadar bayık bir mesaj bile olsa. Bugün "Selam" diyen bir kıza "Selam" dedikten sonra kendisinin bana cevabı "Tanışalımmı nedersin" oldu. Birincisi bu insanların "tanışma" anlayışı nedir bilmiyorum. Hayatımda hiç kimseye "tanışalım mı" diye bir mesaj atmadım, çok çok lame bir laf, lütfen bir gün birine öyle dersem beni durdurun. Zaten tanışma girişiminde bulunmuşsun mesaj atarak, "tanışalım mı" demenin anlamı ne? Tamamen redundant bir laf, Michael Jackson şarkıcısı demek ya da öpüşürken "seni öpebilir miyim" diye sormak gibi bir şey. İkincisi, insanları tanımadan yargılamam ama daha ana dili Türkçe olduğu halde "tanışalım mı" ve "ne dersin"in ayrı yazıldığını bilmeyen insanlarla kesinlikle hiç bir işim olamaz. Böyle insanlara, Türkçe'nin içine edenlere, msn'de anlatacağı bir şeyi her 4 kelimede bir enter'a basarak 5 ileti şeklinde anlatanlara ve kelime sonundaki harfleri uzatanlara (geliyorummm, bekleee vs.) hiç tahammülüm yok. Ben Türkçe konuşurken cümlelerimin arasında İngilizce kelimeler tıkıştırırım genelde, ama iki dilin de "nbr" ya da "how r u" gibi içine sıçmak hayatta yapmayacağım şey bir elimin yemek yemek, bir şey içmek gibi başka işlerle meşgul olduğu istisnai durumlar dışında. Sinir oluyorum.

Bir diğer sinir olduğum şey ise yurtdışına gidip Türkler'le takılan Türkler. Çok görüyorum çevremde, Londra'ya gelen ve çevresindeki bütün Türkler'i bulup onlarla arkadaş olan tipler. Felaket bir korkaklık örneği. Buraya geldiğimden beri tek bir Türk insanla tanışmadım, 2 yıl oldu. O kadar yol gelip Türk arayan insanları saçma buluyorum, tam bir alıştığından farklı durumlardan korkma ve ayak uydurma çabasına girmeme örneği, tembellik ve korkaklık. Sinir oluyorum.

Friday, 4 June 2010

and my parents will never consent to this love, but i hold your hand

Milyon tane %8.5 alkollü Belçika birası içip midye yedikten sonra süper bir Alkaline Trio konserini en önden izlediğimiz kusursuz bir Salı günü geçirdik. Dün de Dover'a white cliff görmeye gittik, buraya geldiğimden beri her the Decemberists-We Both Go Down Together dinlediğimde göresim geliyordu. Güzel gerçekten, çok çok huzur verici bir yer, yemyeşil. Fransa Channel Tunnel'ın karşı tarafında gayet görülüyor, hatta telefonum Fransa'dan çekmeye başladı ve roaming ücreti ödedim fark edip telefonumu kapatana kadar.

Bugün emlakçım birilerini evi göstermeye getirecek diye sabahın köründe kalkıp 5 saat boyunca ev temizledik, ancak gösterilebilir duruma geldi. Ve salak emlakçı eve 20 saniye ya baktı, ya bakmadı. Direk girip burası banyo, burası da studio falan yapıp gitti. Neyse, yine de taşınırken ev toplama ve temizleme işinin yarısı bugün yapılmış oldu en azından.

2 hafta sonra bugün Paris'teyim. Paris'i, Eiffel Kulesi'nin altındaki parkta çimlere yatıp güneşlenmeyi, Eurodisney'i felaket derecede özledim.

Son 3 gündür sürekli Skins izliyorum, bayılıyorum.

30 Haziran'da İzmir'e dönüyorum, 3-4 gün kalıp Bodrum'a geçiyorum. Orada da 4-5 gün Yağmur'da kaldıktan sonra İzmir'e dönüp büyük ihtimalle kaldığım Terrorism and Political Violence dersimin ödevini tekrar yapıyor olacağım. 20 Temmuz doğumgünüm, 21 Temmuz'da Yağmur'la Lesvos'a gidiyoruz. 26'sında dönüyoruz, 30'unda da Rodos'a gidiyorum haftasonu için. Temmuz ayında boş geçireceğim hiç zaman yok gibi.



Here on these cliffs of Dover
So high you can't see over
And while your head is spinning
Hold tight, it's just beginning

You come from parents wanton
A childhood rough and rotten
I come from wealth and beauty
Untouched by work or duty

I found you, a tattooed tramp
A dirty daugher from the labour camp
I laid you down on the grass of a clearing
You wept but your soul was willing

And oh, my love, my love
And oh, my love, my love
We both go down together

And my parents will never consent to this love
But I hold your hand

Meet me on my vast veranda
My sweet untouched Miranda
And while the seagulls are crying
We fall but our souls are flying

Tuesday, 1 June 2010

fuck you aurora, you took my only friend

Dünden beri Türk internet ortamlarından gördüğüme bakılırsa herkes İsrail'in yardım gemisindeki insanları öldürmesi yüzünden galeyana gelmiş durumda. Sözlük'te İsrail başlığına "hepsi ölsün" modu şeyler yazanlar, Facebook'ta "İsrail'le savaş isteyen 70 milyon yürek arıyoruz" gibi gruplar açan/üye olan insanlar. Milliyetçiliğe, "Türk'üm gurur duyuyorum"culuğa, bir grup insanın yaptığı şeyler için bir ülkenin tamamından nefret etmeye, "Filistinliler din kardeşlerimiz" muhabbetlerine, en çok da İsrail-Filistin conflict'inin tarihi konusunda en ufak bir fikri olmayıp böyle gerizekalı gibi bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olup gaza gelenlere hiç tahammülüm yok. Savaş isteyen 70 milyon yürek arayan insanlar merak ediyorum savaş olsa kalkıp kendileri savaşa gidecekler mi? İsrail'in gücünden haberleri yok mu, bu Türk ordusu süperdir yanılsamasının kaynağı nedir? Savaş gibi şu andakinden bilmemkaç kat fazla insanın öleceği bir şey istenebilir mi? İnsanların ölmesine gerçekten çok üzüldüm ama milyon kere "Gelmeyin" denildikten sonra ısrarla gittiklerinde ne bekliyorlarmış ki? At gözlüğüyle düşünen insanlar sinir bozucu.


Bugün the Hawley Arms yerine bir Belçika restaurantında yemeye karar verdik (daha doğrusu ben karar verdim, Lisa'nın henüz haberi yok) Alkaline Trio konseri öncesi. Moules Frites ve Kwak gibisi yok.





Oğuz'a Alkaline Trio t-shirtü almam lazım.


My, my, what a mess we've made
Of our precious little lives these days
It appears a big fucking tornado has twisted us up recently
Best wishes have been made for you
You never had no say, it's true
You have to be the cutest gravedigger I've ever seen

And all your lonely nights in the city of lights are much like
All these crowded bars I so often find my stupid self stumbling through

Fuck you Aurora, you took my only friend
And although it's all my fault,
The blaming myself had to come to an end. So I say:
Fuck you Aurora, you took my only friend
You won't catch me behind the wheel
Of a Chrysler ever again.

Monday, 31 May 2010

of drag kings and the wheel of fate

Dün gece hayatımın en ilginç akşamlarından biriydi. Evden çıktım, trene binerken su aldım, Saka Water marka, ve gayet Sabancı logosu falan vardı üzerinde. Yakın inceleme sonucu "from the Saka Spring in Turkey" falan yazdığını fark ettim üzerinde. İngiltere'ye su ihraç ediyormuşuz yani. Garip.

Sonra Londra'daki drag king competition'a geldim, şehrin hiç gitmediğim ve oldukça uzak bir bölgesindeydi. Aynı zamanda mahallede İngiliz'den fazla Türk vardı sanırım, Canısı Berber, Hanımeli Ocakbaşı falan vardı pubın karşısında.

Mekanda oha derecesinde taş kadınlar vardı ayrıca. Başka diyecek laf bulamıyorum o konuda. Neyse, competition başladı, performans kısmında bir tanesi yanımda duran kadını sahneye çekerek t-shirtünü yırtıp çıkardı. Kadın orada şok halinde üstsüz duruyorken onu öpmeye başladı, sırtına mum dökerek kuruduktan sonra bıçakla onları kazıdı. O sırada ?! şeklindeydim ben. Sonra da tonsil muayenesi modunda öpüştüler. Tanımadığım biri bana sormadan üstümdeki şeyi yırtıp sırtıma mum dökse büyük ihtimal sinir olurdum ama çok seksi bir sahneydi.

Pubdan çıktıktan sonra otobüs durağındaki insanların -ve etraftaki herkesin- Türkçe konuştuğunu fark ettikten sonra adamdan bir sigara istedim. Klasik "Türk görünmüyorsun" muhabbetinden sonra adam bana 2 yılda Türkçe'min nasıl bu kadar bozulduğunu sordu. Aksanlı konuşuyormuşum. "Ben hep böyle konuşuyordum ki" dedim, inanmadı. E ama ben hep öyle konuşuyordum gerçekten.

Daha sonra London Bridge'den trene bindim, trenin son durağı Ashford görünüyordu. Ashford benim yaşadığım yere 20 dakika falan uzaklıkta bir yer. Ashford'a geldikten sonra internette var görünüyor olduğu halde son trenin olmadığını gördüm, "oh fuck" şeklinde taksici buldum bir tane ve adam bana evime gitmenin 50 pound tutacağını söyledi. "Siktir istasyonda uyumak zorunda kalıcam sanırım" modunda gecenin 2'sinde istasyonda oturmuş ağlamak üzereydim ki yanıma bir güvenlik görevlisi geldi. Adama durumu açıkladım, "Ben halledicem" diyerek gitti, 5 dakika sonra "Your chariot awaits love" diyerek kapıdaki taksiyi işaret ediyordu bana. Taksi beni para almadan evimin kapısına kadar bıraktı. Southeastern Railways'in hastasıyım.

Böyle de bir gündü.

friend requests and fried chicken salads

Son 3 yıldır Facebook ve türevi yerlerde tanımayıp tanışmak istediğim bir insanı hiç eklemedim. Hiç tanımadığım insanların bana friend request yollaması özellikle Facebook'ta sık başıma geliyor. Bu tür insanlara eğer bariz abaza değillerse klasik mesajım "Meraba?" oluyor. Evet, ekleme isteği yollamadan önce bir mesaj atmaya bile zahmet etmediklerini söylemiş miydim? Eklemek istemenin nedeni arkadaşım olmak istemense bir konuşma girişiminde bulunursun, değil mi? Listende bulunayım diye eklemiyorsan yani. Gayet açık bir şekilde "Ee hadi kendini tanıt" anlamı içeren "Meraba?"ma cevabı "Selam." falan oluyor genelde bu tiplerin. Ağızlarından kerpetenle laf almamı mı bekliyorlar bilmiyorum. Sonra "Tanışmıyoruz sanırım?" diyorum son bir çabayla. Buna genelde "Evet tanışmıyoruz, gördüm eklemek istedim ben X" oluyor cevap. Geçen gün gayet ilginç bir şekilde "Evet tanışmıyoruz ben tanımadıklarımı ekliyorum böyle hep" cevabı aldım. Birinin seni eklemesini istiyorsan edilecek en mantıklı laf bu değil sanırım. Bu iki çabamdan sonra enteresan bir laf etmemiş olanları sanal çöplüğün sonsuzluğuna yolluyorum. "Tanışabilir miyiz?" mesajı atan kızlar da aynı çöplüğe gitmeye meyilli oluyorlar. "Hayır tanışamayız" deme ihtimalim yok herhalde, tanışmak istiyorsan kendini tanıt o zaman, ne dememi bekliyorsun ki? Yeni insanlarla tanışmayı çok seviyorum, tanımadığım insanlardan friend request almaya sinir olmuyorum, sadece onu yollayıp konuşmaya tenezzül etmeyen insanları garipsiyorum. İlginçler.