Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği (CİSED) adlı adını ilk kez duyuyor olduğum bir kurum Türkiye'de eşcinsel evliliğe bakış konulu bir anket yapmış. Ankette sürpriz olmayan bir şekilde Türk insanının eşcinsel evliliğe sıcak bakmadığı sonucu ortaya çıkmış. Habere buradan bakabilirsiniz.
Buraya kadar her şey normal. Ama kafama takılan bazı şeyler var:
-Ankete %54'ü erkek, %34'ü kadın ve %12'si "eşcinsel, biseksüel, travesti veya transseksüel" olmak üzere 5000 kişi katılmış.
Birincisi dünyada sadece Türkiye'de yapıldığını gördüğüm travesti ve transseksüel ayrımını çok saçma buluyorum. LGBT yerine LGBTT kısaltmasını kullanmak falan gerçekten başka ülkelerde olmayan bir şey. LGBT toplumunun bu TT olayını benimsemesini doğru bulmuyorum, çünkü bu ayrım travesti=seks işçisi önyargısını pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor. İnsan travestiyse mutlaka para karşılığı seks yapıyor olmalı miti travestileri transseksüellerden ayrı tutarak güçlendiriliyor. Travesti de gayet transseksüeldir, ikisine de trans denmesi en doğrusu bence.
İkincisi %54'ü erkek, %34'ü kadın ve %12'si LGBT ne demek ki? LGBT'ler kadın ya da erkek değil mi? Bu kadar salak bir sınıflandırma olabilir mi gerçekten?
-"Eşcinsel evliliğe ülkemizde izin verilmeli midir?" sorusuna ankete katılanların %8'i "evet", %86'ı "hayır" ve %6'ı ise "fikrim yok" yanıtı vermiş. %12'si LGBT olan anket insanlarının sadece %8'inin "evet" cevabı vermesi gerçekten üzücü. Hiç bir zaman evlenmeyi düşünmüyorum; evliliği genel olarak gereksiz ve heteroseksüel olduğunda kadını baskılayıcı, eşcinsel olduğunda eşcinselleri içinde istemeyen heteroseksist düzene dahil olma çabası olarak görüyorum. Ama bu eşcinsellerin evlenme seçeneğinin olmaması gerektiğini düşünmem anlamına gelmiyor, o seçenek kişiye ait olmalı. Kısacası evlenmek isteyen eşcinselleri ve evlilik kavramını anlamıyor olsam da eşcinsel evliliği sonuna kadar destekliyorum. Bu yüzden insanların nasıl LGBT bir birey olarak kendini tanımlayıp (ki o ankete katılan bir sürü insan hetero olmadığı halde kendini o şekilde tanımlamıştır ankette) eşcinsel evliliğe "evet" yanıtı vermediğini aklım almıyor. Kişinin kendi kimliğine yönelik bir homofobi söz konusu sanırım.
-Bu CİSED adlı kurumun genel başkanı Dr.Cem Keçe aşağıdaki lafları etmiş ayrıca habere göre, hiç birine yorum getirmeme bile gerek yok (ama yine de yorumlarımı parantez içinde belirttim), they're pretty self-explanatory ve everyone knows how I feel about homophobia:
"İzlanda Başbakanı Johanna Sigurdardottir'in birlikte yaşadığı kız arkadaşı Jonina Leosdottir ile evlenmesini medyanın en az Heteroseksüel evlilikler gibi doğal ve normal bir durum olarak sunması, toplum ruh sağlığı açısından sakıncalar doğurabilir, çocuklarımızın ve gençlerimizin kafasını karıştırabilir (eşcinsel evliliğin anormal olduğunu çocuklarımızın kafasına kazıyıp onları da minik homofoblar olarak yetiştirmeliyiz yani, god forbid eşcinsellerin normal insanlar olduğu gibi ahlaksız fikirler edinebilirler çünkü yoksa). Yurt dışındaki otoriteler ve ülkeler eşcinsellik hakkındaki görüşlerini bilimsel verilere göre değil tamamıyla ideolojik yaklaşımlarına ve kapitalist sistemin dayatmalarına göre oluşturmuştur (eşcinselliğin normal ya da doğal olmadığına dair bir bilimsel veri yoktur, "normal" kavramı zaten bilimsel bir kavram değildir, görecelidir). Sorumluluk taşıması gereken bir başbakanın yaptığı eşcinsel evlilik, eşcinselliğin toplum tarafından doğal ve normal bir durum olarak algılanmasını sağlamayacaktır (eşcinselliğin sorumsuzluk örneği olduğuna dair homofobik bir görüşe zaten mantık içinde denilecek bir şey bulamadım)."
-CİSED Genel Başkan Yardımcısı Psk. Gülüm Bacanak: "CİSED olarak yeni bir görüş ortaya atıyoruz: Biz eşcinselliğin tek bir durum olmadığını, birçok alt tipi olduğunu, tek bir yapı olarak ele alınmaması gerektiğini ve bazı alt tiplerinin tedavi edilebileceğini, eşcinselliğin bir tercih olmadığını ama eşcinsel ilişki yaşamanın bir tercih olduğu görüşünü savunuyoruz."
Niye kimse heteroseksüelliğin alt tiplerini falan araştırmıyor, for the love of god? Ayrıca "Bazı alt tipleri tedavi edilebilir" falan nedir ya? Hangi tarih öncesi dönemde yaşıyor bu insanlar? Kendilerini bilim insanı, araştırmacı falan olarak görüyorlar bir de; homofobik görüşlerine bilim adı altında kredibilite kazandırmaya çalışan bigot'lar is more like it.
Ayrıca "eşcinsellik tercih değildir ama eşcinsel ilişki yaşamak tercihtir" ne biçim bir laf öyle? Niye kimse heteroseksüel ilişki yaşama tercihinden bahsetmiyor o zaman? İnsanlar "eşcinsel" olmamak için hayatları boyunca hiç ilişki yaşamasınlar mı?
-CİSED Genel Sekreteri Psk. Dan. Fatma Ayrık: "Biz CİSED olarak, tedavi arayışında olan, tedavi olamayacaksa intihar etmeyi düşünen ve değişim isteyen eşcinsellere tedavi şansının verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak kimseye zorla, istemediği halde "sen tedavi olmalısın" deme gibi bir hakkımız da olamaz. Bu ayrımın iyi yapılması gerekmektedir. "Ben eşcinsel bir hayat sürmekten mutluyum" veya "eşcinsel bir yaşamı tercih ediyorum" diyen bir arkadaşımıza "hasta" demek çok yanlıştır. Değişim isteyen eşcinsel arkadaşlarımızı ve ailelerini dinlemeden, aile, cinsel ve geçmiş hikâyelerini almadan "sen eşcinselsin ve bu durumla yaşamak zorundasın" demek de çok ama çok yanlıştır."
Eşcinselliğin bir hastalık olmadığını ve tedavi edilemeyeceğini ama homofobinin tedavi edilebilir bir sosyal hastalık olduğunu ne zaman öğrenecek acaba ülkem insanları? Bir sonraki milenyumda bu konuya geri dönelim.
Gender and Sexuality Studies'i meslek edinmek isteyen bir insan olarak ülkemizdeki cinsiyet ve cinsellik araştırmalarının böyle tiplere kaldığını görmek beni çok sinirlendiriyor.
Saturday, 3 July 2010
Tuesday, 29 June 2010
travel is glamorous only in retrospect
Bu gece 22.05 uçağıyla İzmir'e dönüyorum. 19 Eylül'e kadar oralardayım.
Klimalı, kedili, temizlikçili, Digiturk'lü evimi; aklıma esince kum-deniz-güneş üçlüsünü yapabilmeyi (İngiltere'nin 27 derece olunca omg-bayılıcaz-sıcaktan dedirten güneşi ve gri denizi sayılmıyor) ve arkadaşlarımı özlemiştim, geri dönmek güzel o yüzden. Ama bir şey olur diye dandik çantayla sokağa çıkmayı, gece eve taksiyle dönmek zorunda olmayı, inci sözlük modeli tacizcileri, 3 ay sonunda insanda ciddi psikolojik rahatsızlıklara neden olabilecek derecede homofobik ve patriarchal toplumu özlemedim hiç; eminim bunlara sinir olup Londra'yı özleyeceğim orada olduğum zaman boyunca. İzmir'deki evimi, arkadaşlarımı, Yunanistan'a/Çeşme'ye vs. mega yakın oluşumu ve genel olarak oradaki hayatımı çok seviyorum gerçekten; ama toplum geneline hakim olan o kapalı zihniyete full time katlanabilmem mümkün değil. Bu da hayatımı Türkiye'de yaşayarak ve içimi bir huzursuzluk/restlessness/frustration kaplamadan sürdürebilme olasılığımı yok ediyor sanırım.
Son 5 yıldır şehirden şehire, evden eve, ülkeden ülkeye şeklinde yaşıyorum. İstanbul'da aynı evde yaşadığım 1,5 yılı saymazsak hiç bir evde/yurtta vs. 1 yıldan uzun yaşamadım. İzmir, İstanbul, Canterbury ve bu Eylül'den itibaren Londra ya da Brighton (hala belli değil) olmak üzere dolanıp duruyorum. ADD (attention deficit disorder) sahibiyim, onun semptomlarından biri olan bir sürü şeye heves etmek ama başladığı işi hiç bitirememek, bir şeyi bırakıp başka bir şeye başlamak ve aklına esip deli deli şeyler yapmaya bir anda karar vermek huyu bende fazlasıyla var. Kullandığım ADD ilaçları da bu dürtümü engelleyemiyor, bu iyi bir şey mi bilmiyorum, ama tatminsizlik ve Türkçe'sini bulamadığım bir restlessness hissi yaratıyor bu bende. Nerede, ne yapıyor olursam olayım yerimde duramıyorum kısacası zihinsel olarak. Sürekli yeni bir şeyler yapmak, yeni bir yerlere gitmek, yeni birileriyle tanışmak görmezden gelinemez bir ihtiyaç haline geliyor benim için. Aynı yer, aynı insanlar, aynı şeyi yapıyor olmaktan sıkılmak değil bu, değişim "zorunlu" benim için. Bir seçim değil, bir zorunluluk. Kimseyi arkamda bırakmayı ya da her elimi attığım şeyi yarım bırakmayı ben seçmiyorum, içime öyle bir kıpır kıpırlık/bir şey yapmazsa delirecek hissi geliyor ki kalkıp gitmek zorunda hissediyorum kendimi. Son 4 yıl içinde İstanbul'a taşınmam, sonra Hollanda'ya taşınmak istemem, ondan vazgeçip kendimi Canterbury'de bulmam, şu anda da Canterbury'i ve mezun olduğum bölümü bırakıp tamamen alakasız bir şey okumaya Londra'ya gidiyor olmam da bu yüzden.
En basiti ev taşımaya üşenmem olan bir sürü neden yüzünden artık bir yerde daha uzun süre kalabilmek istiyorum. Bir yere kök salabilecek bir insan olacağımı sanmıyorum hiç bir zaman, ama aynı şehirde 2 yıldan fazla bulunabilmeye hazırım sanırım artık. O bir yerde uzun süre kalınca daralma hissim azaldı, Londra ya da Brighton da bunu yapmak için mükemmel olacak bence.
"England you kick ass" diyerek valiz toplamaya geri dönüyorum, yarından itibaren İzmir'den bildiriyor olacağım.
Klimalı, kedili, temizlikçili, Digiturk'lü evimi; aklıma esince kum-deniz-güneş üçlüsünü yapabilmeyi (İngiltere'nin 27 derece olunca omg-bayılıcaz-sıcaktan dedirten güneşi ve gri denizi sayılmıyor) ve arkadaşlarımı özlemiştim, geri dönmek güzel o yüzden. Ama bir şey olur diye dandik çantayla sokağa çıkmayı, gece eve taksiyle dönmek zorunda olmayı, inci sözlük modeli tacizcileri, 3 ay sonunda insanda ciddi psikolojik rahatsızlıklara neden olabilecek derecede homofobik ve patriarchal toplumu özlemedim hiç; eminim bunlara sinir olup Londra'yı özleyeceğim orada olduğum zaman boyunca. İzmir'deki evimi, arkadaşlarımı, Yunanistan'a/Çeşme'ye vs. mega yakın oluşumu ve genel olarak oradaki hayatımı çok seviyorum gerçekten; ama toplum geneline hakim olan o kapalı zihniyete full time katlanabilmem mümkün değil. Bu da hayatımı Türkiye'de yaşayarak ve içimi bir huzursuzluk/restlessness/frustration kaplamadan sürdürebilme olasılığımı yok ediyor sanırım.
Son 5 yıldır şehirden şehire, evden eve, ülkeden ülkeye şeklinde yaşıyorum. İstanbul'da aynı evde yaşadığım 1,5 yılı saymazsak hiç bir evde/yurtta vs. 1 yıldan uzun yaşamadım. İzmir, İstanbul, Canterbury ve bu Eylül'den itibaren Londra ya da Brighton (hala belli değil) olmak üzere dolanıp duruyorum. ADD (attention deficit disorder) sahibiyim, onun semptomlarından biri olan bir sürü şeye heves etmek ama başladığı işi hiç bitirememek, bir şeyi bırakıp başka bir şeye başlamak ve aklına esip deli deli şeyler yapmaya bir anda karar vermek huyu bende fazlasıyla var. Kullandığım ADD ilaçları da bu dürtümü engelleyemiyor, bu iyi bir şey mi bilmiyorum, ama tatminsizlik ve Türkçe'sini bulamadığım bir restlessness hissi yaratıyor bu bende. Nerede, ne yapıyor olursam olayım yerimde duramıyorum kısacası zihinsel olarak. Sürekli yeni bir şeyler yapmak, yeni bir yerlere gitmek, yeni birileriyle tanışmak görmezden gelinemez bir ihtiyaç haline geliyor benim için. Aynı yer, aynı insanlar, aynı şeyi yapıyor olmaktan sıkılmak değil bu, değişim "zorunlu" benim için. Bir seçim değil, bir zorunluluk. Kimseyi arkamda bırakmayı ya da her elimi attığım şeyi yarım bırakmayı ben seçmiyorum, içime öyle bir kıpır kıpırlık/bir şey yapmazsa delirecek hissi geliyor ki kalkıp gitmek zorunda hissediyorum kendimi. Son 4 yıl içinde İstanbul'a taşınmam, sonra Hollanda'ya taşınmak istemem, ondan vazgeçip kendimi Canterbury'de bulmam, şu anda da Canterbury'i ve mezun olduğum bölümü bırakıp tamamen alakasız bir şey okumaya Londra'ya gidiyor olmam da bu yüzden.
En basiti ev taşımaya üşenmem olan bir sürü neden yüzünden artık bir yerde daha uzun süre kalabilmek istiyorum. Bir yere kök salabilecek bir insan olacağımı sanmıyorum hiç bir zaman, ama aynı şehirde 2 yıldan fazla bulunabilmeye hazırım sanırım artık. O bir yerde uzun süre kalınca daralma hissim azaldı, Londra ya da Brighton da bunu yapmak için mükemmel olacak bence.
"England you kick ass" diyerek valiz toplamaya geri dönüyorum, yarından itibaren İzmir'den bildiriyor olacağım.
Monday, 28 June 2010
what katie did
The L Word convention'ı L7'daydım bu haftasonu. Dünyanın en hızlı, en bir dakikası boş olmayan ve en ilginç haftasonunu geçirdim. Perşembe akşamı saat 9.30'a kadar falan Canterbury'deki evimi boşaltmakla uğraştıktan sonra Lisa'ya geldik. Cuma sabahı 5.45 gibi uyanıp 8'de evden çıktık. Sabahın o saatinde gidip bulabildiğim en büyük şişe cini alıp satıcıların alkolik-mi-ne bakışlarına hedef olduktan sonra Birmingham'a doğru normalde 3 saat sürmesi gereken ama 9 saate yakın süren yolculuğumuza başladık. Oxford yakınlarında yarı yolda bir Starbucks'ta mola verip otobüsler dolusu dyke gördüğümüzde içimdeki The L Word heyecanı iyice depreşmeye başladı, sanırım o ana kadar gerçekten olan bitenin farkına varamamıştım ev topla, eşya taşı falan derken. Birmingham'a yarım saat falan uzaklıktaki Cadbury World'ü gezip otele doğru yola çıkmıştık ki yer yön duygusu sıfır 2 insan olarak kaybolduk. Blackberry'de satnav olduğunu fark etmemiz üzerine oteli bulmak üzereydik, hatta yarım mil kalmıştı, ve tam o sırada Lisa'nın arabası bozuldu. Çekici arayıp "oh fuck çok geç kalıcaz" modunda araba tamircisine gittik. Tek kelimesini anlamadığım fena aksanlı (hatta bütün haftasonu şehrin yerlisi tek bir insanın ne dediğini anlamamış olabilirim) araba tamircisi amcaya The L Word'ün ne olduğunu anlatmaya çalışıp tamircide 2 saat kaybettikten sonra öğrendik ki araba tamamen ölmüş ve tamir olması için 1600 TL ve haftayı Birmingham'da geçirmemiz gerekiyor. Sonuç olarak Lisa arabasını tamir ettirmeyip orada bırakmaya ve bizi dönüşte alması için bir arkadaşını arayıp buradan yeni bir araba almaya karar verdi, arabayı bırakıp otele geldik. Glastonbury izleyerek vücutlarımızı cin doldurduktan sonra convention pass'larımızı almaya ve overpriced biralarımızı içmeye gittik. Ölü gibi uyuyup sabah 7.30'ta kalktık, yine convention'a gittik. Kesinlikle o kadar fazla kadını (ya da lezbiyeni) hayatımda bir arada görmemiştim. İlginç bir şekilde 5-10 erkek, hatta bir kaç tane bebek vardı (Kate: Is there a baby in the room or am I going totally crazy?). İlk guest talk sahibi Mei Melancon dizide göründüğünden çok daha güzel ve etkileyiciydi, fena halde iyi bir insandı (ayrıca fotolarından hiç belli olmayacak bir şekilde konuşması, ifadeleri, el kol hareketleri vs Ezgi'ye aşırı benziyordu). "Bir insanda ilk neye bakarsınız" sorusuna "Her smile" diyerek kendini bir güzel out'ladıktan sonra omg-naptım-ben moduna geçti, utandı falan, çok şirindi.
Daha sonra Leisha Hailey ve Kate Moennig'le soru-cevap session'ları vardı. İnanılmaz kaba sorular soran 2-3 insan dışında uygunsuz şeyler soran biri olmadı. Diğer konuklar iptal olduğundan Kate ve Leisha'nın session'ları oldukça uzundu. Ama ikisi hakkında da 29382 tane alakasız, minik şey öğrenmiş oldum böylece.
Kate'in bu aralar en sevdiği şarkı Phoenix-If I Ever Feel Better'mış, Florence and the Machine seviyormuş ayrıca. Blackberry Storm'u var, sigara içiyor. Haftada 3-4 gün gym'e gidiyormuş, personal trainer'ı varmış. Vintage araba delisiymiş. Barınaktan kurtardığı 2 köpeği varmış. Leisha ile birlikte yaşıyorlarmış eskiden. Şu anda sevgilisi yokmuş (ama people in her fan forums think otherwise). "Are you gay" sorusuna cevabı "You know what, this is so old, I'll be whoever you want me to be"'ymiş. Gözleri miyopmuş. Cenazesinde Led Zeppelin çalsın istermiş, Patti Smith seviyormuş. Favori designer'ı Hedi Slimane'miş, fotoğraflarına da bayılıyormuş. En saygı duyduğu gay insanlar Jane Lynch ve Tom Ford'muş. Dünyada en sevdiği şehirler Tokyo ve Paris'miş. Yazın New York ve Mexico City'de olacakmış. Laundry list, you bet ve for sure çok sık kullanıyor ayrıca.
Leisha'nın 10 yıllık bir sevgilisi varmış. O da köpek sahibiymiş. Kovboy botu koleksiyonu varmış, bir odası sırf onlarla doluymuş. Cenaze şarkısı Sufjan Stevens'tan olsunmuş. Axl Rose hayranıymış çok fena. Bir de her cümlesine totally koyuyordu.
Kate bir soruya cevap olarak "Shane'le alakam yok, fena insecure bir insanım, she's a slut, ben değilim" demişti, kesinlikle çok doğru. Shane'in o rahatsız edici kendine güveni onda yok, çok utangaç ve hatta birisi "You're so hot" vs dediğinde kızarıp "You too" diye cevap veren bir insan. İnanılmaz sıcaktı herkese, biriyle konuşurken herkesin adını öğrenip nasıl olduğunu soruyordu falan. Hatta gözlerimin içine bakıp "Nasılsın, tshirtün ne güzel, adın Leni mi okunuyor Laney mi" dediğinde heyecandan bayılasım geldi sanırım. Leisha Hailey kesinlikle öyle değil. Kate'le konuşurken çok konuşkan ve eğlenceli olmasına rağmen normalde çok soğuk ve suskundu. Biri bir şey imzalamasını istediğinde falan doğru düzgün yüzüne bakmıyordu bile insanın. Alice'in o dışa dönük halinden çok uzaktı kısacası. Alice'e benzetirdim kendimi obsesif karakteri yüzünden, karar değiştirdim, tanımadığı insanlara çok soğuk olan ve yakın arkadaşlarına bambaşka davranan biri olarak Leisha'ya daha çok benziyorum.
Haftasonunun en ilginç olaylarından biri Kate ve Leisha'ya soru sorulurken sahneye çıkan bir kadındı. "Ben aslında The L Word sevmiyorum, buraya kız arkadaşım için geldim" diye lafa başladığında herkes saçma bir soru bekliyordu, ama "Siz olsanız nasıl evlenme teklif ederdiniz diye sormak istedim, çünkü kız arkadaşıma evlenme teklif etmek istiyorum" diye sordu kendisi. O sırada bütün salonda herkes sustu, "Wait, did you just propose?" oldu Kate. Sonra kadının sevgilisi ağlamaya başladı falan. Tanık olduğum ilk evlilik teklifi ve inanılmaz tatlı bir andı.
Gerçekte ne kadar utangaç, kibar ve overall nice biri olduğunu gördükten sonra KM takıntım milyonlarca kez güçlendi bu haftasonu.
Daha sonra Leisha Hailey ve Kate Moennig'le soru-cevap session'ları vardı. İnanılmaz kaba sorular soran 2-3 insan dışında uygunsuz şeyler soran biri olmadı. Diğer konuklar iptal olduğundan Kate ve Leisha'nın session'ları oldukça uzundu. Ama ikisi hakkında da 29382 tane alakasız, minik şey öğrenmiş oldum böylece.
Kate'in bu aralar en sevdiği şarkı Phoenix-If I Ever Feel Better'mış, Florence and the Machine seviyormuş ayrıca. Blackberry Storm'u var, sigara içiyor. Haftada 3-4 gün gym'e gidiyormuş, personal trainer'ı varmış. Vintage araba delisiymiş. Barınaktan kurtardığı 2 köpeği varmış. Leisha ile birlikte yaşıyorlarmış eskiden. Şu anda sevgilisi yokmuş (ama people in her fan forums think otherwise). "Are you gay" sorusuna cevabı "You know what, this is so old, I'll be whoever you want me to be"'ymiş. Gözleri miyopmuş. Cenazesinde Led Zeppelin çalsın istermiş, Patti Smith seviyormuş. Favori designer'ı Hedi Slimane'miş, fotoğraflarına da bayılıyormuş. En saygı duyduğu gay insanlar Jane Lynch ve Tom Ford'muş. Dünyada en sevdiği şehirler Tokyo ve Paris'miş. Yazın New York ve Mexico City'de olacakmış. Laundry list, you bet ve for sure çok sık kullanıyor ayrıca.
Leisha'nın 10 yıllık bir sevgilisi varmış. O da köpek sahibiymiş. Kovboy botu koleksiyonu varmış, bir odası sırf onlarla doluymuş. Cenaze şarkısı Sufjan Stevens'tan olsunmuş. Axl Rose hayranıymış çok fena. Bir de her cümlesine totally koyuyordu.
Kate bir soruya cevap olarak "Shane'le alakam yok, fena insecure bir insanım, she's a slut, ben değilim" demişti, kesinlikle çok doğru. Shane'in o rahatsız edici kendine güveni onda yok, çok utangaç ve hatta birisi "You're so hot" vs dediğinde kızarıp "You too" diye cevap veren bir insan. İnanılmaz sıcaktı herkese, biriyle konuşurken herkesin adını öğrenip nasıl olduğunu soruyordu falan. Hatta gözlerimin içine bakıp "Nasılsın, tshirtün ne güzel, adın Leni mi okunuyor Laney mi" dediğinde heyecandan bayılasım geldi sanırım. Leisha Hailey kesinlikle öyle değil. Kate'le konuşurken çok konuşkan ve eğlenceli olmasına rağmen normalde çok soğuk ve suskundu. Biri bir şey imzalamasını istediğinde falan doğru düzgün yüzüne bakmıyordu bile insanın. Alice'in o dışa dönük halinden çok uzaktı kısacası. Alice'e benzetirdim kendimi obsesif karakteri yüzünden, karar değiştirdim, tanımadığı insanlara çok soğuk olan ve yakın arkadaşlarına bambaşka davranan biri olarak Leisha'ya daha çok benziyorum.
Haftasonunun en ilginç olaylarından biri Kate ve Leisha'ya soru sorulurken sahneye çıkan bir kadındı. "Ben aslında The L Word sevmiyorum, buraya kız arkadaşım için geldim" diye lafa başladığında herkes saçma bir soru bekliyordu, ama "Siz olsanız nasıl evlenme teklif ederdiniz diye sormak istedim, çünkü kız arkadaşıma evlenme teklif etmek istiyorum" diye sordu kendisi. O sırada bütün salonda herkes sustu, "Wait, did you just propose?" oldu Kate. Sonra kadının sevgilisi ağlamaya başladı falan. Tanık olduğum ilk evlilik teklifi ve inanılmaz tatlı bir andı.
Gerçekte ne kadar utangaç, kibar ve overall nice biri olduğunu gördükten sonra KM takıntım milyonlarca kez güçlendi bu haftasonu.
Subscribe to:
Posts (Atom)