Saturday, 26 October 2013

less unkind

Salı akşamı Londra'ya yeni taşınan bir tanıdığımı zaman zaman gittiğim ama uzun süredir uğramamış olduğum bir mekana götürdüm. Gideceğimiz gün Facebook'ta o akşamın Malta gecesi olduğunu görüp "Ne alaka" tepkisi vermiş, sıkıntıdan öleceğimizi düşünmüştüm. O yüzden gecenin sonunda sahnede bu kadınla karşılaşmak tam bir sürpriz oldu:



Videonun kalitesi çok iyi değil, ama mükemmel bir şarkı - canlı dinlemek gerçekten tüylerimi diken diken eden bir deneyimdi. Salıdan beri nakarat bölümü kafamda dönüp duruyor.

Onun dışında Maltaca'nın Arapça kökenli bir dil olduğunu öğrenmiş oldum.

Monday, 21 October 2013

blue is the warmest colour

Cannes'da Palme d'Or aldığından beri Blue is the Warmest Colour ( La Vie d'Adèle – Chapitres 1 & 2) filmini daha önce benzeri görülmemiş bir heyecanla bekliyordum. Sonunda perşembe akşamı Londra Film Festivali kapsamında filmi izleme fırsatı buldum. Hem filmin bana hissettirdiklerini ancak sindirebildiğim için, hem de hakkını vermek istediğim için bu post'u ancak yazabiliyorum.

Hayır, vazgeçtim, filmin bende uyandırdığı hisleri hala tamamen anlamlandırabilmiş değilim, ama aklımdan geçenleri yazıya dökmeyi denemek istiyorum.

Yönetmen Abdellatif Kechiche olağanüstü bir şey yaratmış; ilk aşkın ne kadar muhteşem ve insana hayat veren bir şey olduğunu, ama bitişinin de bir o kadar harap edici olduğunu bize Adèle'in gözlerinden aktarmış. Filmin çoğunluğu boyunca karakterlerin yüzlerine yakın çekimde olan kamera sayesinde Adèle'in tüm hislerini (aşık olma anı, mutluluk, utanç, tutku, şefkat, korku, acı, hüzün, yalnızlık) kendi içimde hissettim. Kendi cinsel yönelimimle barışma sürecimi, o sürecin başlangıcında gülümseyişi filmdeki Emma'nın aynısı olan ilk kız arkadaşımla filmde olduğu gibi bir trafik ışığında tanıştığımız ve ilk görüşte aşık olduğum anı hatırladım. Adèle gibi kendimi bulma, yetişkinliğe adım atma çabası içinde yaptığım hatalarla o ilk aşkın içine edişim, aşık olduğum insanın bana tekmeyi basışı ve yine Adèle gibi gecenin bir yarısı sokaklarda salya sümük ağlaya ağlaya gezişlerim gözümün önüne geldi.

Üç saat inanılmaz hızlı geçti, film bittiğinde içimde uyanan melankoli hala gitmedi. Çok, çok etkilendim. Uzun zamandır bu kadar derin hissetmediğim özlemleri içimde uyandırdı bu film. İlk aşkımı, bana Emma'nın filmde Adèle'e baktığı gibi bakan birinin varlığını özledim. Tarif edemiyorum ama ben konuşurken havadan sudan bile konuşuyor olsam dünyanın en ilginç şeyinden bahsediyormuşum gibi şefkat dolu bir gülümsemeyle dinleyen birisinin varlığını özledim.

Bu filmin o kadar üstesinden gelemedim ki, festival boyunca daha sonra iki kez daha gittiğim Curzon Mayfair'de diğer filmlere konsantre olmak yerine Adèle'in hikayesini düşünüp nostaljiye kapılmak gibi garip davranışlar içine girdim. Sanki bir parçamı bu filmi izlediğim sırada oturduğum sinema koltuğunda bırakmışım gibi.

 

Sanırım bu filmin favori filmler listemde direk bir numaraya oturduğunu söylememe gerek yok.

nothing to worry about

UYARI: Bu çok fena "ranty" bir yazı olacak.

Geçen ay 1 yıla yakın süredir yapmakta olduğum iş için yakın zamanda müdürüm olarak işe başlayan adam tarafından ilan verildiğinden ve bunun kendimi değersiz hissettirdiğinden bahsetmiştim. O post'u yazmamdan sonra Silik Adam şeklinde isimlendirmeyi layık gördüğüm müdürüm tam bir empati yoksunluğu göstererek bana bahsi geçen iş ilanını web sitemizde, Facebook ve Twitter sayfalarımızda falan promote ettirdi. Benim hislerimi düşünerek nezakaten bunları kendinin yapmamasına, bana yaptırmasına ayrı sinirim bozuldu.

Sekiz günlük, enerjimi tamamen bitiren ve grip olarak döndüğüm Kopenhag ve Berlin iş gezisinden bir gün sonra ilana başvuranların mülakatları vardı. O gün yorgun ve hastaydım, kafamı bulandıran grip ilaçları alıyordum ve ben ofiste çalışmaya çalışırken mülakata gelen diğer insanları görüp her şey normalmiş gibi davranmak zorunda olmanın awkward'lığı vardı; dolayısıyla mülakatta bazı sorularda beynim durdu ve söylemek istediğim şeyleri söyleyemedim. "Olsun, nasıl olsa beni ve iyi iş yaptığımı biliyorlar, mülakatta söyleyememiş olsam da doğru cevapları bildiğimi biliyorlar" diye düşündüm. Bunlar olurken ilana başvuranlardan birinin mülakatının diğerlerinden iki gün sonra yapılacağını öğrendim. Hasta olduğumu ve daha yeni Londra'ya döndüğümü, hazırlanacak zamanımın olmadığını bilmesine rağmen Silik Adam'ın bana da iki gün sonra görüşmeye gelme şansı tanımamasına kızdım.

Pazartesi günü işe gittim, mülakata çağrılan son kişiyle görüşüldü. Yarım saat sonra Silik Adam beni çağırarak damdan düşer gibi, suratında salak bir sırıtışla "Başkasını işe almaya karar verdik ama yarın sana geri bildirim vermeye hazırız" dedi. Onun bu empati yoksunu ve duygusuz tavrı işe alındığından beri kendisiyle aramda oluşan negatif enerjinin son noktası oldu ve kontratımın sonuna kadar kalmak istemediğimi, o hafta işi bırakmak istediğimi söyledim.

Benim kontratımdan erken çıkmak gibi alışılmadık bir istekte bulunmam sonucu İnsan Kaynakları işin içine girdi. İK'dan sorumlu kadın beni toplantıya çağırdı ve neden böyle bir şey istediğimi sordu. Silik Adam'ın bana böyle bir haberi damdan düşer bir şekilde verdiğini ve büyük kısmını tuvalette ağlaya ağlaya geçirdiğim o gün boyunca bir kez olsun "İyi misin" diye sormadığını, o bir metre ötemde otururken hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam etmemin imkansız hale geldiğini söyledim. Silik Adam'la karakter uyumsuzluğu yaşadığımı, beyin ve inisiyatif gerektiren bütün işlerimi elimden alarak kendisinin üstlendiğini, iki aydır bana "ayak işi" tabir edebileceğimiz saçma sapan işleri yaptırdığını anlattım. Kendimi kanıtlayabileceğim işlerin hepsini benden almasaydı mülakatta takılıp kalmam o kadar önemli olmazdı diye düşünüyorum ve bana sadece web sitesini ve sosyal medya hesaplarımızı update etme, newsletter gönderme gibi kısmen önemsiz işleri layık gören bir adamın beni "müdür" başlıklı bir role alacak kadar ciddiye almamış olmasına şaşırmıyorum. O yüzden bu recruitment muhabbetinin objektif bir şekilde yapıldığına inanmıyorum (özellikle diğer başvuranların özgeçmişlerini gördükten sonra). Belki de bana yapmamı söylediği şeylerin bazılarını "Hayır, bence bu öyle değil böyle olmalı" diyerek yapmadığım, her dediğini kendi fikirleri olmayan bir subordinate gibi uygulamadığım için Silik Adam'ın beni o rolde en başından beri istemediğini düşünüyorum.

Ben bunlardan bahsedince olay daha yukarı taşındı, bu hafta CEO ile görüşerek bunların hepsini teker teker anlatacağım. Silik Adam'a da nasıl yönetici olunacağı ve insanlarla nasıl iletişim kuracağı konusunda eğitim verilecek. Kontratımın kalan iki haftasını evden çalışarak tamamlayacağım.

Tüm bu olanlara birkaç gün çok sinirim bozulmuştu, ama artık üzgün değilim, haksızlığa uğramış olmaya biraz sinirliyim sadece. Başka insanların yetersizliklerinin benim suçum olmadığını, bunlara üzülmemem gerektiğini sonunda anladım. Ama benim neslim asgari ücretin az üstü işleri kapmak için birbirini tepelerken böyle benim kadar eğitimli bile olmayan saçma sapan tiplerin sadece doğru zamanda doğdukları için iş hayatında bir yerlere gelebilmiş olmasını hazmedemiyorum. Gerçekten, "iletişimci" olduğu halde insanlarla nasıl iletişim kurması gerektiğine dair en ufak bir fikri olmayan, teknoloji özürlü dede yaşında biri olmasına rağmen bana sosyal medya kullanımı konusunda tavsiye vermeye kalkan, bilgisayarda nasıl arama yapacağını bile bilmeyen ve her şeyde benden yardım isteyen birinin beni işimden etmiş olması bunun saçmalığının en büyük göstergesi.

Böyle zavallı karakterlerle bir daha karşılaşmak zorunda olmasam keşke, ama biliyorum hayatta bolca varlar.