Saturday, 30 November 2013

sort de ma vie

Bugün Blue is the Warmest Colour'u üçüncü kez izledim. İşim gücüm olmasa haftaiçi gidip bir daha izleyeceğim, obsesifliğim görülmemiş noktalara ulaştı. Her anı ezberlemek, her sahnenin içine girmek, Adele'in aklından geçen her şeyi içimde hissetmek istiyorum.

Aklımda filmde Adele'in Emma'yı ilk kez gördüğü sahnede ve kapanış sahnesinde duyulan, adının hang drum olduğunu öğrendiğim enstrümanın o hüzünlü melodisi dönüp duruyor.

Bu film beni neden bu kadar fena salladı diye düşündüm bugün, ve şu anda filmin sonunda Adele'in olduğu yerin biraz ilerisinde olduğunu fark ettim karakter gelişimi olarak. Erkeklerle ruhuma hiçbir zaman dokunamayan ilişkiler sonrası "Hayatımda büyük bir boşluk var, ama eksik olan ne bilmiyorum" diye düşünmeye başladığım zamanlar hayatıma giren bir kızla inişi de çıkışı de aşırı olan bir ilişkiye bodoslama dalma; o yaşta o kadar yoğun duyguları kaldıramayan ruhumun kısa devre yapması ve bunun sonucunda o ilişkinin sonuçlanmadan bitmesi; yıllar ve bir sürü sevgili sonra ben hala o insanı her düşündüğümde içim bir fena olurken onun başkalarıyla gayet mutlu bir şekilde hayatını devam ettiriyor olmasını görmek ve bunu sinir bozucu da olsa kabullenmek gibi Adele'in filmde yaşadığı tüm evrelerden geçtim.

Adele'in bu kadar zor kendine gelmesinin (hatta pek de gelememesinin) sebebi Emma'nın kendisi miydi, yoksa "ilk" oluşu muydu bilmiyorum. Aynı şekilde ben de bu bahsettiğim insana mı, onun "ilk" oluşunun sembolizmine mi, yoksa "nostaljik" olanın her zaman daha kıymetli oluşuna mı takıldım, bilemiyorum. Ondan sonra bana daha yoğun şeyler hissettiren sevgililer oldu, ama ilklere her zaman daha bir nostaljik gözlüklerle bakılıyor galiba.

Wednesday, 27 November 2013

i follow you, deep sea baby

Geçen hafta gösterime giren Blue is the Warmest Colour'ı Pazar günü yeniden izledim. Hem bu kez çizgi romanı okumuş olmanın etkisiyle, hem de ikinci kez izleyince fark ettiğim bir sürü minik detayla film beni ilkinden de fazla vurdu. Chapter 2 kısmını gözyaşlarımı zor tutarak izledikten sonra sinema çıkışı eve gitmeye hazır hissedemedim kendimi. Birlikte gittiğim arkadaşıma "Ben bu halde tek başıma eve gidersem fena olacağım" deme ihtiyacı duydum, buz gibi havaya rağmen kısmen kendimize gelene kadar sinemanın önünde oturduk.

Bu haftasonu yine sinemaya giderek filmi üçüncü kez izlemek istiyorum, ama yalnız izleyip sonra yine evimin yalnızlığına dönecek gücü (özellikle de hava 3.45 gibi kararırken) bulabileceğime emin değilim. Bu film hem bana, hem de çevremdeki insanlara o kadar dokundu ki, Londra Film Festivali'nde 1,5 ay kadar önce ilk izleyişimizden beri manyaklar gibi aralıksız bir biçimde "Şu dergideki şu yazıyı gördün mü, bilmem kimin film analizini okudun mu" muhabbeti yapar olduk. Adele o kadar içime işledi ki, bazen gün içinde kendimi onu düşünürken, iyi olup olmadığını merak ederken buluyorum. Sabahları işe yürürken kafamda "I Follow Rivers" çalıyor, Adele'in her şey boka sarmadan önce doğum gününde dertsiz, tasasız bir şekilde dans ettiği sahneyi hatırlıyorum.

Keşke "gerçek hayat" diye bir şey olmasa, bu filmi hayatım boyunca sabah akşam izleyebilsem.

Tuesday, 26 November 2013

rolleyes

İngiltere'de yaşayan Türk ve gay kız arkadaşlarımla aramızda haftada bir falan mutlaka *rolleyes* efekti eşliğinde "Türkiye lezbiyenleri işte kızım, naparsın" şeklinde bir muhabbet geçiyor. Gerçekten Türkiye lezbiyenlerinin çok büyük kısmı bir acayip, ya da bu acayiplik belki hetero kadınlarda da var, bilemiyorum. Ama Türkiye gay ortamlarına altı yıl önce adımımı attığımdan beri dikkat ettim ki kadınların çoğunda inanılmaz bir (bu ifadeyi kullanmak istemezdim ama) "kezbanlık" var. Tanıştıktan 10 dakika sonra "Başka hiçbir kadınla konuşma, hayatında sadece ben olmalıyım" türü maço tavırlar içine gireni mi ararsın, ilk görüşte "hayatımın aşkığğğğ" diye yapışanı mı ararsın, kavga dövüş ilişkilere "aşk" diyen gurursuzları mı ararsın, ayda bir Facebook'ta sevgilisinin soyadını alanı mı ararsın, her türlü sorunlu insan var. Ve maalesef bunlar Türkiye lezbiyen ortamının çoğunluğunu oluşturuyor.

İnsanlar neden doğru düzgün tanımadıkları kadınlara bu kadar bağlanıyor ve neden bu kadar sahipleniciler, emin değilim. Belki ülkede potansiyel sevgili sayısı sınırlı olduğundan her ellerine geçirdiklerine yapışıyorlar. Belki öyle büyük bir aşık olma isteği hissediyorlar ki, kendilerini ancak böyle abartılı davranışlarda bulunarak kandırabiliyor ve "aşık olduklarına" inandırabiliyorlar. Belki sadece özgüvensizlik, kendini değersiz görme. Ya da belki kültürel bir şey - birine bağlanma aşamasına gelene kadar birden fazla insanla görüşme ("dating") işi Türk kültüründe pek yer bulan bir şey değil, daha dereyi görmeden paçayı sıvıyor ve sonra da can havliyle kendini suya atıyor herkes.

Ben de zamanında böyle miydim diye düşünüyorum da, ergenliğim bitti biteli bu tür mağara kadını tavırlarda olduğumu hatırlamıyorum. Nedir bu aşırı sahipleniciliğin, aceleciliğin sebebi? Bu duruma getirebileceği bir açıklaması olan varsa lütfen paylaşsın.