Saturday, 4 June 2011

the fear that we're useless, that no one cares what we have to say



"The Nazis were obviously wrong to hate the Jews. But their hating the Jews was not without a cause… But the cause wasnʼt real. The cause was imagined. The cause was FEAR.

Letʼs leave the Jews out of this for a moment and think of another minority. One that can go unnoticed if it needs to.

There are all sorts of minorities, blondes for example, but a minority is only thought of as one when it constitutes some kind of threat to the majority. A real threat or an imagined one. And therein lies the FEAR. And, if the minority is somehow invisible……the fear is even greater. And this FEAR is the reason the minority is persecuted. So, there always is a cause. And the cause is FEAR. Minorities are just people. People……like us.

Fear, after all, is our real enemy. Fear is taking over our world. Fear is being used as a tool of manipulation in our society. Itʼs how politicians peddle policy and how Madison Avenue sells us things that we donʼt need. Think about it. The fear of being attacked. The fear that there are communists lurking around every corner, fear that some little Caribbean country that doesnʼt believe in our way of life poses a threat to us. Fear that black culture may take over the world. Fear of Elvis Presleyʼs hips. Well, actually, maybe that one is a real fear. Fear that our bad breath might ruin our friendships… fear of growing old and being alone. The fear that we're useless that no one cares what we have to say."

Bu filmi hala izlemediyseniz çok şey kaçırıyorsunuz.

Friday, 3 June 2011

i want something good to die for, to make it beautiful to live

Sinir olduğum birkaç şeyden bahsedesim var.

1- Gülümsemeyen insanlara sinir oluyorum. Özellikle insanlarla iletişim içinde olmalarını gerektiren pozisyonlarda çalışanların güleryüzlü olmasını beklemem çok mu garip? Sonuçta maaş alıyor olmalarının nedenlerinden biri bu, bana göre. Mesela geçen hafta Barcelona'ya giderken havaalanında muhatap olduğum bütün görevlilerin fena halde asık suratlı olması sinirime dokundu. Bugün de kütüphanede konuştuğum görevlinin yüzünden düşen bin parçaydı. Her iki durumda da görevlilere (ilk durumda saatin sabahın 6'sı olmasına rağmen) gülümseyerek "Merhaba" diyerek konuşmaya başladım, bir geri "Merhaba" bile demedi hiç biri. Ne öküz insanlar var hakikaten. Bugün de Yemekteyiz izliyordum internetten (evet, Londra'da oturup Yemekteyiz izliyorum sıkıntıdan), kadının teki vardı, bir kez olsun gülümsemedi saatlerce, ters ters bakıp oturdu. Böyle insanlara sinir oluyorum. Ölecek misiniz azıcık medeni davransanız insanlara?

2- Ergen olmadığı halde internette doğru düzgün yazamayan ya da yazmayanlara sinir oluyorum. Buna ünlem işaretlerini abartanlar ("Selam!!!!!!!!!!!!!!!!!!"), harfleri abartanlar ("Selammmmmmmmm"), büyük-küçük harf karışımı kullananlar ("SeLaM") ve sürekli olarak SMS dili konuşanlar ("Slm") dahil. Çok itici buluyorum cidden.

Daha itici bulduğum tek insan tipi de, ki, mi'leri falan bitişik yazanlar (ya da de'leri ve ki'leri ayrı olmaması gerektiği halde ayıranlar). İnsan bu yaşa gelip ana dilinin yazım kurallarını bilmez mi ya?

3- Daha önce de bahsetmiştim bundan: Son derece gay olduğu halde bunu gizlemek için karşı cins muhabbeti yapan insanlar herhalde dünyada en az saygı duyduğum (=hiç duymadığım) insan modelleri arasında üst sıralarda yer alıyorlar. Sık sık Facebook durumuma koca koca LİSTEMİN GİZLİ EŞCİNSELLERİ BUNLAR yazıp o insanları tag'leme isteği duyuyorum bu aralar. Başkasının ikiyüzlülüğünün beni ilgilendirmediğini düşünmüyor olsam ciddi ciddi yapacağım bunu. Öyle biri olmadığımdan yapmıyorum. Ama bu yine de içimdeki ağzımı bozma isteğinin bambaşka olmasını engellemiyor.

Bugün otobüste okula giderken (buraya yazdığım her şey otobüste aklıma geliyor neredeyse) geçen gün karşıma çıkan "Bir insanda aradığın özellikler nedir?" sorusunu düşündüm. İdeal insanımda olmasını istediğim bir sürü özellik var kafamda, ama birlikte olacağım birinde "Mutlaka olması gerek" dediğim ve çok istisnai durumlar dışında olmaması halinde o işin yatacağı çok az şey var.

Aklıma gelenler:

- Yeni şeyleri deneme isteği/açık zihinlilik: Geçen hafta gittiğim Barcelona gezisinde birlikte yemeğe çıktığımız babamla çalışan ama arkadaş olmayan bir grup insan vardı. Sofraya ayıklanmamış karidesli ve kerevitli paella, salyangoz ve domuz pastırması geldi. Bu bahsettiğim insanlar "Iyy" tepkisi verip hiç birini yemediler. Hiç hoşlanmadığım davranış biçimi. Böyle insan istemiyorum. Daha önce yemediği ve alıştığından farklı olan tatları denemekten korkmayan birini istiyorum. Vejetaryen değilse domuz eti yiyen birini istiyorum. Aynı açık zihinliliği her konuda bekliyorum. Mesela seksten bahsedemeyen, bahsedecekse de sesini alçaltan, cinsel açıdan "Bunu asla yapmam" dediği şeyler bulunan birini istemiyorum. Müzikal olarak da "Asla bu tür şeyleri dinlemem" diyen birini istemiyorum. Her şeyi bir kere denemeye açık insanlardan etkileniyorum.

- Spontane davranabilmek: Ani kararlar verebilen birini istiyorum. Hem karakter olarak, hem maddi olarak, hem de iş-güç açısından "Hadi haftaya tatile gidelim" dediğimde "Tamam" diyebilecek birini istiyorum. "Hadi bu akşam şunu yapalım/bugün buraya gidelim" dediğimde "Tamam giyineyim çıkalım" diyen birini istiyorum.

- Gezip tozmaktan en az benim kadar zevk alan birini istiyorum. Yeni bir şehire gittiğimde %100 turist edasıyla yediğim yemeğe kadar her şeyin fotoğrafını çektiğimde beni tanımıyormuş gibi davranmak isteyen birini istemiyorum. Maceracı ruhlu, keşfetmeyi seven birini istiyorum.


- Yüzeysellik/snobluk olarak algılanmasın ama maddi açıdan benimle aynı seviyede olan birini istiyorum. Öyle olmayınca ilişkide sorunlar ortaya çıkıyor, deneyimlerime göre maddi açıdan zorda olan taraf diğerine çemkirebiliyor. Ayrıca birlikte olduğum insanın benim yapmak istediğim şeyleri yapacak parası olmayınca ben de istediğim şeyleri yapamıyorum. Mesela en son eski sevgilime ne zaman "Önceden biletimizi alıp ucuza getirsek, Paris'e gitsek süper olmaz mı" türü bir şey desem "Param yok" cevabı alıyordum. Tek başıma gidiyor ve bütün zamanı yanımda olmasını isteyerek geçiriyordum. Ne kadar seversem seveyim arkadaş/sevgili vs ilişkilerine para karıştırmaktan hoşlanmayan biriyim, "Olsun, ben öderim" demem büyük şeyler için, başkası da benim yerime ödesin istemem. O yüzden maddi olarak aynı yerde buluştuğum birini istiyorum.

- Duygularını açık açık söyleyen birini istiyorum. Ben hissettiğim her şeyden açıkça bahseden biriyim, düşünce ve duygularını içine atan ve benim hislerime anlayış gösteremeyen, benimle empati kuramayan (kaba deyişle "odun" olan) insanlarla anlaşamıyorum. Kavga ederken susmak ya da çekip gitmek yerine gerekirse ağlayan, bağıran çağıran, ama duygularını dışa vuran ve ben vurduğumda da neden öyle hissettiğime akıl erdiremiyor olsa ve öyle hissetmemi saçma buluyor olsa bile yaptığının beni üzdüğünü/sinirlendirdiğini/kırdığını kabul edip özür dilemesini bilecek birini istiyorum.

- Dozunda kıskanç olan birini istiyorum. Dozunda derken ne demek istiyorum? Bana nerede ve kiminle olduğumun hesabını soracak birine kesinlikle tahammül etmem; "Eski sevgilinle/şu arkadaşınla görüşmeni istemiyorum" türü şeylerden hiç hoşlanmam. Ama "Gece dışarı çıkıyorum" dediğimde nerede olduğumu merak etmeyen, ne yaptığımla en ufak bir şekilde ilgilenmeyen birini de istemiyorum. Kısacası hesap sormayan ama ne yaptığımla ilgilenen, beni kontrol etmeye çalışmayan birini istiyorum.

Şimdilik aklıma gelen olmazsa olmazlar bunlar.

Thursday, 2 June 2011

ingénue


Biraz önce Royal Festival Hall'daki k.d. lang konserinden geldim. İnanılmazdı. Söyleyecek-kelime-bulamıyorum tarzı bir inanılmaz. Lang'in en popüler ve en sevdiğim şarkısı olan Constant Craving'in bir videosunu paylaştım aşağıda. Muhtemelen duymuşsunuzdur bir yerlerde, 90'ların hit şarkılarındandı.

Craving kelimesini seviyorum. "Şiddetli arzu, hasret" imiş tam olarak Türkçesi. Kelime anlamıyla içim acıyana kadar, midem bulanana kadar özlemek anlamına geliyor benim için. Bu kadar şiddetle özlediğim tek insanı hatırlatır o yüzden bana hep bu şarkı.


Bu video 90'lardan kalma, lang'in sesi o zamandan bu yana fena halde güçlenmiş. Öyle ki, Hallelujah söylerken salona ölüm sessizliği hakimdi, şarkı bittikten sonra konserin ortası olmasına rağmen bütün salon ayağa fırlayıp dakikalarca durmadan alkışladı lang'i. Tarif edemediğim bir andı, o kadar büyüleyiciydi ki sesi, tüylerim diken diken oldu bir çok kez. Öyle acayip bir ruh haline soktu ki beni o ses, ne desem bilemiyorum şu anda.




Böyle düşünen tek ben değilmişim ki videoyu upload eden kadın şarkının sonunda "Jesus" diyor oha edasıyla.

Tuesday, 31 May 2011

jesus h. christ on a bike

MSN'de biriyle konuşuyorum, bana ne okuduğumu soruyor, olaylar gelişiyor:



Açıklıyorum bölümü feminist teori/queer teori/cinsiyet ve cinsellik teorileriyle ilgileniyoruz diye, bu sefer "Hıı, tıp gibi bişey mi yani?" diyor bana. Hey yarabbim diyorum içimden. Bölümümü söylediğimde Türkiye'deki çoğu insan "O ne?" tepkisi veriyor, ama insan bir Google'a yazıp aratır değil mi? Üstüne üstlük açıklıyorum, hala tıp falan diyor bana.

Cehaletini gurur duyulası bir şey olarak görüp ondan kurtulmak adına hiç bir çabası olmayan insanlara hiç tahammülüm yok, *hiç*. Anında block.

nobody knows it, but you've got a secret smile, and you use it only for me

Sitenin birinde secretsmile nickli birini görünce "Secret Smile diye bir şarkı vardı" diye düşündüm bir an. Ve ben ne çok severdim o şarkıyı.

16 yaşındayım, yıl 2005, lise 2'nin 2. döneminde ayda bir falan İstanbul'a geliyorum Aslı'yı görmek için. Birlikte öğleden sonra 4 gibi Taksim'e gidiyoruz, önce Yeşilçam Sokak'ta Blaze diye bir yer vardı o zamanlar, orada birkaç 70'lik içiyoruz, her gidişimizde mutlaka Secret Smile çalıyor. Sonra Arka Sokak'a geçiyoruz, biraz daha içiyoruz, ondan sonra Joker'e uğruyor ve 10 gibi eve dönüyoruz. O zamanlar bir konsere vs gitmediğim sıradan bir günde 10'da eve dönmek benim için olağan bir şey değil, o saatte dönmeme annem dır dır ediyor genelde lise sona gelene kadar. O yüzden geç dönebildiğim için seviniyorum her İstanbul'a gittiğimde ve Aslılar'da kaldığımda. 3-4 gün inanılmaz eğleniyorum, bir dakikam boş geçmiyor, İzmir'deyken sürekli bahsini duyup gitmeye özendiğim mekanlara gidiyoruz her akşam. Sonra İzmir'e dönüyor, bir sonraki İstanbul'a gidişimi bekliyorum heyecanla. Dönem bitiyor, ben yine İstanbul'a Aslılar'a gidiyorum, dönüşte Aslı'yı da İzmir'e götürüyorum. Havaalanından eve gidip bavullarımızı bırakıyor, Alsancak'a iniyoruz. Önceki hafta falan tesadüf eseri Rockistanbul'da Oğuz'la tanışmış olan Aslı Oğuz'u görmek istiyor. Oğuz'la buluşuyoruz. Oğuz'la iyi arkadaş olma ve ottan sebeplerden kavga edip aylarca konuşmama arasında gidip gelen bir döngü içindeyiz o zamanlar. Aslı ilk geceyi Oğuz'un evinde geçirmeye karar veriyor. Sinir oluyorum, ikisini de kıskanıyor ve diğeriyle paylaşmak istemiyorum. Özellikle Aslı'yı. Aslı Oğuz'la zaman geçirmeye devam ettikçe iyice sinirlerim bozuluyor, en sonunda Aslı'ya patlayıp gelip çantalarını almasını ve Oğuz'da kalmasını söylüyorum. Oğuz'la birlikte çantaları almaya geliyorlar, gidiyorlar. O yaz birkaç kez Aslı aramızı düzeltmeye çalışıyor, ama ben unutmaya hazır değilim. Bütün arkadaşlarını deliler gibi kıskanıyorum. Bir süre sonra pişman oluyor ve özür diliyorum, ama bu sefer o unutmaya hazır değil. Ben üzüntüden deliriyorum. Sürekli Aslı'dan bahsetmek istiyor, sürekli ağlamak istiyor, sürekli onun hayatıma geri gelmesini istiyorum. O zamanki erkek arkadaşım "Yeter artık" diyor sonunda, "kaç ay geçti hala kızın arkasından ağlıyorsun, biz ayrılsak bu kadar üzülmezsin". Evet, üzülmem bu kadar, diye geçiriyorum içimden. Ama nedenini bilmiyorum. 1 yıldan uzun bir süre aklıma Aslı geldiğinde içimi çok ağır bir hüzün kaplıyor, A Letter to Elise dinleyip ağlıyorum. Sonraki 5 yıl boyunca Aslı'yla arada karşılaşıyor, selamlaşıyoruz, ama bir daha hiç bir şey eskisi gibi olmuyor. Yıllar sonra o yaza geri dönüp baktığımda o aşırı sahiplenme isteğimin, aşırı kıskançlığımın, ve hayatında benden başka kimseyi istemeyişimin, ona sarılarak uyurken içimi bir mutluluk kaplamasının platonik aşk belirtileri olduğunu görüyorum. O zamanlar bunun farkında bile değildim gerçekten.


constant craving has always been



Perşembe günü k.d. lang konserine gidiyorum. Lang'in 1993 yılına ait Cindy Crawford'lı bu fotoğraflarını görünce içimi fena bir hüzün duygusu kaplıyor. Hem kafamda Constant Craving çalmaya başlayıp içimi bir eski-sevgiliyi-özleme hissiyle doldurduğundan, hem de lang'in zamanla ne kadar değiştiğini fark edip aynı değişimi kendimde de görebilmekten kaynaklanan bir nostalji melankolisinden kaynaklanıyor sanırım. Mutlu zamanlara ait fotoğraflara bakıp o anların geri gelmeyeceğini bilmek kadar iç acıtıcı çok az şey var.

Monday, 30 May 2011

balenciaga bakımı

Leatherstuff.com'dan neredeyse 2 ay önce sipariş verdiğim Apple deri bakım ürünleri sonunda Cumartesi gecesi elime geçti. Uluslararası shipping ücreti 60 dolar olduğundan, bir de üstüne İngiltere'ye girişte gümrük vergisi alacaklarından aldığım şeyleri New Yorklu ev arkadaşımın ailesinin evine yollatmıştım. Ailesi 3 hafta sonra Londra'ya gelirken getirecekti aldıklarımı, ama sorumsuz ev arkadaşım annesine evlerine paket yollattığımı söylemeyi unuttuğundan paket erkek kardeşi tarafından teslim alınıp evin bir köşesinde unutulmuş. Ev arkadaşım haftalarca daha da fena bir sorumsuzluk örneği göstererek annesine pakedin akibetini sormayı unuttuğundan pakedin bulunup Londra'ya yollanması, postaneden gidip alınması falan ancak bu hafta olabildi. Neyse, sonunda elime ulaştığına sevindim. Balenciaga çantalar inanılmaz ince ve hassas distressed bir deriden yapıldığından çok fena leke tutuyor. Özellikle açık renk olanlar. Birkaç ay önce aldığım benzer bir deriden yapılma pembe Marc by Marc Jacobs çantamın arka tarafı kotuma değmesin diye özellikle uzun ceket giymeme rağmen otobüste kucağıma koyduğum yarım saat içinde kot lekesi olduğundan beri çantalarımı dışarı çıkarmaya korkuyorum. Koyu renk olanları rahatlıkla kullanıyorum, ama mesela açık renk Balenciaga çantamı sahip olduğum 1 yıl içinde sadece 2 kere alışveriş merkezine giderken kullandım. Alkol alacağım bir ortama götürmeyi düşünemiyordum bile. Bir dünya para verdiğim çantaların dolapta bir köşede durmasına sinir olduğumdan bu deri bakım ürünlerini ısmarladım.




Bu post'ta bahsedeceğim her şeyi daha ayrıntılı olarak The Purse Forum'da bulabilirsiniz. Ama yüzlerce sayfa post okumaya üşenenler için özet geçiyorum.

En soldaki ürün Apple Leather Cleaner adından da anlaşılacağı üzere çanta derisini temizlemek için kullanılıyor. En fena lekelerde bile etkiliymiş, ama kullananlar çantanın derisini çok yıprattığı ve derinin renk atmasına neden olduğu için aşırı zor durumda değilseniz tavsiye etmiyorlar. Bundan almadım, ve çantamın derisinin içine etmek istemediğim için kullanmayı düşünmem. Lekeler için Coach'un deri temizleyicisini tavsiye ediyor çoğu insan, etkiliymiş ama deriyi yıpratmıyormuş.

Ortadaki Apple Leather Care'i Balenciaga kullanan çoğu insan tavsiye ediyor (Louis Vuitton gibi vachetta derisi olan çantalarda tavsiye edilmiyor, derinin rengini koyulaştırabiliyormuş). Çantayı nemlendiriyor, ve deride çatlaklar oluşmasını engelliyor, deriyi yumuşacık yapıyor. Ayrıca hafif lekeleri çıkardığını da yazmış bir sürü insan, ama denediğim açık renk çantadaki lekeleri çıkarmadı. Bazı insanlar çantanın saplarının rengini koyulaştırabildiğinden bahsetmişler, o yüzden saplarda kullanmadım. Bir de derinin renginde görünür bir farka yol açmasa da sürerken kullandıkları beze biraz boya çıktığını söylüyor bazı insanlar. Hem açık, hem de koyu renk iki çantada denedim, böyle bir şey başıma gelmedi.

En sağdaki sprey Apple Leather Garde. Çantanızı yağmura ve lekelere karşı koruyor. Lekelenecek diye çantalarını dışarı çıkarmaya korkan bünyeme süper geldi bu sprey. Kesinlikle tavsiye ederim, deriyi çok güzel koruyor ve parlatıyor. Ayrıca Balenciaga çantalarda çantayı sapından tutarsanız elinizdeki doğal yağların sapı karartması gibi bir olay var (o yüzden insanlar çantayı dirseklerinin içine takıyor ya da eldiven kullanıyor). Saplar bildiğiniz simsiyah olana kadar kararabiliyor, ve profesyonel olarak temizletmeden o kara saplardan kurtulmak mümkün değil. Profesyonel temizleme için çantanızı Amerika'ya (ya da bazı Avrupa ülkelerine) yolluyorsunuz, gidiş dönüş gönderi dahil olmadan 150-200 dolar para ödüyorsunuz, bir de üstüne haftalarca çantanızdan ayrı kalıp postada kaybolma riskini göze alıyorsunuz. Hiç değmez, mutlaka çantayı aldığınız gibi Apple Garde kullanın derim.

Çantaların Apple Leather Care ve Garde kullanmadan önceki halleri:




İşe ilk olarak Leather Care ile başladım. Açık renk çantamın nemlendirilmeye ihtiyacı yoktu aslında, ama yine de ikisini de nemlendirdim. Kremi beyaz bir havluya sıkıp yavaş yavaş deriye yedirdim. Saplara hiç dokunmadım. Kremi abartmadan kullandım, ama daha çok kullanırsanız kuruduktan sonra fazlasını silmeniz gerekiyor temiz bir bezle. Apple Garde sıkmadan önce çantaları birkaç saat kurumaya bıraktım.


Daha sonra çantalara Apple Garde sprey sıktım. Spreyi mümkünse açık havada ya da camları kapıları açarak sıkmanızı öneririm gazları solumamak için. Ayrıca 20-25 cm uzaktan sıkmanız gerekiyor, yoksa deride minik benekler olabiliyormuş. Abartmadan, her yerin sadece bir kez üzerinden hızlıca geçerek sıkın. Kurumaya bırakın, en az 1 saat falan bekleyin, 2. katı sıkın, bir saat daha bekleyip sadece saplara 3. katı sıkın. Gece kurumaya bırakın.

Bakımını yaptıktan sonra çantalarım süper oldu kesinlikle. Deri biraz daha koyu renk görünüyordu ilk başta, ama kuruyunca normal rengine döndü. Çok parlak ve yumuşak görünüyor şu anda. Ayrıca nemlendiriciyi sürünce ilk başta deri çatlak çatlak görünebiliyor, korkmayın.













Bu işlemi 3-4 ayda bir tekrar etmeyi planlıyorum.

Bu arada, ben bu spreyi nasıl Türkiye'ye götüreceğimi merak ediyorum. 100ml'yi geçtiği için kabine alamıyorum, bagaja vermek sorundayım. Aerosol bagaja verilince patlamaz değil mi?

Sunday, 29 May 2011

i give in to sin, because i like to practise what i preach

Dün gece Barcelona'dan Londra'ya döndüm. Daha önce hiç İspanya'ya gitmemiştim, ve en azından Katalonya için konuşacak olursam hiç beklediğim gibi bir yer değildi (bunu iyi anlamda söylüyorum). Barcelona'da geçirdiğim 4 gün boyunca eğlendiğim kadar yıllardır hiç bir tatilde eğlenmemiştim. Her dakika öylesine dolu, öylesine güzel geçti ki, hayatımda ilk kez daha önce hiç gitmediğim ve duygusal bir bağım olmayan bir yerden dönerken kalkışta uçağın penceresinden son kez dışarı baktığımda gözlerim doldu.

İlk gün sabahın köründe evden çıktıktan ve havaalanında 100ml'yi geçen bir sıvı olduğu gerekçesiyle güzelim saç kremim çöpe atıldıktan sonra Barcelona'ya 1-1.5 saat uzaklıktaki Girona'ya ulaştım (biletimi son anda aldığımdan direk Barcelona'ya uçsam çok pahalıya geliyordu). Cebimde bir cent bile euro yoktu, havaalanına inince oradan çekerim diye düşünmüştüm, ama herkes öyle düşünmüş olacak ki sadece 2 ATM'si olan havaalanında önümde 50 kişilik hiç ilerlemeyen bir sıra vardı. 1 saat 15 dakika ATM sırası bekledim, sonunda paramı çekip Barcelona otobüslerinin kalktığı yere gittiğimde önümde yine bir o kadar insan vardı (muhtemelen Primavera Sound için İngiltere'den gelen festival gençliğiydi hepsi, hipster bıyıklı ve loaferlı genç sayısına bakılırsa). 1 saat de orada bekledikten sonra ayaklarım öyle fena acılar içindeydi ki, utanarak söylüyorum ki sıranın önlerine kaynayıp otobüse bindim, otobüs giderken önümdeki insanların çoğu yer kalmadığından 1 saat sonraki otobüsü bekliyordu.

Sonunda Barcelona'ya vardığımda otelde babamla buluşup üstümü değiştirdikten sonra birlikte tekne turuna çıktık. Teknede güneşin altında fena halde amele yanığı olduktan sonra biraz dolanıp süper bir pazara rastladık. Milyon çeşit meyve ve meyve suyu inanılmaz ucuz fiyatlara satılıyordu, hemen arkalarında da envai çeşit deniz ürünü bedava denebilecek fiyatlarda. Yakınlarda yaşamak, her gün o pazardan alışveriş yapabilmek istedim.

Akşam şehir dışında gruplar için özel hizmet veren bir restauranta dönüştürülmüş bir malikaneye gittik. Bir sürü tapas eşliğinde süper şaraplar içtik. Otel dönüşünde herkes içmeye ya da kumar oynamaya gitti, ben zamanından önce yaşlanmış bir insan olarak otele kitap okuyup uyumaya gittim.

Ertesi gün Barcelona'ya 40 dakika uzaklıktaki sahil kasabası Sitges'e gittik. Deniz kıyısında tapas ve sangria keyfi yaptıktan sonra plaja indik. Deniz mükemmeldi, bembeyaz kumlarıyla plaj da öyleydi. 2 saat falan güneşin altında yatıp her tarafımız acılar içinde kaldıktan sonra biraz denize girip Barcelona'ya döndük. Akşam yine bir sürü tapas ve paella için bir deniz ürünleri restaurantına gittik. Oradan sonra yine insanlar gece dışarı çıktı, ben otele döndüm.

Cuma günü Park Güell, La Sagrada Familia gibi şehrin görülesi turistik yerlerini gezdik. Biraz daha amele yanığı olduk. Akşam da önce bir flamenco gösterisi eşliğinde yemek yedik, daha sonra da menüsündeki bir sürü Belçika birasıyla beni mutlu eden bir barda bir şeyler içtik. Sonra yine herkes çılgın atmaya gitti, ben otele döndüm. 21 yaşında süper eğlenceli bir insan grubuyla Barcelona gibi bir şehirde taksiyle gidip geleceği ve 5 kuruş ödemeden bütün gece istediğini içebileceği bir mekana gitme teklifine 3 gece arka arkaya hayır demiş olmak beni endişelendiriyor. Yaşlanmış hissediyorum kendimi.

Cumartesi son günümüzdü, sabah günü sangria + şarap + deniz ürünleriyle açtık. Öğleden sonra babamlar İstanbul uçağına, ben ise Londra uçağına doğru yola çıktığımızda herkes gayet çakırkeyifti. Akşam 11 gibi eve geldim, gelirken yolda metroda akşamki Barcelona-Manchester United maçını izlemeye çıkmış bir sürü insana denk geldim, gülümsedim (bu haftasonu aslında bir konferans için Manchester'da olacaktım, ama babam arayıp "Barcelona'ya gelsene" deyince vazgeçip Barcelona'yı tercih ettim).

Dediğim gibi, *inanılmaz* eğlendim bu hafta. Bunda hem Londra'nın depresif havasından Barcelona gibi güneş/deniz havasına gitmenin, hem de babamla ve onun çok çılgın arkadaş grubuyla olduğumdan hiç yalnız hissetmememin ve en ufak bir maddi sıkıntı olmadan zevkle para çarçur edebilmemin de etkisi vardı galiba. Hava çok sıcak ve güzeldi, deniz süperdi, deniz ürünleri gittiğimiz her yerde taze ve süper pişirilmiş/hazırlanmıştı, yerel şaraplar mükemmeldi, taksiler o kadar ucuzdu ki bir kez olsun toplu taşıma kullanmadık. Ama;

1) Taksi şoförleri, garsonlar, havaalanı otobüsü şoförleri, güvenlik görevlileri vs. dahil olmak üzere bu haftasonu konuştuğum 30 insandan 28'i falan İngilizce bilmiyordu. Avrupa Birliği üyesi bir ülkede ve Barcelona kadar turistik bir şehirde bence bu kabul edilemez bir durum.

2) 15 kere taksiye bindiysek 10'u kazıkçıydı. Hem İngilizce konuşmuyorlar, hem insanı bilerek dolandırıyorlar (bu *defalarca* başıma geldi), hem yanlış yola girerlerse onun da parasını sizden alıyorlar, hem araçlarında GPS olduğu halde kullanmayıp "Ben burayı bilmiyorum" demeden bilmedikleri için sizi yanlış yerde indirebiliyorlar, hem de tutması gerekenden 6-7 euro fazla tutan yola bir de utanmadan Katalanca bir şeyler mırıldanarak 2-3 euro ekliyorlar, "Neden eklediniz bunu" diyorsunuz, Katalanca bir şeyler demeye devam ediyorlar falan. Türkiye'de bile bu kadar "Belli ki bu insan turist, uzun yoldan götüreyim bari" zihniyetine bu kadar denk gelmemiştim hakikaten.

Ağırlık yapmasın diye giderken laptop götürmemiştim, ve Çarşamba günü Lensway diye bir gözlük + lens sitesinin bedava gözlük dağıtma kampanyası vardı. Gitmeden seçtiğim gözlüğün link'ini anneme mail attım, sağolsun canım annem siteyi açıp gözlüğü sepete attıktan sonra adresimi girmiş, her şeyi hazırlamış, tam kampanya başladığı saniyede "Onayla" butonuna tıklayarak bana sold out olmadan istediğim gözlüğü almayı başarmış. Bedavaya bir adet Vera Wang gözlüğüm olmuş oldu böylece. Bu hafta gelecek.



Coca Cola'nın yolladığı Bourjois makyaj malzemelerim ve ASOS'tan aldığım şifon etek ben yokken gelmiş, hepsi süper.

Mutluyum.




Bu arada o kadar televizyon izlemez biriyim ki, otelde gördüm bunu anca bu hafta. "Strangelove çalıyo lan" şeklinde gelişti tamamen olay. Süpermiş.