Thursday 29 December 2011

you can tell everybody this is your song

Çocukken en sevdiğim bilgisayar oyunlarından olan RollerCoaster Tycoon, geçenlerde National Geographic'te rollercoaster yapımıyla ilgili bir program izledikten sonra aklıma gelmişti. Baktım üçüncüsü falan çıkmış, oynamaya başladım. Manyak gibi sabahtan akşama bununla uğraşıyorum. Bağımlılık yapıcı gerçekten.

Böyle uzun süre evde oturduğum dönemlerde sıkıntıdan bir şeylere sarıyor ve bütün günümü onunla geçiriyorum. Bu takıntım her zaman kısa ömürlü oluyor, hevesim kısa sürede geçiyor. Başladığım iş de yarım kalıyor o yüzden genelde. İlgi alanlarım konusunda böyle daldan dala bir yaklaşımımın olmasına yakın çevrem "Maymun iştahlısın/Hiçbir şeyi bitirmiyorsun" şeklinde bakıyor. Bilmiyorlar ki gerçekten elimde değil, gerçekten ilgim birden pat diye başka bir şeye kayıyor. Aynı şeyi ilişkiler konusunda da yaşıyorum. Yeni bir arkadaşla/sevgiliyle deli gibi zaman geçirirken, birden ilk günlerde hissettiğim o coşku yok oluyor. Şu ana kadar çocukluğumdan beri hala arkadaş olduğum tek bir insan var, o derece (hep 93290 tane çocukluk arkadaşı olan tipleri kıskanmışımdır hatta).

**

Son birkaç gündür tanımadığım 543'lü farklı numaralar arayıp duruyor. Hem de insanın tanımadığı birini aramasının kaba ötesi kaçtığı abuk saatlerde. Normalde zaten bilmediğim numara arayınca açmam, bir de böyle görgüsüz gibi saçma sapan saatlerde aramalarına iyice sinir oldum, her kim(ler)se. Sattığım çantayla ilgili konuşmak isteyen bir kadına email adresimi ve telefon numaramı vermiş, mesajımın sonuna da "Emaille haberleşmeyi tercih ediyorum, lütfen mail atın" yazmıştım. Onun olabileceğinden şüpheleniyorum. Eğer oysa, özellikle aramak yerine mail atmasını söylediğim halde aradığı için sinir olacağım.

İnsanlar neden cep telefonu sahibi olmamın her an ulaşılmak istediğim anlamına gelmediğini anlamıyorlar? Güzelim Facebook ve email varken, insanlarla telefonla iletişmeyi sevmiyorum gerçekten. Telefonumu da ailemle konuşmak ve buluşacağımız zaman arkadaşlarımla haberleşmek dışında kullanmıyorum. Tanımadığı insanları gecenin 10'unda arayan ya da sabah 9'da arayıp uzun uzun çaldırarak uyandıran insanlar neyin kafasını yaşıyor merak ediyorum o yüzden. Tanımadığın birinin evine gidip, o saatte 10 kere zilini çalar mısın? Probably not. E o zaman niye telefonla rahatsız ediyorsun?

**

Birkaç hafta önce televizyonda kahvaltıma eşlik edecek bir şeyler ararken The Glee Project'e denk geldim. O günden sonra kaçırmadan izlemeye başladım. Bilmeyenler için, The Glee Project, Glee dizisinin yeni sezonunda rol alacak insanın yetenek yarışması modunda bir elemeyle seçildiği bir reality show. Programda Glee'nin yaratıcısı Ryan Murphy'nin "Paul Smith modellerine benziyorsun" şeklinde tanımladığı, Cameron adlı bir yarışmacı vardı. Erkeklere zerre ilgim olmamasına ve dizinin ilerleyen bölümlerinde hardcore Hristiyan olduğunun ortaya çıkmasına rağmen, onun olduğu sahnelerde gözümü ekrandan alamadığımı fark ettim. Tam bir o-kadar-şirinsin-ki-en-yakın-arkadaşım-ya-da-erkek-kardeşim-falan-ol-istiyorum anı yaşıyorum bu çocuğa bakarken. The OC'deki Seth'in daha utangaç ve daha yakışıklı hali gibi. Kalp.



**

Bu da 10 yaşındayken falan deliler gibi sevdiğim bir şarkıydı, bu aralar yine aklımda.

Friday 23 December 2011

Balenciaga Chevre Calcaire Box'umu satıyorum :(

Evin kullanılmayan çantalar cenneti haline gelmesi ve odamdaki iki kapılı dolaplardan birinin sadece çantadan oluştuğunu fark etmem üzerine kullanmadığım çantalarımı satmaya karar verdim.

Son derece orijinal Balenciaga çantalarımdan birini satıyorum. Rengi Calcaire (hafif pembemsi bir tonu olan çok açık bir bej). Modeli Box; First ile aşağı yukarı aynı boyda görünüyor, ama eni daha büyük olduğundan daha çok şey sığıyor.

Bu model ve bu renk artık üretilmiyor, o yüzden çok nadir rastlanan bir çanta olduğunu Balenciaga delisi biri olarak güvenle söyleyebilirim. Çok yumuşak keçi derisinden yapılma. Aynası, toz çantası ve çıkabilen omuz askısı var. Yeni gibi, kullanıldığı hiç belli olmuyor. Belirgin bir lekesi, izi vs. yok.

İki yıl önce İngiltere'den almıştım, aldığımdan beri sadece 2-3 kez kullanmış olduğum için satıyorum. Ben kullanmıyorsam bari başkası kullansın.

Kesinlikle orijinaldir, sahte çantaya elimi bile sürmem. İstediğiniz mağazada ya da Purse Forum'daki Authenticate This Balenciaga bölümündeki uzmanlara onaylatabilirsiniz.

İlgilenenler yorum atarak ulaşabilirler.

Fiyat 900 TL. İzmir'de elden de teslim edebilirim. Çantanın satış fiyatı bunun bilmem kaç katı olduğundan maalesef daha ucuza satmam mümkün değil.





Wednesday 21 December 2011

don't leave me here with only mirrors watching me



Bu şarkıyı henüz dinlemediyseniz, mutlaka dinleyin.

Conor Oberst'in sesinin 2:50'de aldığı hale bayılıyorum. "Don't leave me here" derken nasıl bir çaresizlik, ne kadar çıplak bir acı var sesinde. Sadece bu şarkı için konuşmuyorum; hislerini sesine bu adam kadar iyi yansıtabilen bir başka kişi yok bu dünyada kesinlikle. Bu şarkıda ya da Haligh, Haligh, A Lie, Haligh'da falan bazen öyle bir titriyor ki sesi, yüzünü bile görmeden "Ağlıyor" diyor insan.

**

Staj bitişi neye uğradığını şaşırmış, fazla boş vakitten kafayı yemiş bir ruh halindeydim. Şimdi hayatım yine fena halde rutine bağladı. Ve yine "Zaman yetmiyor" moduna geçtim. Sabah 9.25'e saatimi kuruyorum. Uyanıp ilaç içiyor, bir yarım saat daha kedimle birlikte uyukluyorum. 10.10'da "The Glee Project" eşliğinde kahvaltı ediyorum. O bitince maillerime, Facebook'uma ve diğer hesaplarıma bakıyorum. Kitap okuyorum. Sonra Digiturk'teki dizilerimi izleyerek öğle yemeği yiyorum. Ruh halime göre Wii oynuyor ya da Agatha Christie romanlarının TV uyarlamalarını izliyorum. Yazdığım online dergi için İngiliz basınını takip edip, birkaç haber derliyorum. Çocukluğumun favori oyunlarından RollerCoaster Tycoon'u yeniden buldum bu aralar, biraz onu oynuyorum. Akşam yemeği yiyorum, Digiturk'te izlemek istediğim dizi ya da film varsa izliyorum, yoksa kitap okuyorum. Gece 1'de National Geographic'te yurtdışında yasadışı işlere bulaşıp hapse giren insanları konu alan Banged Up Abroad diye bir program oluyor; televizyonu o bittikten sonra kapanacak şekilde ayarlayıp yatağımda onu izliyor ve uyuyakalıyorum. Ertesi gün yine aynı şeyler baştan.

Peki sıkıcı mı, hayır, değil.

Tuesday 20 December 2011

battle for the sun

Blogger'a birkaç gündür bir şey yazmıyordum, yokluğumda değişmiş mi, yoksa benim bilgisayarım mı kafayı yedi? Yukarıda foto ekle ve spellcheck imgelerinden başka şey kalmamış, yazı yazılan sayfada. İlginç.

**

İstanbul'dan geleli 5 gün oldu. Alışılmadık bir biçimde 5 gündür aralıksız, sular seller gibi yağmur yağıyor. Hava öyle kapalı ki, öğleden sonra 2 gibi falan ışık yakma ihtiyacı duymaya başlıyorum, hatta bazen daha erken. İnsanın ruhunu karartıcı bir hava gerçekten. Ve bunu ne zaman dile getirsem, "E Londra'da hep böyle değil mi, sen orada ne yapıyorsun o zaman" türü bir laf ediyor karşımdaki insan. Neden bilmiyorum, Londra'da havanın günler boyunca gri olması beni çok rahatsız etmiyordu. Belki genelde güneşli olan İzmir'in aksine Londra çoğu zaman gri olduğu için ve yaz dışında güneş çok nadir görüldüğü için havanın kapalı olması sıradan bir şey haline geliyordu, bir tür "blasé" olma durumu. Ya da belki insan öyle bir şehirde başka türlü yaşamanın mümkün olmadığını bildiği için kendini ruh halinin havadan olabildiğince az etkilenmesi için şartlıyor. Bilmiyorum.

İzmir'de (ya da Türkiye'nin çoğunda diyelim) güneşin değerini bilmiyoruz. Ancak olmadığı zaman onun bizim için ne kadar önemli olduğunu fark ediyoruz. Kış günü bile güneş gözlüğümüz çantamızdan, arabamızdan eksik olmuyor. Hiç hazzetmediğim bir insan modeli olan "otobüste/uçakta yüzüne güneş geldiği anda perdeyi çeken cam kenarı insanları"na dönüşüyoruz.

İngiltere'ye ilk taşındığımda hava yağmurlu ya da buz gibi bile olsa, güneş yüzünü gösterdiği an yarı çıplak bir şekilde parklara akın eden insanları hep garipsemiştim. Ya da "Bugün hava güneşli, dersten sonra mutlaka bahçesi olan bir pub bulmalıyız" diyen sınıf arkadaşlarımı. Ama bir süre sonra onları anlamaya başladım. Güneşli günlerde laptop'umun ekranı görünmez hale gelse bile *asla* odamın perdesini çekmez hale geldim. "Daha güneşin batımına bir saat var" diye mutlu olup, o son bir saati kendimi 10 kez arkamı dönüp güneşe uzun uzun bakmak zorunda hissederek geçirdim. Güneş ne kadar gözlerimi rahatsız ederse etsin, asla güneş gözlüklerimi takmadım; dünyayı güneşin parlaklığı altında görmektense koyulaşmış, grileşmiş bir şekilde görmek, bana bir tür "günah" gibi göründü. Hava güneşliyken mutsuz olamazmışım gibi hissediyor ve gözlük takarsam bir şekilde güneşin bu ruh halimi koruyucu etkisini kaybedeceğimi düşünüyordum. O yüzden havanın günlerdir kapalı olması ve birkaç gün daha bu şekilde devam edeceğini bilmek hoşuma gitmiyor.

Öte yandan, tam olarak rengini bilemediğim bej bir Balenciaga Day çanta sahibiyim artık. Day'lerde çantanın hangi sezona ait olduğunu belirten metal etiket olmadığından çantanın sezonunu ve dolayısıyla renginin adını bilemiyorum. Praline, Sahara ve Granny adlı 3 renkten biri olduğunu sanıyorum. Ama bu üç rengin hiç birini gerçek hayatta görmediğimden, sadece internetteki fotoğraflara bakarak tahminde bulunmaya çalıştığımdan ve Balenciaga çantaların renkleri ışığa/kameraya/flaşa vs bağlı olarak deli gibi oynayabildiğinden emin olamıyorum. Çantamın fotoğraflarını çekip Purse Forum insanlarına sormayı planlıyordum, ama hava gri olduğu için rengi fotoğraflarda olduğundan daha gri çıkıyor. Normalde biraz daha yeşilimsi/sarımsı bir tonu var, o ton fotoğrafa yansımıyor nedense. Güneşli havada çekersem yansıyacağını ve çantamın renginin adını bulacağımı umuyorum. Böyle yazınca baktım ki bir renk ismi için bu kadar kasmam saçma geliyor göze, ama çok kafaya taktım cidden.



PS. 5 gündür bir de aralıksız balık yiyorum. Hala sıkılmış değilim. Her gün deniz ürünü yesem hayat ne güzel olur.

Friday 16 December 2011

sic transit gloria (glory fades)

Çok, çok hızlı birkaç gün geçirdim yine. Çarşamba sabahın köründe kalktım, ojemi sürdüm, duşumu aldım, saçlarımı yaptım ve İstanbul'a gitmek üzere hazırlanmaya başladım. Tam arabaya binerken kimliğimi almadığımı fark ettim. Bütün evi aradım, bulamadım. Pasaportumu almak zorunda kaldım, o yüzden tüm İstanbul gezim pasaportum yerinde mi diye çantamı yoklayarak geçti. Bu kimlik koşuşturmacası sırasında havaalanına giden treni kaçırdım. Bir Türkiye klasiği olarak tabii ki bir sonraki tren olması gerektiği saatte gelmedi. Süperannem beni arabayla havaalanına bıraktı, uçağıma rahat rahat yetiştim. Arkadaşımın evine gittim, bir sürü Schweppes Mandalina + Smirnoff içtikten sonra Junior Boys konserine gittim. Vaktinde başlaması pek çok insan için beklenmedik bir şey olmuş olacak ki, sahneye çıktıklarında içeride 30 kişi falan vardı. Çok güzel geçen bir konserden sonra arkadaşıma gidip direk sızdım. Sabahı hiç hoşlanmadığım, ancak Starbucks'sızlıktan gitmek zorunda kaldığım Caffè Nero'da geçirdim. Oradan da staj yaptığım gazeteye uğradım, çok özlemişim. Orada yemek yiyip bir çay içtikten sonra yine havaalanına doğru yola çıktım. Uçakta tam yerime oturmuştum ki, arkada herifin teki "Kardeşim ben senin telefonla konuşmanı dinlemek zorunda mıyım" diye bağırmaya başladı. Bildiğiniz bağırıyor ama, abartmıyorum. Neymiş, önünde oturan kadın telefonla konuşuyormuş. Kendisi de kadına medeni bir biçimde "Kusura bakmayın, biraz sessiz konuşur musunuz" demek yerine, "Burası kıraathane mi, ben senin telefonla konuşmanı dinlemek zorunda mıyım" diye bağırmayı tercih etmiş. Sinir oldum. Ben de tanımadığı birine "Sen" diye hitap eden, onun telefonla konuşmasından 10 kat daha yüksek bir sesle kabadayı gibi bağırıp bütün uçağı ayağa kaldıran bir tipi dinlemek zorunda değilim çünkü. Asıl "kıraathane" davranışı bu olmuyor mu?

Bunu demişken, uçaktan inip trene bindiğimde yanımda oturan adam 10 dakika boyunca telefonla konuştu. 1- Gayet normal sesle konuşuyor, "Bu bir toplu taşıma aracı, herkes sessiz sakin takılıyor, bari alçak sesle konuşayım" da demiyor. Ya da konuştuğu insana "Şu anda dışarıdayım, acil değilse eve gidince arayayım" demek aklına gelmiyor. 2- Yanında oturan kadın, sıkılmış bir halde görüşmesini bitirmesini bekliyor. Bu nasıl bir kabalıktır? Zaten dışarıda telefonla konuşmayı (ya da genel olarak telefonla konuşmayı) hiç sevmem, biri bir arkadaşımın/sevgilimin vs. yanındayken beni ararsa da olabildiğince kısa keser, sonra da karşımda oturan insandan özür dilerim. Aynı şekilde buluştuğum biri karşımda bu kadar uzun süre telefonda konuşursa, bunun inanılmaz bir kabalık olduğunu düşünür ve "Demek ki bana saygı duymuyor, bana değer vermiyor" olarak algılarım. İnsanların mı algısında bir gariplik var, bende mi?

**

"Sing me something soft, sad and delicate" diye giden şarkı sözleri takıldı aklıma bugün. Lisedeyken çok dinlediğim bir şarkı olan Existentialism on Prom Night olduğunu hatırladım sonra. Taking Back Sunday ve Straylight Run çok dinliyordum o zamanlar.


Sonra aklıma Brand New geldi. O zamanlar en çok dinlediğim gruplar listesinde rahat ilk 3'e girer herhalde.


O zaman en en en çok dinlediğim grup ise kesin olarak Saosin. Deliler gibi dinlerdim bu şarkıyı. Myspace profilim açılınca çalmaya başlıyor, o güçlü davul sesi profilime bakanları deli ediyordu. Bir sürü insan "Nolur şu profil şarkını değiştir artık, profiline bakınca ürküyoruz" demişti hatta bu yüzden. Yine de seviyorum.

Saturday 10 December 2011

your eyes forever glued to mine



Geçen gün aklıma Placebo-Blind gelmişti. Lise zamanında falan çok dinlediğim, ama yanlış hatırlamıyorsam en son Canterbury'deyken sınav döneminde dinlediğim bir şarkıydı. 1,5 yılı geçmiş, özlemişim. Bugün Facebook'ta bir arkadaşım sayesinde yeniden aklıma geldi, yazayım dedim.

Eskiden bu şarkıyı dinlerken içim pek bir fena olurdu. İstisnasız her seferinde ağlardım. Şimdi nostaljik oluyor, "Ne mükemmel sözler" diyor, ama ağlama krizi derecesinde bir duygulanım yaşamıyorum. Belki büyüdüğümden, belki de yıllardır hayatımdan çıkması halinde ciddi anlamda sarsılacağım bir arkadaşım, sevgilim vs olmadığından. Ya da belki bu "apathy" halinin nedeni büyüyor olmaktır. Belli bir kafa yaşına ulaşınca en duygusal insanlar bile tepkisiz, duyumsamaz hale geliyorlardır belki de. Ya da belki bir savunma mekanizması olarak üzerlerine geçirdikleri o gerçekçilik, ayrılmaz birer parçaları haline geliyordur. Teen'le biten yaşlarını geçen hiç kimse bir daha o takıntılı, gözü kapalı, saplantılı "aşk" haline ulaşamıyordur belki bir daha. O yüzden geçmişte kalmış ve yaşandığı zaman asla o kadar değerli olmamış anları yıllar sonra kafasında büyütüyor, "Ne güzeldi, ne kadar çok şey hissediyordum" diye duygusala bağlıyordur.

Sanırım üzerinden zaman geçtikte tüm an(ı)lar değere biniyor.

**

If I could tear you from the ceiling,
I'd freeze us both in time,
And find a brand new way of seeing.
Your eyes forever glued to mine.

PS. Foto ve ilham için Gökçe'ye teşekkür :)

Monday 5 December 2011

it still hits me like a rock

En son yazdığımdan beri çok şey oldu. Perşembe günü The Maccabees konserindeydim. Konser saati 9.30 görünüyordu. 9.40'ta Babylon'a gittiğimde içerisi tıklım tıkış dolmuştu ve tam içki almak için bara yöneldiğimde grup sahneye çıktı. İngiltere'de ana grubun en geç 9.30'da sahneye çıkmasına ve konserlerin 11'de bitmesine bayılıyor, Türkiye'de konserlerin gecenin bir yarısı başlamasına sinir oluyordum (konser izlemek adına bütün gecesi iptal oluyor çünkü insanın, eve sabaha karşı dönmek zorunda kalıyor). O yüzden Babylon'un konser saatlerini erkene çekmesini sevdim. Alt gruptu, falandı filandı demeden grubun tam saatinde sahneye çıkması da sevindirici bir değişiklik oldu ayrıca. Konser mekanlarına gidip gereğinden pahalı içkilerle, kalabalık ötesi bir ortamda saatlerce grubun çıkmasını beklemek hoş değil gerçekten.

Cuma sabahı eşyalarımı toplayıp havaalanına gittim. Evi belli bir saatte boşaltmam gerekiyordu, o yüzden havaalanına geldiğimde uçuşuma 4 buçuk saat vardı. Dünya üzerindeki her bankadan bir sürü gereksiz kredi kartı sahibi olmamın faydasını görür, banka lounge'larından birinde beklerim diye düşünüyordum. Ama öğrendim ki, Atatürk İç Hatlar'da Garanti ve Wings'den başka lounge yokmuş. Garanti'nin fiyatı oha derecesinde olduğu için (23 euro + kdv idi yanlış hatırlamıyorsam), Wings'inkine gittim. Orası da bu sene paralı olmuş. O kadar saat başka yapacak şeyim olmadığından parayı verip girdim (25 TL). Ama Sabiha Gökçen'deki ücretsizken, Atatürk'teki neden paralı anlamadım. En azından son 1 ayda belirli bir miktarın üzerinde harcayan insanlara ücretsiz kalmalıydı bence.

Cumartesi İzmir'de, kendi yatağımda, sevilmek isteyen kedim tarafından uyandırıldım. Yapmam gereken hiç bir şeyin olmaması ve tamamen boş olmak bir garip geldi bana. "Onu da, bunu da, şunu da yapmak istiyorum" şeklinde bir maymun iştahla boş gezenin boş kalfası olarak geçen ilk günümün tadını çıkarmaya çalıştım. Ama o açgözlülükle güne 30402 tane şey sığdırmaya çalıştığımdan, pek başarılı olamamış olabilirim. Yazın tez yazdığım için izleyemediğim True Blood'ın son sezonuna başladım. Saçlarımı 10 yıl sonra ilk kez doğal rengine boyadım (o kadar uzun süre sonra böyle koyu bir renk görmeye hala alışamadım, her ayna görüşümde bir duraklıyorum). Kedim bütün gün kucağımdan inmedi, özlemişim. Sağlıklı beslenmeye, yemek yapmaya başladım. Deli gibi E! Entertainment ve Dizimax izledim. Kitap okudum. Müzik dinledim. Bourbon içtim. Aylardır ilk kez kendimi tamamen güvende hissederek dışarı çıktım (İstanbul'da sürekli "Başıma bir şey gelecek" korkusu taşıyordum). Bostanlı-Alsancak vapuruna bindim. Arkadaşlarımı gördüm, İzmir'in ucuz alkolünün tadını çıkardım. Uzun zamandır görmediğim bir sürü insan gördüm, bazılarını gördüğüme sevindim, bazılarını görmezden geldim. İzmir'i o kadar özlemişim ki, günde birkaç kez şöyle bir durup "Evimdeyim" diyorum kendi kendime.

İnsanın evi gibisi yok. Dünyada benim için İzmir'de olmamaya değecek ve içimi "contentment" ile doldurabilecek tek bir şehir var, orası da kesinlikle İstanbul değil.

Wednesday 30 November 2011

quadrophenia

Bugün stajımın son günüydü. PMT modumun da etkisiyle sentimental bir ruh haline bağladım insanlarla vedalaşırken.

Çok acayip bir ruh halindeyim şu anda. Sanki sabah uyanıp, yeniden oraya gidecekmişim gibi.

**

Bir adam bir kadını ısrarla rahatsız ettiği ve "hayır"dan anlamadığı zaman, "Kadın kuyruk sallamasa erkek o kadar ısrar etmezdi" tepkisi veren insanların beyinlerini tokatlayasım geliyor. Kadın oldukları zaman iyice tepem atıyor. Bir kadın hemcinsi için nasıl böyle konuşabilir? Kendiniz tacize/tecavüze uğrasanız, bu mantıkla mı bakacaksınız hala? İdiotik bir bakış açısı.

Tuesday 29 November 2011

making me glorious

Stajımın son günü yarın. Üzülüyorum. Dünyada stajı bitiyor diye üzülen kaç insan vardır, bunu da merak ediyorum.

**

Dün birini son kez gördüm. Bugün de görüşecektik, ama gelmedi. O yüzden veda edemedim. Dünün onu son görüşüm olacağını bilmiyordum. Bilsem daha mı iyiydi? Birini son kez görüşünüzün "son" olduğunu bilmeyi mi, yoksa bilmemeyi mi tercih ederdiniz? Ben karar veremedim. Böyle durumlarda yapıma hiç uymayan kaderci bir anlayışla "Zaten eğer hayatımda olması gereken biriyse, günün birinde nerede olursam olayım mutlaka karşıma çıkacaktır" diyerek avutuyorum kendimi. Sentimental, I know.

Sunday 27 November 2011

i can't believe that you ignore me, such a shame

Dün akşam planladığımdan çok farklı bir gece geçirdim. Akşam tek başıma CSS konserine gidecek olmanın verdiği sıkıntıyla oturuyordum ki, yıllardır görmediğim bir arkadaşımdan mesaj geldi. Çıkışta onunla buluştuk, bir şeyler içtik. Tam o sigara içsin diye dışarı çıkmıştık ki, bana "Dünya amma küçük" dedirten bir şekilde liseden bir arkadaşımla karşılaştım.

Neyse, yarı sarhoş bir halde Garajistanbul'a gittiğimde saat 11'e geliyordu. O kadar çok içesim vardı ki, parasını bile sormadan kendime bir Jack ısmarladım. "15 TL" lafını duyunca kulaklarıma inanamadım. Konser mekanlarını geçtim, hangi barda 15 TL'ye Jack Daniel's satılıyor? Mutlu oldum. Sonra tuvalette çantamı lavabonun yanına koymuş, ruj sürüyordum ki, içeri giren bir kız çantamın üzerindeki yazıyı görerek "Aa, Goldsmiths'de mi okudun" dedi. "Evet" dedim. Böylece konserde tek başıma takılacak olma sorunum da ortadan kalktı (önceden buluştuğum arkadaşım Ghetto'daki Does It Offend You, Yeah? konserine gitmişti). O kızla ve arkadaşıyla birlikte konseri en önden izledim. Gayet küçük olan konser mekanı tıklım tıkış dolmamıştı, o yüzden insan rahat rahat, ittirilmeden, bara gitmesi 10 dakika sürmeden izleyebiliyordu konseri.

Konser çıkışı eve gidesim yoktu, saat de daha 00.40 falandı, o yüzden arkadaşımı aradım. Ghetto'daki konserin henüz bitmediğini, +1'i olarak beni içeri ücretsiz sokabileceğini söyledi. Gittim, bir de Does It Offend You, Yeah? izledim (o da çok sevdiğim bir grup, ikisi çakışıyor diye üzülmüştüm baya). Biraz daha içtim. Çıkışta bir baktım, grup dışarıda sigara içiyor. Yanlarına gittim. "You sound very English" dedi vokal insanı, mutlu oldum. Fotoğraf falan çekildik, konuştuk. Sonra eve geldim. Kafayı vurduğum gibi sızmışım.

Sabah öte akşamdan kalma bir şekilde uyandım. Hesapladım, dün gece 2 tane 33'lük Efes, 4 tane Chivas Regal ve 4 tane de Jack Daniel's içmişim. Beynim zonkluyordu kalktığımda. Uyanmamak, yataktan çıkmamak istedim, ama ağrı kesici alabilmek için bir şeyler yemem gerekiyordu.

Fark ettim ki, ben her aşırı sarhoş olduğumda mutlaka 6 saatlik uykudan sonra birden uyanıyorum. Bir daha da uyuyamıyorum. Çok fena bir şey.

Bugün transfobi karşıtı yürüyüşe gidecektim sözde. Alkol zehirlenmesi modunda olmam yüzünden yalan oldu.

Wednesday 23 November 2011

burning with desire for a kiss

Crush insanıma olan saplantım iyice coştu. Onu görebileceğim yalnızca birkaç gün kaldığını düşünmek içimde fena halde bir 'longing' hissine yol açıyor.

Longing: özlem, hasret, arzu.

İngilizce tanımı: a yearning desire.

İnsan hiç sahip olmadığı bir şeyin hasretini çekemez aslında. Arzu daha doğru sanırım. Böyle bir 'tadamazsam orta yerimden çatlayacağım' hissi.

(Sesini çok beğeniyorum. Her şeyini çok beğeniyorum. Ama en çok sesini.)

Şu son günlerde mucizevi bir şeyler olmazsa gerçekten çatlayacağımdan korkuyorum. Hakkında çok az şey bildiğimden bir adım atamıyorum (aslında pek "ilk adım insanı" olmadığımdan atamıyor olmam daha olası). O yüzden bazen keşke bir anlığına ne düşündüğünü bilebilseydim diyorum. Bilememekten oluyor bu. Gay midir, değil midir, sevgilisi var mıdır, o da aynı şekilde hissediyor mu falan.. Bunlardan emin olmadan hareket edemiyorum malesef. Çok istemişimdir her hoşuna giden insana karşı ilk adımı atan ve karşılık bulamayınca umursamayan biri olmak, ama değilim. Öyle işte.

Keşke İngiliz bilim adamları bir sistem geliştirse, iki kişi birbirinden karşılıklı olarak hoşlanıyorsa kafalarında ışık falan yansa, böylece herkes kimin ne hissettiğini bilse.

Tuesday 22 November 2011

i'll tickle your catastrophe

Kendi egolarından oluşan bir deniz içinde yüzen insanlardan gerçekten hiç hazzetmiyorum. Bir yere geldi diye (sanki kendi de sıfırdan başlamamış gibi) kendini diğer insanlardan üstün gören; bir iş yerinde üst düzey biri olmanın insanlığı, görgüyü unutturduğu tiplerden nefret ediyorum. Terbiyesizlikten nefret ediyorum diye özetlenebilir sanırım.

Monday 21 November 2011

the invention of lying

Reglnet'in hosting servisinin ücretli olması nedeniyle kapandığını şu an, blog'uma birinin "Reglnet kapandı" diye aratarak gelmesiyle fark ettim. Üzücü.

**

İnsanları kıracak, üzecek şeyler söylemekten hiç hoşlanmıyorum. "Kim hoşlanır ki" diyorsunuz belki, ama ben bu konuda baya umutsuz bir vakayım. Sırf insanlarla yüzleşmek ve sinir bozucu bir konuşma yapmak istemediğim için, aslında hiç yapmak istemediğim bir sürü şey yaptım. Sarhoşken yakınlaşmış bulunduğum, ama ayık kafayla "Yüzünü bile görmek istemiyorum bir daha" diye düşündüğüm insanlarla sadece tatsızlık çıkmasından hoşlanmadığım için ilişki sürdürdüğüm oldu. Şu ana kadar gerçekten hissederek "Seni seviyorum" dediğim insan sayısı, bana o lafı ettiği için "Ben de seni" cevabı verdiğim insanların beşte biri falan herhalde, belki daha az. "Hayır" demeyi ve görüşmek istemediğim insanlara kırılmasınlar diye ilgi göstermekten vazgeçmeyi öğreniyorum bu aralar. Evet, "Birbirimize uygun olduğumuzu düşünmüyorum ve bu yüzden bir daha görüşmemizin amaçsız olduğuna inanıyorum" demek insana kendini tam bir asshole gibi hissettiriyor. Evet, ilk anda üzülüyor ve vicdan azabı duyuyorum. Ama o lafı etmemek, kesinlikle ilgimi çekmeyen insanlarla oturup içimden "Bitse de gitsek" diye düşünmek çok daha fena bir şey uzun dönemde. İnsanları reddetmeyi öğrenmek lazım. Darısı "Ben de seni"nin başına. Ne zaman biri beni sevdiğini söylese, otomatik olarak ağzımdan şu laf çıkıyor, sonra kendime sinir oluyorum inanmadan söylüyorum diye.

Sunday 20 November 2011

sommes-nous les jouets du destin?

Yaklaşık 16 yaşımdan beri istiyor olduğum Placebo dövmesini sonunda grupla tanışmamın 11. yılında yaptırdım. Yıllardır "Soulmates never die", "Without you I'm nothing", "Protège-moi" ya da "My sci-fi lullaby" yazdırmak istiyor, ama hangisini istediğime karar veremediğimden ve dövmeci aramaya üşendiğimden yaptırmıyordum. İngiltere'de zaman geçiren ve bir süre daha geçirmeyi planlayan biri olarak ilk iki seçeneği ana dili İngilizce olan insanlara ve muhtemelen yaşım ilerledikçe bana fazla arabesk geleceklerini düşünerek eledim. "My sci-fi lullaby" ise en sevdiğim Placebo şarkısı Leni'nin sözlerinin bir kısmı olmakla beraber, şarkının ruhunu tamamen yansıtmayan bir ifade bana göre. O yüzden bir anda "Evet evet, protège-moi olmalı" dedim kendi kendime. Hem Fransızca'yı seviyorum, hem böylece çoğu gören ne demek olduğunu anlamayacak, hem de benim için sadece benim bildiğim bir anlam taşıyan bir cümle.

O yüzden..



Bugün sonunda Candy Bar Girls izledim. Temmuzdan beri bilgisayarımda duruyordu öylece.

Tanıdığım çoğu insan eleştirmişti baya, ama ben sevdim. Programdaki Shabby insanı daha önce adını duyduğum, ama pek dikkat etmediğim bir insandı. Ne kadar "oha" dedirten bir güzelliği var o kadar makyajın altında. Tavırları, konuşmaları falan da çok etkileyici. Facebook'ta ortak arkadaşlarımız varmış ve aynı mekanlara takılıyormuşuz. Londra'da bir denk gelsek ne güzel olur. =P

Onun dışında, Londra'nın sadece kadınlara özel olan tek mekanı Candy Bar'da çekildiği için doğal olarak programda bir dolu tanıdık yüz vardı. Terry Poison konserinde konuştuğum DJ kadın, Candy'e gittiğimde bana "Yüzün ne güzel, porselen bebek gibi" diyen Doğu Avrupa aksanlı barmen kız, G-spot'ta ne zaman içki alsam elime VIP kart tutuşturan bir diğer barmen ve gittiğim fetiş partilerinde gördüğüm Avustralyalı dominatrix ile zamanında çok beğendiğim uzun simsiyah saçlı bir başka dominatrix.. Daha ilk iki bölümde bu kadar çok insan gördüm. Bir de bir kısmı Paris'te çekilen 2. bölümde Paris'e ne zaman gitsem mutlaka uğradığım Les Jacasses adlı bara gidiyorlardı, ve o sahnede benim yine zamanında fena halde beğendiğim barmen kadın da görünüyordu. Mutlu oldum.

4 Şubat'da gittiğim fetiş partisinde de çekim yapmışlar, iki insan arasında kavga çıkmış hatta. Hiç fark etmemiştim, ama içeride "Bilmemne kanalı bu gece çekim yapıyor" yazıları vardı. Demek bu yüzdenmiş.

Dünya küçük.

Thursday 17 November 2011

the date from hell

Nette tanıştığım ve muhabbetim 2-3 cümleden ibaret olan bir insanla sadece çarşamba günü beğendiğim garsonun çalıştığı bara gitmeye bahanem olsun diye buluştum dün. Hayatımın en felaket buluşmalarından biriydi. Ne karakter, ne de görünüş olarak internetteki haliyle alakası olmayan birisi çıktı karşıma. İnanılmaz derecede kaba, ters, ve acayipti. Hani dikkat çekmek için abartılı, aşırı ve saçma sapan davranan, "Çok sorunluyum" insan modeli olur ya, öyleydi. Ağzımdan çıkan her lafta tersleyecek bir şey arıyordu, abartmıyorum. Sürekli yarı tartışır durumdaydık. Kendi başarısızlıklarını inanılmaz kompleks haline getirmiş, o yüzden ağzımdan hiç onu ima edecek bir laf çıkmadığı halde sürekli "Sen şimdi yurtdışında okumuş paralı aile çocuğusun ya, beğenmezsin beni/evimi/işimi" falan deyip duran biriydi. Birden sesini yükseltip garip garip el kol hareketleri yapıyordu, bütün bar bize dönüp bakınca da "Ben oyuncuyum, ondan" diyordu. Sonra bana "Kilo vermen lazım" falan dedi, "Yok, kalsın" dedim. Daha saçma bir laf edemeyeceğini düşünüyordum ki, "Sen nesin, ha? Nesin sen?" diye sormaya başladı ısrarla. Neden bahsettiği hakkında en ufak bir fikrim olmadığını söyledim. "O zaman demek ki sen gerçekten eşcinsel değilsin" dedi bana. Görünen o ki, "Nesin sen" sorusunun neyi refere ettiğini bilmeyenler "gerçek eşcinsel" değilmiş. Kendi kelimeleri.

Neyse, söz konusu insan en son garsonlardan birinin yüzünü elledi, ve garsonun yüzündeki o "WTF?!" ifadesini görünce yer açılıp beni içine alsın istedim. İçkimi çabucak bitirip, eve kaçtım. 3 tane bol alkollü romun üzerine bile kafam kaldırmadı. Zaten beğendiğim kız da üst kata bakıyordu dün akşam.

Allah'a inanan biri olsam, "Allahım, madem yarattın, takip et" derdim şu olayın üstüne.

Monday 14 November 2011

the night watch

Dönem filmlerinden gidiyorum yine. Az önce Sarah Waters'ın romanlarından uyanlanan son film The Night Watch'u izledim. Tüm Waters uyarlamaları gibi bana çok dokundu, ama bununla diğerlerinden daha çok özdeşleştirdim kendimi kesinlikle. Ve Sarah Waters'ı bilenleriniz varsa spoiler olmayacak: Tabii ki mutsuz bir son.

Ya da belki değil.

Tam "mutsuz son" diye düşünürken, filmin son cümleleri beni duraksattı:

“Someone once said that a happy ending depends on where you decide to stop your story. Then again, it could be when you realise your story is not yet over; that you are only at the end of the beginning.”

Ne kadar da doğru.

Gay, straight, whatever, ne olursanız olun, bu filmi izleyin.

Sunday 13 November 2011

did she make your heart beat faster than i could?

Bazen fena impulsive hareketlerim oluyor. Mesela bugün evde otururken birden saçımı koyu kahverengiye boyayasım geldi. Migros'un sitesine baktım, paralı getiriyorlarmış. Carrefour bedava getiriyor diye oradan alayım dedim, ama köpük boya yoktu internet sitelerinde. Belime kadar gelen saçlarımı tek başıma normal boyayla boyamaya da cesaret edemedim, arada kızıllar kalır diye. O yüzden hala kızıl saçlıyım.

**

Bugün çamaşır günüydü. İşim bittikten sonra hem çamaşır, hem de kurutma makinesine ısrarla ikişer kez bakmama rağmen yine çoraplarımdan birinin teki kayboldu. Hep böyle oluyor. Nasıl oluyor hayret ediyorum gerçekten. Nereye gidiyor bu çoraplar? Çorap canavarından şüpheleniyorum.

**

Bu aralar boğazım ağrıyor yine. İngiltere'de geçen kış 3 hafta falan sürekli hasta olduğum için alkol alamamış ve deli olmuştum. Bu derdime BFI'daki restoranlardan birinde denk geldiğim sıcak viski süper bir çözüm olmuştu. Hem tadı mükemmel, hem de boğaz ağrısına ve gribe süper geliyor. Türkiye'de yapan yer var mı, biliyor musunuz? Çok canım çekti.

**

Crush insanımın birden bana bir garip davranmaya başlaması, içimde "Acaba burayı mı okuyor" türü bir paranoyaya neden oldu.

**

Affinity izlediğimden beri dönem filmi izleme modundaydım. 1800'ler İngilteresi'nde geçen bir film olan The Secret Diaries of Miss Anne Lister'ı izleyeceğim şimdi. LLGFF'in açılış filmiydi geçen sene.

Thursday 10 November 2011

sleep away

Alt katta yaşayan çift, taşındığımdan beri haftada bir falan gecenin bir yarısı kavgaya başlayıp, bütün gece devam ediyor. Fena halde tiz sesli ve sesinden benden kısa boylu olduğu izlenimini edindiğim (ve bu kompleksini aşmak için maçoluğa başvurduğunu sandığım) adam, sesini çıkarmayan kadına saatlerce aralıksız avaz avaz bağırıyor. Önceki gece oldu en son, 2-3 gibi uykumdan uyandım bağırış çağırış yüzünden, arada tam dalıyorum, adam "Seni öldüreceğim" diye bağırıyor, pat küs sesler geliyor, kadın "İmdat" diye bağırıyor, polise mi haber versem diye düşünüyorum uyku uyanıklık arasında, ama genelde böyle durumlarda kadınlar "Sana ne" diye karışana küfrettiği için bir şey yapmıyorum. Ama hava aydınlanıyor, bakıyorum bunlar hala devam ediyor ve ben bütün gece doğru düzgün uyuyamamışım, apartman görevlisine şikayet ediyorum. Tiplerin 15 gündür evli olduğu, yani evlenmeden önce de gayet böyle avaz avaz kavga ettiği ortaya çıkıyor. İnsanların bazen daha kötü koşullardan kaçmak için evlendiğini biliyorum, ama gerçekten bu kadın bu adamla isteyerek evlendiyse kendisine akıl fikir diliyorum. İlişkileri beni bile yordu gerçekten.

Bir de işin garip yanı, bazı insanlar böyle sarsıntılı ilişkileri seviyor, "Bağırması/dövmesi hiç yoktan iyidir" ya da "Kıskanıyorsa demek ki seviyor" gibi saçma sapan düşüncelere kapılıyor. Şahsen benim sevgilim beni fiziksel şiddet uygulayarak, bağırıp çağırarak, ya da kıskançlık krizlerine girerek kontrol etmeye ya da ezmeye çalışsa, o kadar hızlı kapının önüne koyarım ki başı döner. O yüzden bazı insanları anlamakta güçlük çekiyorum. Güçlük çekiyorum değil de, neden "mantık" denen şeyle en ufak bir alakaları olamadığını anlayamıyorum diyelim. Yoksa zihniyetlerinin nasıl işlediğini az çok tahmin edebiliyorum.

İşin özeti, kavgacı ve kıskanç olmak bence birer karakter kusuru; yani düzeltilmesi gereken şeyler, benimsenmek yerine.

O kadar agresyon üzerine bu bana huzur veriyor:



Tam uyku öncesi, loş ışıklandırılmış bir salonda, elde bir kadeh şarapla dinlenesi bir şey. Mümkünse saten bir gecelikle.

Wednesday 9 November 2011

i'm done with my graceless heart

    e·piph·a·ny

    noun /iˈpifənē/ 

    A moment of sudden revelation or insight

    **

    Epifani: Aniden bir şeyin özünü anlama ve anlamını bulma duygusu.


**

Bu sabah bir epiphany ile uyandım. Rüyamda eski sevgilimi gördüğümü ve hoşlandığım insanı Facebook'ta eklediğimi hatırlıyorum. Detaylar kafamdan silindi, ama ne gördüysem sabah birden o insanın "O da ilgileniyor" olarak yorumladığım hareketlerinin aslında hepsinin herkese gösterdiği arkaşça davranışlar olduğuna dair bir izlenimle uyandım. Son birkaç günkü hareketleri zaten bende "İyi, sen bu kadar umursamazsan ben de seni umursamam" türü çocukça bir hırsa neden olmuştu. Bu epifani, gerçek ya da değil, beni iyice soğuttu. İnsan birini takmayınca zorla umursayamıyor, ama kendisini "Bu insanı umursamayacağım" diye şartlaması daha kolay. Yani benim için öyle en azından. Bir sabah uyanıyorum, gayet takmıyor buluyorum kendimi.

Bu bahsettiğim insan kesinlikle sokakta görsem dikkatimi çekecek biri değildi. İlgimi çeken, o ortamda gaydar'ımı ping'leten tek kadın olmasıydı. Sonra da sesinin güzelliği. Çıktığım insanlarla asla, asla bu kadar heyecanlanmıyorum. Sadece uzaktan hoşlandıklarım beni bu kadar etkiliyor. Sanırım bu, uzun süre onlar hakkında hayal kuracak zamanım olmasından ve onları elde edemedikçe daha da hayal kurmaktan, ve o hayaller hiç gerçeğe dönüşmediği için hiç sıkılmamaktan kaynaklanıyor. Eminim bu insanla da aramda bir şey olsaydı, hayallerimdeki gibi öpüşmediğini fark edip ondan soğumam an meselesi olurdu.

Zaman zaman üzücü olsalar bile karşılıksız hoşlanmaları seviyorum.

**

Son birkaç gündür saçmalayan hormonlarım ve bayram nedeniyle içimi kaplayan melankoli, sonunda gitti. Gidişini Florence and the Machine - Shake it Out ile kutlayalım hadi.

Monday 7 November 2011

claire of the moon

Farkına vardım ki tek başıma yaşamak bana iyi gelmiyor. Tek başıma olmak beni depresifleştiriyor. Depresifleştiriyor derken Bağdat Caddesi'ndeki evimde yaşarkenki gibi değil, sadece regl dönemimde falan akşamları evde tek başıma otururken iyice duygusala bağlıyorum. Şu ana kadar ne zaman tek başıma yaşasam, ya da ev arkadaşım eve uğramayan bir tip olsa, böyle oldum. Evde birinin varlığı inanılmaz etkiliyor insanın ruh halini. Tek kelime muhabbeti olmayan biri bile olsa yan odada birinin olduğunu bilmek, onun MSN ya da müzik seslerini duymak insanın kendini yalnız hissetmesine engel oluyor.

Londra'daki ev arkadaşım, o Amerikalı çocuk, süper iyi geliyordu bana. Ne zaman moralim bozulsa yanına giderdim, "Ben bugün biraz kötüyüm derdim", işini gücünü bırakır ve "Sana bir içki lazım" diyerek elime bir bardak Gentleman Jack tutuştururdu. Beni dinlerdi, sonra bana saçma sapan şeyler anlatırdı uzun uzun, müzik dinletirdi, Youtube'da bir şeyler izletirdi. Onu gay bara götürecektim ama yalan oldu. Çok özlüyorum hem onu, hem Londra'yı. Hayatımda hiç o kadar iyi anlaştığım bir ev arkadaşım ya da kendimi o kadar ait hissettiğim bir şehir olmadı.

Bundan sonra tek başıma yaşamak falan istemiyorum kesinlikle.

you are my affinity

Dün yine uzun süredir izlemeye niyetlendiğim ama izlemediğim bir filmi izledim: Sarah Waters'ın aynı adlı romanından uyarlanan Affinity.

Ben normalde mutlu sonla bitmeyen filmleri pek izlemem. Sarah Waters'ın hiç bir romanı pek mutlu olmadığından bunun da mutlu biteceğini sanmıyordum, ama bu kadar depresif bir film beklememiştim. Yine de tavsiye ederim izlemeyenlere.



PS. Başroldeki kadın çok, çok güzeldi. Uzun boylu brunette'lere fena zaafım var. Ve çıkık elmacık kemiklerine. Sert yüz hatlarına.

Sunday 6 November 2011

feels good to be around you

Bugün çok yazdım ama neyse.

Bu aralar taktığım, ruh halimin şarkısını paylaşasım geldi.

ceremonials

888 post'um varmış. Oh yeah.

**

Dün akşam izlediğim film beni baya etkiledi. Bugün en olmadık anlarda ağlarken yakaladım kendimi. PMT modunda olmam, bayramı tek başıma geçiriyor olmamla birleşince birden bir kötü oldum. Ve staja başladığımdan beri Cumartesi akşamı işten eve gelip Pazartesi sabahına kadar hiç çıkmamak üzere insan yüzü görmeden tüm zamanımı evde geçirdiğim olmamıştı.

Beni crush insanıma bağlayan bir ip var ve ben uzaklaştığım zaman o ip rahatsız edici derecede geriliyor gibi hissediyorum, aklım hep onu göreceğim yerlerde kalıyor o yüzden. Onu görme ihtimalim olmayan her dakika boşa geçiyor gibi geliyor, o yüzden gayet ev kuşu olan ben, evde oturmak istemiyorum hiç.

Eğer bir tür ilahi güç varsa evrende, rica ediyorum şu işe bir el atsın, istediğimi oldursun.

the gaybourhood

Taksim'e "Women Club" adlı yeni bir yer açılmış. Her ne kadar infosunda "kadınlar için" falan türü bir şey yazmasa da ben isimlerinden hedef kitlelerinin kadınlar olduğunu çıkardım. Sonra Facebook'ta mekanda çekilen fotoğraflara baktım, go-go boy'lar falan vardı. Gay kadınlar için açılan bir mekanda neden erkekler dans ediyor bilemiyorum. Ayrıca fotoğraflarda en az 5-6 tane orta yaşlı kel erkek gözüme çarptı. Kadınlara hitap eden gay bir mekanda, hetero ya da gay, erkeklerin ne işi var anlamıyorum. Kadın arkadaşlarıyla gelenlere bir lafım yok da, gerisi ne yapıyor? Bir tür reverse fag hag'lik (sürekli gay erkeklerle takılan, "ayy canım ne şekersin sen" yapan hetero kadın modeli) örneği mi? Ya da saçma sapan bir "Olur da belki birini eve götürürüm" mantığı mı? Hayal mı görüyor bu adamlar? Oradaki kadınlardan birinin size dönüp bakma olasılığı dirseğinizde birden bir adet göt deliği belirme olasılığından daha düşük, farkında değilsiniz herhalde.

Bir de nedense bu ülkede gay mekanlar kendilerine "marjinal" diyor. Yok marjinal eğlence, yok marjinal gece kulübü falan. Ve içerideki kitle de, snobluk gibi olmasın ama, hayatta yaptığı en marjinal şey Serdar Ortaç'ın son şarkısının sözlerini henüz ezberleyememiş olmak olan bir insan grubu. Butchluğu maçoluk zanneden mi ararsınız, hala aktif-pasif roller gibi salak salak şeylerle uğraşan mı, maço kız arkadaşına "kocacım" diye hitap eden turuncu fondötenli kadınlar mı. Heteroseksizm ve heteronormativite heteroseksüel bile olmadıkları halde hepsinin içine işlemiş. Ne marjinalliği, LOL demek istiyorum kendilerine. Açık açık "gay bar" demek yemiyor herhalde.

İstanbul'a acilen fena halde upscale bir gay bar lazım. Cuma ya da cumartesi gecesi içeri erkek alınmayan (ya da bir bölümü sadece kadınlar için olan), girişi şöyle 30-40 lira olan, dolayısıyla içeride kariyer sahibi, düzgün insanlar barındıran bir mekan (evet, snob alert). Ve diğerleri gibi eski bir binanın bilmemkaçıncı katında olmayan, giriş katında olan ve girişinde alnının akıyla kocaman bir gökkuşağı dalgalandıran. Doğru düzgün müzik çalan.

Çünkü ben hiç alternatif olmadığı için binaların üst katlarına gizlenen, Tekel vodka içilen, Demet Akalın dinlenen ve cinsel yönelimimden başka en ufak bir ortak nokta sahibi olmadığım, sosyokültürel olarak ayrı dünyaların insanı olduğum tiplerle dolu mekanlara gitmek zorunda kalmak istemiyorum.

Saturday 5 November 2011

big gay heart

Biraz önce yıllardır izlemeye niyetlendiğim, ama bilgisayarımda uzun süredir duruyor olmasına rağmen nedense bir türlü izlemediğim If These Walls Could Talk 2'yu izledim. Bilmeyenler için, farklı zaman dilimlerinde yaşamış üç lezbiyen çiftin hikayesini anlatan ve *bir sürü* tanıdık ismin rol aldığı bir film. 1960'lı yıllarda yaşayan, 60-70 yaşındaki çiftin olduğu ilk bölümden etkilendiğim kadar bir filmden etkilenmemiştim uzun zamandır. Böyle başladığı gibi ağlamaya başlayıp yarım saat aralıksız ağladığım diğer tek film A Single Man'di. 70'lerde geçen ikinci bölümde de gözlerimin dolduğu sahneler oldu. Ve malesef Amerikan lezbiyen scene'i için çok geçmişte kalmış olan o "Butchlar kendini erkek sanıyor" saçmalığının ülkem ortamında hala yaşaması sinirime dokundu. Keşke insanlar böyle salakça önyargıları aşıp büyüseler artık. Neyse. En azından üçüncü segment mutluydu.

İkinci bölüme bayıldım özellikle. Chloe Sevigny ve Michelle Williams çiftinin birbirlerine ne kadar yakıştığından ve aralarındaki elektriğin ne kadar inandırıcı göründüğünden bahsetmeden geçemeyeceğim. Bir de Chloe Sevigny'e o butch görünüm bence her zamanki halinden daha çok yakışmış.



İzleyin.

PS. Film boyunca 21. yüzyılda yaşadığıma şükrettim.

Thursday 3 November 2011

dorky much?

Uzun süre aradan sonra yine online alışveriş moduna geçtim. Yemeksepeti'nden verdiğim bir sipariş sayesinde bir pırlantacıdan 50TL indirim çeki kazanmıştım. Onu çok cici bir pırlanta yüzüğe harcadım. Ve aşırı ucuza geldi. Ayrıca bir de Penti'nin internet satışı olduğunu fark edip mutlu oldum. Normal külotlu çorapların bacak ve bel kısmı fazla kısa geliyordu bana, Türkiye'de pek çorap bulamıyordum. Annemin en son Marks and Spencer'dan benim için aldığı bir çoraba 50TL verdiğini görünce işe bir el atmaya karar verdim. Sonuç olarak Penti'nin sitesinde normalden daha büyük çorapların 7-8TL'ye satıldığını gördüm, sipariş verdim. O da gelir yarın.

**

Birisi bloguma "Katherine Moennig'e benziyorum" diye aratarak gelmiş. Gel tanışalım dedim görünce refleks olarak.

Tuesday 1 November 2011

i notice you noticing me

Bazen keşke daha girişken olsaydım diyorum. Heyecanlanınca gerçekten kalakalıyorum çünkü, aklımdan çok şey geçse de ağzımdan tek bir kelime çıkmıyor. Sonra aklıma binlerce şey geliyor, "Keşke bunu deseymişim" diye.

Monday 31 October 2011

total BS

Boğaziçi'nde açılan Starbucks'ı protesto için böyle bir şey dağıtılıyormuş kampüste.



Nedense insanlara Starbucks çok batıyor bu ülkede. Ya da Starbucks değil de, genel olarak "lüks" kabul edilen şeylerden bahsedilmesi batıyor diyelim. Ekşi Sözlük'te ne zaman Starbucks'la, Harvey Nichols'la, pahalı bir çanta markasıyla ilgili bir şey yazsam kötüleniyor mesela. Gerçekten kedi-ciğer muhabbeti, başka şey değil.

Şimdi bu Starbucks-CocaCola-kapitalizm-tü kaka insanları sanki kapitalizmin dışında mı yaşıyor? Hiç bir çok uluslu şirketin ürünlerini tüketmiyorlar mı? Tek uluslu ya da yerli firmaların ürünleri kapitalist ekonomiye dahil değil mi? Bu ilanı bastıran tipler bilmemne köyünde kendi tarlalarında kendilerini doyurmaya yetecek kadar sebze ekip, topluma dahil olmadan bir komün hayatı falan mı yaşıyorlar?

O bahsettikleri 1 liralık kantin kahvesi çok uluslu bir şirket olan Nescafe'nin üçü bir aradası değil mi?

İnsanların zihniyetini en ufak bir şekilde etkilemeyecek, buruşturulup çöpe atılacak bir ilan için bir sürü ağaç kesilmesine neden olup, cebinden baskı parası ödemek kahveye 6 lira ödemekten daha büyük bir kerizlik değil mi?

Onu da geçtim, sana ne kardeşim benim kahvemden? Belki para içinde yüzüyorum, o para cebimde ağırlık yapıyor, kahve 6 değil 60 lira olsa beni rahatsız etmiyor. Belki maddi durumum senden daha kötü, ama bütün hafta para biriktirip 5 gün boyunca çalışmamın hediyesi olarak kendime Starbucks'tan kahve ısmarlıyorum. Belki tadı hoşuma gidiyor. Belki bedava internete ihtiyacım var. Belki o sakin ortamına bayılıyorum. Belki evime, iş yerime, okuluma en yakın mekan. Belki Starbucks kahvesi içince götüm o derece kalkıyor ki orgazmik hissediyorum. Sana ne yani? Anlamadım gerçekten.

Bırak sen kantin kahveni iç, ben Starbucks'ta tall Americano'mu içeyim.

PS. "Vermekten dolayı" ifadesinde anlatım bozukluğu var sanki.

PPS. Bu arada geçen gün gazete için hazırladığım bir haberde insanların ellerinde grande kahveyle gördükleri birinin küçük kahveli birinden daha önemli birisi olduğunu varsaydığından bahsetmiştim. Acaba tall değil de grande mi içsem bundan sonra? Bu insanlara iyice batsın hem.

**

Starbucks'tan bahsetmişken, dün acayip ötesi bir rüya gördüm.

Kuzenimle Londra'ya gitmişiz. Benim ev tutmam gerekiyor, ama nedense gitmeden tutmamışım. Oradaki eski evime gidiyoruz, bakıyoruz falan, evi kiralayan emlakçılar değişmiş. Tacizci bakışlı herifler gelmiş yerlerine. Canımızı zor kurtarıp kaçıyoruz. Kuzey Londra'da alakasız bir kamp yerine gidip, çadır kuruyoruz. 2 gün kalıyoruz, bir bakıyoruz geceliği 64 pound'muş. "Oha" diyorum, "o paraya otelde kalsaymışız keşke." Neyse, ödeyip Central London'a geliyoruz. Kuzenime diyorum ki, "Starbucks'a gidelim, benim Starbucks kartım olduğu için bedava internete girebiliyorum, orada nete girip kendimize bu gece kalacak ev buluruz. Hem de canım Mango Frappuccino çekiyordu günlerdir." Ama biliyorum, hemen o gün taşınacak ev bulmamız zor. Arkadaşlarımın çoğunun evi merkeze uzak olduğu için onlarda kalmak istemiyoruz. Aklıma şöyle bir fikir geliyor: "En olmadı gider, St.Paul'ü işgal eden Occupy London protestocularının yanına çadır kurup onlardan biriymiş gibi yaparız ev bulana kadar." Sonra nasıl olduysa BFI'da bulduk kendimizi. Lindsay Lohan'in koyu kızıl-kahve saçlarla, kırmızı rujla ve siyah bir korseyle sahnede oturup sigara içtiği, "Denizde daha çok balık var" türü İngilizce sözleri olan bir şarkı söylediği bir tür konser videosu sahneleniyordu. Sonra uyandım.

Çok çılgın değil mi?

Sunday 30 October 2011

hell no

Çok acayip bir akşam geçirdim. İş gününün tamamını bir "blur" şeklinde geçirdikten sonra Taksim'de kuzenimle buluştum. Ekvator Cafe'ye yemek yemeye gittik.

Mekanın oturduğumuz katında bizden başka kimse olmamasına rağmen ve geldiğimizi gördüğü halde 5 dakika sonra gelen Garson 1, "Menü vereyim mi" diye sordu. Aklımızdan "E heralde" diye geçirip gayet durumu garipsedik. Sonra sipariş verdik, adam "Tamam" dedi ve gitti. Bir kola, bir bira, bir tavuklu fajita ve bir burgerden ibaret olan siparişimizi aklında tutamamış olacak ki, biraz sonra gelip "Sizin siparişleri bir daha alabilir miyim" dedi. O sırada kendisine Foursquare'de check-in yapanlara fındıklı vodka shot hediye etme kampanyaları olduğunu hatırlatarak shot'larımızı istedik. Adam neden bahsettiğimiz anlamadı. Garson 2 geldi, ona da anlatmaya çalıştık, anlamadı. En son bir tür işletmeci olduğunu tahmin ettiğim bir adam geldi, o ne dediğimizi anladı. Ancak 10 dakika sonra ne shot'larımız, ne de içeceklerimiz gelmemişti. "Bizden başka insan yok, neden içecekler hala gelmedi" diye düşünerek bara baktım, 2 tane garson oturmuş sohbet ediyor ve mekanın kapalı olmasına rağmen sigara içiyorlardı. Neyse, sonunda içkiler geldi. Yarım saat sonra falan da yemek geldi. Tavuklu fajitam beef fajitaya dönüşmüştü. Geri gönderip bir yarım saat daha beklememek için sesimi çıkarmadım. Shot'lar bu arada hala gelmemişti, bilmemkaçıncı kez hatırlattıktan sonra yemeğin sonuna doğru geldi. Yedikten sonra hesabı istedik, bir baktım Garson 1 adisyona en başından direk beef fajita yazmış, ve arada 5 lira fiyat vardı var. Hesabı getiren Garson 2'ye hata yapmış olduklarını söyledim. Bana hiç bir cevap vermedi, sadece kafasını yana yatırarak "Ee napalım, ödeyin artık hadi" modunda sırıttı. 3-4 kere itiraz ettik, her seferinde aynı sırıtış ve elini uzatıyor kredi kartını verelim de makineden geçirsin diye. O sırada Garson 1 geldi, ona da durumu anlattık. "2 kere tavuk fajita dediğimiz halde beef getirdiniz, zaten bir içecek bile 15 dakikada geldi, yemek 40 dakikada geldi, biri yer biri bakar modunda geri gönderip bir o kadar daha mı bekleseydik" dedik. Adam kesinlikle hatasını kabullenmeyerek "Onu yemek gelince söyleyecektiniz" falan dedi. Servisin çok yavaş olduğunu ve beklemek istemediğimizi bir daha hatırlattık, "Fiyat farkı olduğunu düşünmediğimiz için bir şey dememiştik" dedik. Bu sefer adam bize "Hayır fajita 15 dakikada geldi, içecekleri de yemekle birlikte getirmek için özellikle beklettik" dedi. "Bana 'İçecekleri önden mi getirelim, sonra mı' diye sordunuz mu, hem bizden başka insan bile yok, fıçıdan bir bira doldurup getirmek nasıl 15 dakika sürer" dedim. Bu sefer adam direk gözümün içine kadar dibime girip gayet kabadayı ve küstah bir tavırla "Sen ne anlarsın burada işlerin nasıl yürüdüğünden" türü kaba ötesi bir laf etti. Tam bir mahalle kabadayısı tavrıyla. Ben o farkı ödememekte ısrar ettim, adam iyice kabalaştı, o sırada işletmeci olduğunu sandığım insan geldi, garsonu kenara çekerek "Kavga mi edeceksin insanlarla, ne yapmaya çalışıyorsun" falan dedi. Garsonlar bir özür bile dilemeden ortadan kayboldu, işletmeci özür diledi ve farkı hesaptan düştü. Ödeyip çıktık.

Ben bir daha böyle bir mekana hayatta adım atmam. Kuzenim de atmaz. Umarım bunu okuduktan sonra siz de atmazsınız.

Dünyanın uygar ülkelerinde müşteriye çalışanların hatası sonucu yanlış yemek gelirse, o yemeğin parası alınmaz. Müşteri o yemeği yer ya da geri gönderip doğrusunu bekler, ama para ödemez. Medeni ülkelerde yaptıkları hata garsonlara belirtildiği zaman "Kusura bakmayın, hemen halledelim" derler. Müşterilere "Bir tokatlamadığın kaldı" dedirten mağara adamı tavırlarında bulunmazlar. Ve son olarak müşterisine saygı duyan işletmeciler, böyle adamları çalıştırmazlar. Böyle tatsız bir şeye maruz kalan müşterilerine özür amaçlı "Ödemeyin, ikramımız olsun" derler. Hadi yemeği ikram etmeyecek kadar para derdindelerse, bir içki ikram ederler bari ki müşteri mekandan soğumasın.

Ama nerede..

Neyse, sonra Kafe Pi'ye ve ardından Bigudi'ye gittik. Yanımda Avusturyalı bir arkadaşım vardı. Gece boyunca 4928 tane insan yanımıza gelip "Sevgili misiniz" diye sordu. Ne alaka bilmiyorum. Sonra bunu sormaya gelenlerden biri "Hayır" cevabımın üzerine "Karşıda oturan arkadaşım senden hoşlanmış ama Balık burcu olduğu için gelmeye çekiniyor" dedi. Kimsenin kalbini kırmak istemediğim için biraz-arkadaşça-konuşur-sonra-ilgilenmediğimi-belirtirim diye düşündüm ve böyle arkadaş göndermeyi ilkokul işi bularak "Neden kendi gelmiyor" dedim. Kız bunu iletmeye gitti, sonra geri geldi. "Utanıyor o, Balık burcu ya, sen gel" dedi. Bunun Balık burcuyla alakasını anlamadığım halde "Ben de üşeniyorum, Yengeç burcuyum ya, gelemem, arkadaşlarımla oturuyorum görmüyor musun" dedim. O sırada arkadaşlarımdan biri "Bir problem mi var" diye olaya dahil oldu. Masamıza gelen kız "Arkadaşın arkadaşıma bakıp duruyormuş iki saattir, şimdi de naz yapıyor" türü bir laf etti. Benden ve benden hoşlanan insandan gayet alakasız olarak yanımıza gelen maço ötesi kızla arkadaşım dışarı çıkıp tartışmaya başladılar. Sonra hoşlanan insan yanıma gelip arkadaşının sarhoş olduğunu söyleyerek özür diledi ve maço kızı alıp gitti.

Çok bizarre bir olaydı.

Gerçekten "bakıp durmuyordum" kesinlikle. O kız yanıma gelene kadar karşı masada oturan insana dikkat bile etmemiştim, o karanlık ortamda görmem mümkün değil zaten. Öylesine özellikle birine bakmadan etrafıma bakınıyordum, barlarda herkesin yaptığı gibi. O insan da bunu "bana bakıyor" olarak algılamış sanırım. İlginç.

Bu kadar aksiyona rağmen uzun süredir dün geceki kadar eğlenmemiştim. "1'e kadar dayansam da arkadaşıma ayıp olmasa bari" diyen ben 2 tane 70'lik, 2 fındık vodka, 4 Long Island, 2 Jack Daniel's ve 3-4 tane ne olduğu belirsiz shot kombinasyonuna isyan eden midem yüzünden eve dönmek zorunda kaldığımda saat 4'tü. Çok, çok eğlendim Isabelle ile. Ve birkaç farklı kişinin gelip benimle muhabbet başlatmaya çalışması da egoma iyi gelmedi desem yalan olur.

Alakasız bir şekilde dün 4 yıldır falan görmediğim bir arkadaşımı gördüm Bigudi'de, onun masasına oturduk. Masadaki diğer 2 kişiden biriyle aynı yerde çalışıyormuşuz. Dünyanın küçüklüğüne oha diyorum bazen.

Orta sonda Mavişehir'den Güzelbahçe'ye olan uzuuun okul yolunda çok dinlerdim bu şarkıyı. Aklıma geldi bugün.

Friday 28 October 2011

adorable illusion

Likit eyeliner'ım bitmek üzere. Bunu fark edince "Watsons'a falan gidip yenisini alsam" diye düşünüp Google'a koştum. Sonra baktım ki Beyoğlu'nda Watsons yokmuş. Sinir oldum, bari normal parfümeri bulayım dedim. Bulamadım. Evet, koskoca İstiklal Caddesi üzerinde Sephora ve M.A.C. dışında makyaj malzemesi satan yer ya yok, ya da internet dünyasına henüz adım atamamış. Sinir oldum. Eczanelerde likit eyeliner olduğunu sanmamamın yanı sıra, dandik marka bir şeye piyasa fiyatının 2 katını veresim hiç yok. Normal fiyata Rimmel ürünleri satan parfümeri istiyorum İstiklal'de.



Thursday 27 October 2011

word vomit

İnsan birinden çok etkilendiği zaman gerçekten bahsetmeden duramıyor. Yok yani, mümkün değil.

En son crush'ımdan bahsetmiştim size. O kadar çok şey hissediyorum ki, ve hislerimi o kadar kendi başıma yaşıyorum ki, birine anlatmak zorunda hissediyorum kendimi. Şu anda bütün zamanım işte geçtiğinden ve iş dışındaki arkadaşlarımla pek sık görüşemediğimden de kimseye anlatamıyorum. Ben de o yüzden bu insanı mümkün olduğu kadar günlük konuşmalarımın arasına sıkıştırıyorum. Mean Girls'deki "word vomit" gibi çünkü, içimde tutamıyorum.

Ve bu ilk kez başıma gelmiyor. Şu ana kadar ne zaman birinden bu derece etkilensem, birine anlatmak için içim çatlardı resmen. Aileme henüz açılmadığım zamanlarda kız arkadaşlarımdan "Arkadaşım şunu şunu yapmış" diyerek bahsederdim mesela. Ya da biriyle birlikteysem ve açık açık başkasından hoşlandığımı söyleyemiyorsam ya yine "Arkadaşım böyle böyle" diye ya da "X kişisi şunu yaptı sinir oldum" diye konuyu oraya getirirdim. Bazen konuşmayı o kişiye yönlendirmek için nasıl saçma şeylerden bahsederdim, anlatamam. Ama yine de yapardım bunu.

O yüzden insanlar aldatıldıklarını nasıl anlamıyorlar, gerçekten aklım almıyor. Eğer hala bunu bilmiyorsanız: Sevgiliniz ne tür bir şekilde olursa olsun ("Şu arkadaşım", "bu nefret ettiğim insan" vs.) yeni birinden çok bahsediyorsa, çoook büyük ihtimalle o insana karşı bir şey hissediyordur. Ve aslında onunla olmak isterken sizinle olmak zorunda oluşunu konuşmaya bir yerinden onun adını da katarak telafi ediyordur. Acı ama öyle malesef.

Monday 24 October 2011

the tell-tale heart

Geçen sene bu zamanlar baştan sona The Girl and The Robot dinleyerek geçirdiğim Brüksel gezimden yeni dönmüştüm (ve hatta ev arkadaşımın yokluğumda tüm peynirlerimi yediğini fark etmiştim). Soho'daki favori barımda çalışan birinden aşırı hoşlanıyor, "Bana şöyle şöyle derken ne demek istedi acaba" türü her lafının altında anlam arıyor ve para üstümü verirken elime dokununca günlerce tanıdığım herkese anlatıyordum. Falan filan.

O bar, 80'lerin başlarında açılarak Londra'nın ilk openly gay mekanı olan o güzel bar, bu ay sonunda bölgenin yenileniyor olması ve dolayısıyla sahibinin artan kirayı karşılayamıyor olması nedeniyle kapanıyor. Hayatımda çok önemli yeri olan bir mekana son bir kez gidemiyorum diye çok üzülüyorum aklıma geldikçe.

Sunday 23 October 2011

i'll confess all of my sins after several large gins

Birkaç gün önce bir post yazmış, ama sonra kendimi biraz arkadan konuşur gibi hissettiğim için kaldırmıştım. Bugünden sonra yayınlamanın bir zararı yok sanıyorum ki.

"Şu anda aşık olmadığım ve bana aşık olmayan biriyle daha yeni olmasına rağmen sallantıya girmiş bir ilişkideyim. Birine karşı duyduğum heyecanın 3-4 ayda geçtiğini sanarken bu sürenin 1 ay civarına inmiş olması kafamda bazı soru işaretleri oluşmasına neden oldu.

1- Her ilişkim bittiğinde "Bu ilişkiden bunu öğrendim" dediğim bir şey bularak onca zamanı yanlış biriyle harcamış olan kendimi avuturum. Bu ilişkiden öğrendiğim ne olacak? Sanırım bu: İnsanın kafasında "Şu şu şu özelliklere sahip olan/olmayan biriyle asla birlikte olamam" diye oluşturduğu kriterlere uymayan biriyle karşılaşınca "Neyse, çok seçici olmayayım, ona bir şans vereyim" dememesi gerekiyor bence. İnsan birinden ilk aşamada ne kadar hoşlanırsa hoşlansın, bazı farklılıklar zamanla onu karşısındakinden uzaklaştırıyor. Bu kesinlikle kaçınılmaz bir şey. Ben bu ilişkide ideal sevgili modelimden çok daha farklı olan, yaşam biçimi ve prensipleri bir çok noktada bana çok ters olan biriyle olmayı denedim. Ve iki insan o kadar zıtken spark mpark kalmıyor ortada. Ha belki insan çılgınlar gibi aşık olur, aşkın gözü kör olur falan, bilemem. Ama ben olduramıyorum bunu.

2- Gerçekten bundan sonra her ilişkim 1 ayda heyecanını kayıp mı edecek? Her ayrılığında ilk birkaç gün aklına geldikçe "Kötü oldu" diyen, ama onun dışında üzülmeyen ve etkilenmeyen bir insan mı olacağım hep? Şu ana kadar aşık olmaya en çok yaklaştığım insandan ayrıldığımda aylarca kendime gelememiş olmamın sebebi o an yaşça çok küçük olmamdan kaynaklanıyordu da artık duygusal olarak "büyüdüğüm" için bir daha öyle hissetmeyecek miyim; yoksa yaş maş dinlemeden aşık olabilir miyim günün birinde? Bazen kendimi asla tamamen hislerime bırakamayacak kadar gerçekçiymişim gibi hissediyorum çünkü.

3- Hayallerindeki sevgili gelene kadar oturup beklemeli mi insan, yoksa karşısındaki insanın onun için yanlış olduğunu bile bile sırf güzel zaman geçirmek ya da sıkılmamak adına onunla birlikte mi olmalı?

Bunları buraya şu anda birlikte olduğum insanın blog'umu okumadığını bildiğimden yazıyorum (arkasından yazmak gibi bir saygısızlık yapmak istemezdim, ama paylaşmam gerekiyordu aklımdan geçenleri). İdeal sevgili modelim kesinlikle düzenli olarak burayı okuyan biri. Bir insan nasıl birini sevdiğini iddia eder ve yazdıklarını okumaz aklım almıyor. Ben birini seviyor olsam, birine aşık olsam, onun hakkında olabilecek en ufak detayları bile bilmek isterim. Neler geçiyor aklından, ne hissediyor, neler yaşıyor bilmek isterim. Birini "sevip" de bunları merak etmemeyi hayal bile edemiyorum."


Bugün bu bahsettiğim insandan ayrıldım. Şu ana kadar bitmesini istediğim ilişkilerde hep saçma-sapan-davranayım-da-o-benden-ayrılsın stratejisi izlemiştim. Kendim "Ayrılalım" dediğim tek bir insan olmuştu bugüne kadar, bugünkü ikinci oldu. Ama iki durumda da ancak karşı taraf "İlişkimiz nereye gidiyor" temalı bir lafla konuyu açtıktan sonra ayrılmak istediğimi belirtme cesaretini bulabildim. İnsanları kırmaktan, üzmekten o kadar çekiniyorum ki, istemediğim halde ilişkilerimi sürdürüyorum. İnsanların yerine sevgililerinden ayrılan şirketlere gerçekten hak veriyorum. İlişki bitirmek fena bir şey.

Az önce yatağıma oturmuş yeni yıkanmış çamaşırlarımı katlarken aklıma bu ilişkiden aldığım ders gelmişti, bir-daha-bu-hataya-düşmeyeceğim dedirten bir şey. Ama ne olduğunu unuttum. Hatırlarsam söyleyeceğim.

Hatırlayana kadar aldığım ders şu olsun: Kafandaki ideal sevgili modeline uymayan biriyle birlikte olmaya çalışmaktansa, yalnız kalmak daha iyi. "Yetiniyor" oluyorsun yoksa.

Aldığım ikinci ders: Ben şu anda *kesinlikle* tek eşli olmak isteyen biri değilim. Ciddi ilişki isteyen biri de değilim. Gözünü sevdiğimin single hayatı.

PS. Bu hatırlayamadığım şey beni deli edecek şimdi sabaha kadar.

PPS. Bugün öğlen depremi öğrendiğimden beri içim bir fena. Ve sağda solda "24 şehidimiz, pis Kürtler, ilahi takdir" modu yorumlar gördükçe hayrete düşüyorum. İnsanlıktan çıkmış gerçekten bazıları. Kendilerine de birer doz ilahi takdir mümkünse.

Friday 21 October 2011

i'm giving you a night call to tell you how i feel

Fena, fena halde işkolik oldum. İki gün arka arkaya toplum içine çıkamayan, bir gün sosyal olunca ertesi günü evde pilini yeniden şarj ederek geçirmek zorunda hisseden ben, haftanın 6 günü sabahtan akşama zevkle çalışan bir insan haline geldim. "Ben bu huyumla nasıl her gün işe giden bir insan olacağım" diye düşünüp korkardım hep, ama insan zevk aldığı bir iş yapıyorsa gerçekten böyle şeyleri sorun etmiyormuş. Ve gerçekten insanın "Sabah olsa da işe gitsem" demesi mümkünmüş.

Bir de blog'uma gelen biri "Heather Peace eşcinsel mi" diye aratmış. E günaydın.

Sunday 16 October 2011

tomboy

Dün bildiğim kadarıyla Filmekimi'ndeki tek LGBT'imsi temalı film olan Tomboy'a gittim. Geçen hafta gittiğim yine bir Filmekimi filmi olan Uyuyan Güzel'de ölümüne sıkıldıktan sonra, bu film konusunda pek heyecanlı değildim. Hata etmişim. Aylardır beni bu kadar etkileyen, güldüren; bana bu kadar dokunan bir film izlememiştim. Kesinlikle tavsiye ederim, bulursanız izleyin.

Bir filmi çok beğenirsem ilk fırsatta hakkında yazılanları okurum. Biraz önce Tomboy review'lerini okurken gördüm ki Tomboy, Water Lilies'in yönetmeninin ikinci filmiymiş. Water Lilies'i 2007'de !f Istanbul çerçevesinde Caddebostan'da izlemiştim. Üzerimde beyaz bir gömlek ve siyah bir kravat vardı. İyice içimi sıkan film bittikten sonra o zamanlar yeni ayrıldığım ilk kız arkadaşımın evine gitmiştim. Yatağında oturup konuşmuş, birlikte webcam'le fotoğraf falan çekmiştik. Tomboy bir insan olan eski sevgilimin o gün ilk kez tanıştığım annesi odada yalnız kalmamıza fena uyuz olmuş, sürekli bir şey ister misiniz bahanesiyle kapıyı açıp durmuştu.

Dün Tomboy'a gittiğimde yanımda birlikte ayrılma-devam etme çizgisinde zigzag çiziyor olduğum şu anki sevgilim vardı.

Yeniden İstanbul'a döndüğümden beri o eski sevgilim aklıma geliyor her akşam.

Water Lilies'i izlediğim o geceye dönebilmek için neler vermezdim, size anlatabilmem mümkün değil.

Geçmişi deli gibi özlüyorum. Yağmurlu hava ve Pazar ruh hali bana yaramıyor.

Friday 7 October 2011

paranızı çöpe atma yolu olarak Reeder

Aldığımdan beri topu topu 4-5 kere kullandığım Reeder'ım son zamanlarda 6-7 dakika işe yürümem dışında dışarı bile çıkmadığı halde bozuldu. Bozuldu dediğim, ekranın camı gayet normal olmasına rağmen ekranın altındaki e-ink muhabbetinin olduğu adını bilemediğim kısım çatlamış gibi görünüyor.

Bunun üzerine müşteri hizmetlerini aradım, ve daha 2 ay önce aldığım şeyin 2 yıl garantisi olmasına rağmen benden tamir için "150 lira + KDV" istediler. Yenisi zaten 240TL. Bunu duyunca fena halde tepem attı. Abartısız 1,5 saat önce bunu duyduğumdan beri burnumdan solur haldeyim.

- İlk olarak garantisi olan, alalı 2 ay geçmiş bir şeyi tamir için nasıl para istersiniz?

- İnsanlara "Hesap numaramız şu, 150 TL + KDV gönderin, 3-5 gün içinde tamir edeceğiz" diye mail atmadan önce "Şu şu şu nedenlerden garantiniz geçerli değil" demeyi akıl edemiyor musunuz?

- Bu ürün bomboş bir çantada, kılıf içinde, hiç bir darbe almadan 10 dakika gezdi diye bozulacak kadar hassassa, neden satmadan önce insanlara böyle bir uyarıda bulunmuyorsunuz? Zaten yüklediğim çoğu e-kitabın bir sayfasını 3 dakikada açtığını, hatta bazılarında direk kilitlendiğini fark ettiğim ve aldığıma zaman zaman pişman olduğum bu ürününüzün bir de sokağa çıkarılamayacak kadar hassas olduğunu bilsem, kesinlikle almazdım. İnsan dışarı çıkaramayacaksa, ne yapsın e-kitap okuyucuyu?

Eğer bunu alıp paramı tamamen iade etmezlerse, ya da ücretsiz tamir etmezlerse yemin ediyorum Ekşi Sözlük'ten başlayarak (ve hatta yıllardır açmamakta ısrar ettiğim halde bir Twitter hesabı açarak) aklıma gelen her türlü sosyal medya sitesinde ve tüketici hakkı sitesinde bu olayı duyuracak ve bir tüketici hakları derneğine başvurup yasal haklarımı öğreneceğim. 300TL'ye yakın para ödediğim bir şeyi iki ay geçmeden çöpe atmaya hiç niyetim yok, gerekirse hiç acımam bir o kadar daha parayı bir avukata verir ve bu işin peşini bırakmam. Çok uyuz oldum cidden.

Bir de işin en sinir bozucu kısmı, bana "Şu şu şu ürünümüzü alırsanız elinizdeki bozuk Reeder'ı bedavaya tamir ederiz" gibi 3-4 farklı teklifle gelmeleri. "Eğer bize 1000TL daha verirseniz onu bedavaya tamir ederiz" şeklinde. Tam bir enayi muamelesi. Müşterinize verdiğiniz değerin 0 olduğunu, müşteri memnuniyetine önem vermek yerine ne-yapsam-da-daha-çok-para-kazansam zihniyetinde olduğunuzu gördükten sonra ben niye gidip bir daha sizin ürünlerinizi satın alayım ki? Madem böyle hassas şeyler yapıyorsunuz, bozulunca da sorumluluk üstlenmiyorsunuz, garantiyi anında yok sayıyorsunuz, niye bir daha o riski alayım ki?

Bu ürünü ilk aldığımda 4-5 ayrı kişiye birden tavsiye etmiştim ve hepsi yurtdışından Kindle ve türevlerini almak yerine Reeder'ı tercih etmeyi düşünüyordu bu yüzden. Bundan sonra ne o insanların, ne benim Reeder'ın yanına bile yaklaşma ihtimalimizin olmadığını kesin olarak belirteyim.

Eğer Reeder almayı düşünen ve Google'dan Reeder diye aratıp blog'uma ulaşanlar varsa, size tavsiye: Kesinlikle gidin Kindle alın. E-ink ekranlarda bu şikayet çok sık görülüyor araştırdığıma göre, ve Amazon böyle bir durumla karşılaşan müşterilerine sorgusuz sualsiz yeni Kindle veriyor. Kindle'ının üzerine oturup ekranını kıran insanlara bile bedavaya yeni Kindle veriyorlar, o derece. Amazon'dan gönül rahatlığıyla alışveriş yapmak varken böyle şark kurnazlıklarına kanmayın.

Tuesday 4 October 2011

the cnn effect

Hayatımda hiç bu kadar meşgul olmamıştım. Cuma sabahı İzmir'den Ljubljana'ya doğru yola çıktım, orada süper bir haftasonu geçirdikten sonra Pazar akşamı İstanbul'a geldim. Dün de bir gazetede staja başladım. Sabah kalk, işe git, kafanı kaldırama, eve gel, biraz nete gir, uyu şeklinde geçiyor günlerim.

Şu son 2 günde aldığım 3 ders:

1- 'Seks satar' muhabbeti her yerde olduğu gibi burada da geçerli. Bir yerinden seksle alakalı haberler mutlaka kendine yer buluyor.

2- Dış kaynaklardan haber derlemek kesinlikle haberi çevirmekle bitmiyormuş, bunu anladım.

3- Sürekli ajansları takip edip dünyada olan biten önemli her şeyden televizyon kanallarına ya da gazetelere düşmeden haberdar olmak, akşama haber bülteninde bir şey görünce "Ben bunu sabahtan beri biliyordum" diyebilmek insana sapıkça bir zevk veriyor.

Şimdi izninizle gidip kendimi yatağa atacağım.

Tuesday 27 September 2011

the one behind the wheel

Yıllardır birlikte olan, ve yıllardır her görüşmemde mutlaka kavga modunda olan bir çift tanıyorum. Bu çiftle ne zaman aynı ortama denk gelsem ya kavga ediyor ya da "ayrılmış" oluyorlar. En son birkaç gün önce milyonuncu kez ayrılıp arkadaş ortamlarındaki herkesi de olaya dahil edip gerdikten sonra yine barışmışlar, "Sana nasıl aşığım biliyor musun" ruh haline geçmişler.

Böyle haftada bir kavga eden, ayda bir ayrılıp "Bu kez kesin bitti" yapan, sonra yeniden canım cicim olan insanlarla çok ayrı dünyalarda yaşıyoruz sanırım. Benim insanlarla ilişkilerimde bir kavga kavramı vardır, bir de tartışma. Tartışma, tarafların fikir ayrılığına düştüğü, ve sonra her tarafın fikrini karşısındakine insan gibi medeni bir şekilde açıklarken aynı zamanda diğer fikirleri de ne kadar kendine ters görünürse görünsün kafasında tarttığı; duygulara rağmen yine de mantık çerçevesi dahilinde olan bir durumdur. Kavga, insanların fikir ayrılıklarını mantıktan uzak ve kapalı zihinli bir şekilde düşüncelerini karşı tarafa zorla/duygu sömürüsüyle/triple/manipülasyonla bilmemneyle kabul ettirerek çözmeye çalıştığı bir durumdur. Bir ilişkide tartışmalar olur, ama kavgalar olmamalıdır bana göre. Dolayısıyla ilişkilerde kendine saygısından taviz vermeyen biri haline geldiğimden beri kavgalar benim için ilişkiyi tamamen bitirme sebebidir.

Bir önceki sevgilimle bir gün çok kötü bir kavga etmiştik, ve ben bunu ilişkimizin sonu olarak yorumladığımdan baya üzülmüştüm. Ben bu kadar üzgünken neden bu kadar tepkisiz olduğunu sorduğumda, olaya "Kavga ettik ama aramız ertesi güne düzelir" diye baktığını ve benim niye tek bir kavgayı ilişki bitirecek bir şey olarak gördüğümü anlayamadığını öğrenmiştim. Çoğu insan onun kafadan sanırım.

Monday 26 September 2011

whatever you've planned for me, i'm not the one

İlginç bir haftasonu geçirdim. Haftasonu sezonun son deniz faslını yapma adına Karaburun'a gittik. Annemin birkaç arkadaşı ve onların arkadaşları vardı. Akşam hep birlikte rakı sofrasına oturuldu. Masada çoğu bir gazetede ya da internet sitesinde yazan, hepsi son derece kültürlü ve ilgi çekici 10 kadar insan vardı. Muhabbeti keyifle dinliyordum ki, bu insanlardan biri -yaş, konum vs. açısından masa hiyerarşisinde en üstte olan insandı göründüğü kadarıyla- son derece homofobik laflar etmeye başladı. Karşımda oturan insanlarla karşılıklı yüz buruşturmamız sırasında göz göze geldik o laflar edilirken, yani masada o cümlelerden hazzetmeyen tek insan ben değildim kesinlikle. Ama kimse bir şey demedi, kimse "Böyle bir dille konuşmayın lütfen" demedi. Bu muhabbet birkaç kez daha tekrarlandı aynı insan tarafından. Anneme hem adamın laflarından, hem de kimsenin tepki vermeyişinden rahatsızlık duyduğumu söyledim. "Boşver şimdi, bir şey deme, içkili zaten çok" tepkisi verdi annem.

Bir insanın alkollü olması, bilmemnerenin saygıdeğer yazarı olması, dedem yaşında olması, "ibne" kelimesini mizahi bir bağlamda kullanması, falan filan olması homofobik laflarının hoş görülmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Homofobiye her yerde, her zaman meydan okunması gerekiyor. Ve ben o anda hem 1-2 kişi dışında kimseyi tanımadığım bir ortamda bulunduğumdan, hem yaşça herkesten küçük olduğumdan, hem de aralarına sırf annem yüzünden dahil olduğum bir insan grubunun keyfini kaçırmak istemediğimden bir şey diyemedim o anda. Gece boyunca bir daha adamla muhatap olmamaktan başka şey yapamadım. Kendime saygı seviyem 10 puan azaldı bu yüzden. Bir daha asla kimsenin homofobisini tolere etmek zorunda kalacağım bir duruma düşmek istemiyorum.

**

Pazar günü Karaburun dönüşü ben Arby's'e gitmek istiyorum diye Balçova'ya gittik. Yazın baktığımda Arby's Balçova Kipa'da diye gördüğümü hatırlıyorum. Baktık değilmiş, Asma Çatı'daymış. "Asma Çatı" gibi adını bile bilmediğim bir yerde olsa hatırlardım kesinlikle, Balçova Kipa'yı tamamen sallamış olmam mümkün değil. Arby's hep Asma Çatı'da mıydı, yoksa bir ara Kipa'da da oldu mu?

Neyse, Arby's'i bulup beklemekten soğumuş ve sertleşmiş ekmekli yemeğimizi yedikten sonra Ikea'ya gittik eve bir şeyler bakmak için. Pazar günü Ikea'ya gitmek inanılmaz bir hataymış, bunu anladım. İçerideki 1500 insanın hepsi birbirini ittiriyor, birbirinin önüne falan atlıyordu. Bazı insanlar yol ortasında durmuş laflarken insan trafiğini tıkıyordu, biraz sert bir şekilde "Pardon, geçebilir miyim" deyince de küfretmişim gibi yüzüme bakıyorlardı. Üstüne üstlük çıkışta park yasak olan yükleme alanına araba park edip içeri giren dangoz insanları görünce bu ülkeye dair umudumu biraz daha yitirdim.

Eve gelirken trafikte salağın teki saçma sapan makaslayıp dururken öyle bir önümüze fırladı ki, az kalsın kaza yapıyorduk. Anneme "Niye kornaya basıp uyuz olduğumuzu belirtmedin" diye sordum. "Şehir eşkiyası bi tipe denk geliriz başımıza bişey gelir aman boşver" cevabı verdi. Geçenlerde iş arkadaşlarından bir tanesi saçma sapan hareketler yapan bir adama korna çaldıktan sonra adam kadına yanaşıp arabasını bariyerlerle kendisinin arasına sıkıştırmış. Kadının arabasında oluşan hasar bariz olmasına rağmen polis "Eğer şikayetçi olursanız ifade vereceksiniz, mahkemeye gideceksiniz falan, uzun iş, emin misiniz, uğraşabilecek misiniz bunlarla" falan demiş. Yine ülkem insanıyla ilgili sosyal tespitlere daldım bunu duyunca.


Friday 23 September 2011

i shall avenge the death of all the romance

Taksim'de meydana 5 dakika uzaklıkta bir evi idare eder bir fiyata bularak ev sorununu çözmüş bulunuyorum. Stres katsayım oldukça azaldı.

**

Bugünlerde kime email atsam cevap gelmiyor. Yunanca kursuna gitmek istiyorum, veren kuruma mail attım cevap yok. Yanında staj yapacağım insana mail atalı 5 gün oldu, cevap yok. 2 gün önce Ekşi Duyuru'da ev ilanı veren birine mail atmıştım, cevap yok.

İnsanların iş-güçlerinde emailin yeri çok büyük olduğu halde maillerine bakmıyor olması mı, yoksa bakıp da kaale almıyor olması mı daha sinir bozucu bilmiyorum. Ben ki bir iş sahibi olmadığı halde günde 500 kere emaillerine bakan, önemliyse mutlaka o gün cevap veren bir insanım. Aklım almıyor bu işi.

**

Ben İzmir'de olduğumdan ve İstanbul'daki evi görmeden tutmak istemediğimden kız arkadaşım gidip benim yerime görme iyiliğinde bulundu. Meydandan evi tarif etsinler diye ona bir telefon numarası vermiştim. Neyse, eve gidip bakmış, genç bir çocuk tarafından gezdirilmiş. Buraya kadar normal. Ama evi gösteren çocuk yol tarif etsinler diye aradığı sırada telefon numarasını gördükten sonra gece mesaj atmaya başlamış "Facebook'un var mı, akşam dışarı çıkalım mı" falan şeklinde. Sabah da arayıp mesajlarına devam ediyormuş çocuk duyduğuma göre, ve hatta cevap vermiyor diye trip atıyormuş. Hayatta böyle bir şey başıma gelmemişti, inanamadım da zaten duyduğumda. Ne biçim insanlar var bu ülkede.

Hayretler içinde kalıyorum.

**

Facebook'ta bugün yeniden karşıma çıkan eski bir şarkı gelsin o zaman:



Sözlük'te "22'nizdeyseniz ve başkalarının kollarında ağlayamıyorsanız, the dears'ın bu şarkısı biçilmiş kaftandır sizin için" yazmış birisi. 22 ve başkasının kolunda ağlayamayan biri olarak duygulandım fena halde.

Wednesday 21 September 2011

if columbus was wrong, i'd drive straight off the edge

Fena, fena bir stres içindeyim.

Yanında staj yapacağım gazeteci bana başlangıç tarihim olarak 1 Ekim'i söylemişti. 1 Ekim'in Cumartesi'ye geldiğinin farkında olmadığını varsaydım ben, ama bazı arkadaşlarım "Medya sektöründe belli olmaz, gerçekten Cumartesi başlamanı istemiş olabilir" falan diye düşünüyor. Yine de beş kuruş para vermedikleri, yemek ya da yol masraflarını bile ödemedikleri, sigorta falan etmedikleri, son derece gayriresmi çalışan bir stajyeri haftasonu çalıştıracaklarını sanmıyorum. Neyse, yine de 1 Ekim'de giderim diye düşünüyordum ki, 2 Ekim Pazar akşamı İstanbul'a dönecek şekilde Slovenya'ya gitme şansı çıktı karşıma; ve 10 dakika içinde gidip gitmeyeceğime karar vermem gerekiyordu. Yeni yerler görme şansını asla kaçırmayan bir insan olduğumdan gitmeyi kabul ettim. Sonra da bu bahsettiğim insana Pazartesi başlayıp başlayamayacağımı soran bir email attım. 2 gün oldu, cevap gelmedi. Panikledim.

Bir diğer panik sebebim ise kendim hiç görmeden, Pazar akşamı Slovenya dönüşü bana tertemiz bir şekilde hazır olacak bir ev bulmak zorunda olmam. Normal koşullar altında Taksim tarafında bir 1+1 ya da stüdyonun kirası 800TL falan civarındayken, sırf iki ay kalacağım diye ve eşyalı eve ihtiyacım var diye bana 30-40 metrekarelik evleri turist fiyatına aylığı 2.000TL'ye falan kiralamaya çalışan fırsatçı tiplerle uğraşıyorum günlerdir. Ne kadar bıktım anlatamam. 800'e Cihangir'in arka sokaklarında asansörsüz eski bir binadaki banyosuz, mutfaksız, televizyonsuz bir oda kiralamaya çalışanlar; Elmadağ'da 1.500'e "full eşyalı" her şey dahil ev kiraladığını iddia edip sonra eve bir fırın ve mikrodalga koymayanlar, temizliğe de ekstra para isteyenler; aynı fiyata mutfaksız, banyolu bir odayı "stüdyo" diye kakalamaya çalışanlar; bilmemne ara sokağındaki 60 yıllık apartmanda 1+1 bir dairenin içini yenileyip ayda 3.500TL isteyenler; "Normalde kiramız 900 ama siz sadece 2 ay kalıyormuşsunuz diye 1.500 olur" diyenler; hiç bir detaya yer vermediği bir ev ilanı verip sonra "Biraz evden bahseder misiniz" diye arayan insanları "Neyinden bahsedeyim" diye tersleyenler; her türlü şeyle karşılaştım. Arkadaşlarım aracılığıyla bulduğum ev arkadaşı arayan insanların da evleri ya Taksim'e her gün gidilip gelinemeyecek kadar uzak; ya da benim rahat edemeyeceğim kadar eski, dökülen apartmanlarda.

Londra'da Oxford Street'e 10 dakika uzaklıkta bir ev bulmam hem bundan çok daha kısa sürmüş, hem de bana çok daha ucuza mal olmuştu. Zamanında Taksim'de ev alıp, içini IKEA'dan döşeyip sonra normal kira fiyatının 2 katına kiralayıp insanları kazıklamak ne kolay hayatmış gerçekten.

Yemin ediyorum o kadar bıktım ki, çok kıymetli şehrinize de size de deyip bu sonbaharı İzmir'de güzelim evimde geçiresim var.

Monday 19 September 2011

rolling in the deep

Dünya kesinlikle çok küçük.

İstanbul'da stajım süresince kalacak yer arayışımda ailem ve arkadaşlarım aracılığıyla karşıma çıkan iki insanla da aynı ortamda ve sosyal çevredeymişiz orada eskiden yaşadığım süre içinde. Bunlardan bir tanesi annemin üniversiteden arkadaşının kızı. Facebook'ta gördüğüme göre de son derece gay. Dünya küçük işte.

**

Cuma günü sonunda kaydımı sildirmeye Yeditepe'ye gittim. 3.5 yıl sonra, hayatım 180 derece değişmiş bir halde okula gitmek çok garip ve hüzünlüydü. O zamandan beri hem ben, hem de okul baya değişmişiz.

Kayıt sildirme ne zahmetli işmiş, bunu fark ettim. Önce Öğrenci İşleri'nden bir form almak, sonra onu okulun farklı binalarındaki 7 ayrı kişiye imzalatmak gerekiyor. Mali İşler'deki kadının "E sen 3 yıldır okula gelmemişsin, kaydın da dondurulmamış son 2 yılda" diye bana sinir olup imzalamasının ardından imza faslım başladı. Hukuk Binası'na gittim bölüm ofisi için, ve öğrendim ki Siyaset Bilimi Güzel Sanatlar Binası'na taşınmış (o binanın adını bari Sosyal Bilimler ve Sanat falan yapsalarmış). Oradan da imzamı alıp Hukuk'a geri gittim fakülte dekanına imza attırmak için. Adam "Tebrikler" cümlesi eşliğinde imzayı attı, Öğrenci İşleri'ne gittim, kayıt sildirme işlemini tamamlayıp lise diplomamı ve YÖK denkliği için gereken belgeleri aldım.

Yeditepe'yi bazen çok özlüyorum, ama asıl özlediğim okul mu yoksa orada okuduğum zaman dilimi mi bilemiyorum.

**

Salondaki Digiturk receiver'ımız kafayı yedi, en çok izlediğim dizi ve film kanallarının çoğunu göstermiyor birkaç haftadır. O yüzden Türk kanallarına bakmak zorunda kalıyorum odamda televizyon izlemek istemediğim zamanlarda. Şu ana kadar farklı kanallardaki dört dizinin birer bölümünü izlemiş bulundum. Karşıma çıkanlar kızını döven babalar, buna ses çıkarmayan sinmiş anneler, çocuğunun dışarı çıkmasına bile izin vermeyen aileler, bir sürü iğrenç taciz ve tecavüz sahnesi, ve kadına yönelik yapılan "namus" ve "şeref" muhabbetleri oldu. O kadar tiksindim, o kadar rahatsız oldum ki anlatamam. Böyle aile modellerinin örnek olarak gösterilmesi gerçekten midemi bulandırdı. Özellikle İffet'i yarım saat izledikten sonra beynimi çamaşır suyuyla yıkayıp o deneyimi aklımdan silmek istedim hiç abartmıyorum. Bu ülke nereye gidiyor temalı endişem iyice arttı şu son bir haftada.

Bu konu bir tek benim dikkatimi çekmemiş ayrıca. (bkz. televizyon kanallarında artan namus temalı diziler)

Monday 12 September 2011

little 15

Yaklaşık 1 ay önce bu sonbahar staj yapmak/çalışmak için İstanbul'daki tüm doğru düzgün haber kanallarına ve gazetelere başvurmuştum online olarak. Bunca zaman geçmesine rağmen bir tanesinden bile cevap gelmedi. Ne bir "Kusura bakmayın, şu anda birini aramıyoruz", ne bir otomatik "Başvurunuzu aldık, değerlendiriyoruz" emaili. Başvurduğum 4 ayrı yerin hiç birinden ses seda çıkmadı. Ve ben bu sorumsuzca davranışa inanamadım gerçekten. Oturup yarım saat sitelerinde CV sorusu cevaplayıp başvuruda bulunan insanlara bir otomatik mail yollamaya dahi üşeniyor yani birileri. Anneme bu konuda yakındığımda verdiği cevap: "Burası Türkiye, burada işler öyle sandığın gibi yürümüyor."

Tezim bittikten, neredeyse 3 hafta geçtikten ve hiç bir yerden hala cevap gelmedikten sonra işe kendim el atmaya karar verdim. Araya birilerini soktuktan sonra birkaç saat içinde başvurumu kaale almayan, ülkenin en bilindik haber kanallarından birine kapağı attım. Gerçekten de burada işler sandığım gibi yürümüyormuş.

Çarşamba günü Babylon'daki The Maccabees konseri için İstanbul'a gidecektim. Konser ertelendi, ama uçak biletlerimi almış olduğumdan yine de gitmeye karar verdim. Arkadaşlarımı görecek, Fashion's Night Out'a uğrayacak ve ev bakacağım.

İstanbul'a son birkaç gidişim hep olaylı oldu. Görmek istediğim herkesi nasıl olsa karşılaşırız diye teker teker arayıp "Ben şu zamanda geliyorum, şu gün görüşelim" demediğim için insanlar kırılıp küsüyorlar. Bu gittiğimde de bir kişi dışında özellikle birini arayıp "Geldim ben görüşelim hadi" demeyi düşünmüyorum. Eğer buna kırılma potansiyeli olan bir arkadaşımsanız ve bunu okuyorsanız: Bu ilgisizliğimden, umursamazlığımdan, ukalalığımdan değil (şu arayıp sormama huyumu ukalalık görenleri iyice garipsiyorum). Ben zaten oraya arkadaşlarımı görme amaçlı geliyorum en başta. Teker teker herkesi aramam mümkün değil, ama arkadaşım olan birini görmek istememem gibi bir şey yok, obviously. Eğer Facebook arkadaş listemde olan biriyseniz ve bana buluşup bir şeyler içelim derseniz hayır demem zaten, deyin.

Hatta Facebook'a da yazayım şunu.

Sunday 11 September 2011

the only queer people are those who don't love anybody

Daha önce yazdığım bloglarda anonim olarak hakkımda saçma sapan yorumlar yapanlara denk geldiğim için bu bloga chat kutusu türü bir şey koymadım ve anonim yorumlara izin vermiyorum. Kimliğini gizleyerek birine saldıranların inanılmaz derecede korkak ve zavallı olduğunu düşünüyorum.

Blog'uma insanların ne aratarak geldiğine baktığımdan bahsetmiştim geçenlerde yine. Aynı post'ta lezbiyenliği fetiş haline getiren erkeklere sinir olduğumu da yazmıştım. İdiotun teki Cuma akşamı o yazımı okumuş, ve yazdıklarım o kadar içine oturmuş ki, Cumartesi günü blog'umun ismini homofobik saçma sapan laflarla birlikte aratarak blog'uma ulaşmış bunları göreceğimi tahmin ederek. Ve anlaşılan o kadar boş, işsiz güçsüz bir insan ki; Cumartesi hem öğlen, hem akşam bu işle uğraşmış. Sadece bana lezbiyenliğin hastalık olduğunu "düşündüğünü" belirtmek için. Komik bir şey gerçekten de. Hasta olanlar kendi halinde yaşamaya çalışan eşcinseller değil halbuki; bunun gibi hastalıklı, kirli, iğrenç düşüncelerini tükürük saça saça çevreye yaymaya çalışan oksijen israfı insancıklar.



Allahım madem yarattın, takip et. Böyleleri bu homofobik, (hetero)seksist propagandalarına ayırdıkları zamanı kendileri için iyi bir şey yapmaya harcasalar dünya daha güzel bir yer olacak gerçekten.

Wednesday 7 September 2011

we've no alternative

Blog'uma kim nereden geliyor bakarken aşağıdaki "şey"le karşılaştım. Üşenmeyin bakın, çok komik gerçekten.



Bazı insanların cinselliğe bakış açılarının ve genel olarak hayata bakışlarının kısıtlılığı içimde fena bir acıma hissi uyandırıyor hakikaten. Şimdi böyle bir soruyu kafasında kendi cevaplayamayan insana ne desek fayda eder ki?

"Lezler erkeklerle birlikte olabilir mi" diye sormuş arkadaş. Oradaki -abilmek kullanımı dikkatimi çekti. Olabilir tabii efendim, niye olamasın?

Kendine "lez" diyen gay bir kadın tanımadığımdan bu soruyu hetero birinin sorduğunu varsayıyorum. Lezbiyen fantezili hetero erkek havası var hatta bence soruda. O halde kendisine soruyu "Olabilir mi" değil yerine "Olur mu?" diye sormasını tavsiye ediyor, ve sorusunu "Senin gibilerle muhtemelen hayır" şeklinde cevaplıyorum. Çevremdeki arada sırada erkeklerle birlikte olan gay kadınların birlikte olduğu erkek profili gözlemlerime göre kendini queer olarak tanımlayan, yatakta queer bir dinamiğe açık, cinsel yönelim ve cinsiyet kavramları konusunda bilinçli, ve hatta çoğunlukla gay erkeklerden oluşuyor. Aklı başında hiç bir gay kadının kendisine "lez" gibi objeleştirici bir biçimde hitap eden ve eşcinselliğini fetiş unsuru haline getiren hetero adamın tekiyle birlikte olacağını da sanmıyorum.

Eğer bunu soran gay bir kadınsa, ki öyle olduğunu pek zannetmiyorum, medeni ülkelerde eşcinsel-kadınlar-arada-erkeklerle-birlikte-olursa-bu-onları-daha-mı-az-eşcinsel-yapar muhabbetleri 80'li yıllarda yeterince tartışıldı; ve modası da fena halde geçti. Go Fish'te süper bir monolog vardı hatta bu konuda. İzlenmeli.

Cinselliğe katı sınırlara sahip, değişmez bir şey olarak bakan kapalı zihinli insanlardan nefret ediyorum.

Tuesday 6 September 2011

i feel loved

Yeni evimize taşındığımızdan beri birbirinden garip rüyalar görüyorum. İlk gece aksiyon filmi olsa şaşırmayacağım derecede bildiğiniz senaryolu bir rüya gördükten sonra dün gece de rüyamda Harvey Nichols indirimindeydim. 5TL'ye (evet, oha dimi) çok şirin bir See by Chloe tshirt ve 300'e aylardır istediğim bir Marc by Marc Jacobs çanta bulmuştum. Tam kasaya ilerliyordum ki, sivrisinekler tarafından uyandırıldım. Çantamın keyfini rüyamda sürmeme bile izin vermedi leş yaratıklar. O yarı uyur yarı uyanık halimle geri rüyama dönmeyi denedim, ama olmadı. Çok üzülmüş olarak uyandım sabah.

Çantalardan bahsetmişken, boş zamanlarımda GittiGidiyor türü yerlerdeki sahte çantaları rapor etmeye bayılıyorum biliyorsunuz. Birkaç yıl önce GG'nin bu konuda bir şey yapmadığından yakınmıştım. Ama bu yaz bu konudaki tutumlarını fena halde değiştirmişler. Eskiden Balenciaga diye aratınca %99'u sahte 300 küsür sonuç gelirken artık 10 tane falan geliyor. Sahteleri de GG'ye bildirince anında kaldırıyorlar. Geçen gün 30 tane falan sahte rapor ettim, birkaç saat içinde "Bildirdiğiniz için teşekkür ederiz, hemen kaldırıp satıcılara uyarıda bulunuyoruz" diye bir cevap geldi ve gerçekten de hepsini kaldırmışlardı. Bir daha o satıcılara denk gelmedim de.

Tabii böyle hiç kanıt göstermeden her "Bu sahte" diyenin dikkate alınması da bazı gerçek ürün satanların arada kaynamasına sebep oluyordur muhtemelen. Ama GG'deki listelemelerin çoğu içler acısı hakikaten eBay'e kıyasla. eBay'de insanların çoğu designer ürün satarken 39279 tane fotoğraf koyup ekstra fotoğraf isterseniz yine de gönderiyor. GG'de insanların çoğu tek foto koyuyor, ekstra fotoğraf isterseniz cevap bile vermeye tenezzül etmiyor.

Bir çantanın sahte olup olmadığını anlamak için yok etiketinin bilmemneresi, yok fermuarının altı, yok logosunun şurası, yok sapının ucundaki çivisi falan onlarca fotoğraf gerekiyor. Ve ben şahsen insanlara mesaj atıp "Şunu, şunu, şunu, şunu çekip yollar mısınız" diye 40 tane şey saymaya üşeniyorum; çok büyük ihtimalle cevap alamayacağımı, alsam da muhtemelen yanlış fotoğrafları yollayacaklarını bildiğimden. Bir de açıkçası, bir insan 2.000TL'ye ikinci el çanta satmaya çalışıp ne akla hizmet tek fotoğraf koyar, anlayamıyorum. Gerçekten çanta tutkunu biri hangi fotoğrafları koyması gerektiğini bilir çünkü.

**

Çeşme'ye giderken yanıma yolda dinlemek için CD alayım dedim, ama asıl CD'lerimin olduğu kutular henüz açılmamış. Eskilerden bir şey seçmek zorunda kaldım o yüzden. Artık dinlemediğim, goth phase'imden kalma yüzlerce CD arasından Depeche Mode'un tüm albümlerinden oluşan bir CD çıktı. Exciter zamanında alıp 10 yıldır dinlememişim belki de.

Depeche Mode ile 10-11 yıl önce Exciter zamanında tanışmıştım. Placebo ile birlikte o zamandan beri hala aynı derecede (ama hayatta bulunduğum noktaya göre farklı şekillerde) sevmeye devam ettiğim, hala içimi kıpırdatan iki gruptan biridir Depeche Mode. Özlemişim.

I Feel Loved o albümdeki favori şarkımdı. Dünyada bu kadar seksi bir şarkı ya da Dave Gahan kadar süper kalça sallayan insan çok az bulunur. 02:47-03:03 arasına bayılıyorum özellikle.