Sunday 14 December 2014

maps to the stars

Dün akşam üyesi olduğum bir sitenin partisi vardı. Birlikte gideceğim arkadaşımın işi çıktığından ve siteden kimseyle "Merhaba, ben geldim" şeklinde yanına dahil olacak yakınlıkta olmadığımdan gitsem mi gitmesem mi bir türlü karar veremedim. Bir de üstüne hipoglisemi kaynaklı olduğundan şüphelendiğim, yarı baygın, acayip bir beden ve ruh halindeydim. Yine de kendimi zorlaya zorlaya kalktım, giyindim ve gittim.

Çok az kişinin olduğu, o kişilerin de kenardaki sandalyelerde oturan 45 yaş üstü kadınlar olduğu, sonradan gelen insan olarak benim ortada dikilmek zorunda kaldığım ve dolayısıyla herkesin bakışlarını üzerimde hissettiğim awkward bir ortamdı. Biraz durayım eve giderim düşüncesiyle telefonumda zaman öldürüyordum ki sitenin sahibi yanıma geldi ve bana tek başına gelen başka biriyle tanışmak isteyip istemediğimi sordu.

Sonradan adının Athena olduğunu öğrendiğim o birisiyle konuşarak geçirdik bütün geceyi. Bir yarım saat durur giderim diye düşünürken bir baktım biz konuşurken üç buçuk saat geçmiş, parti bitmek üzere. Ben son otobüse yetişeyim diye dışarı çıktık, durağa yürüdük. Bir kilise bahçesinin önünde beklerken yıldızları izledik. O tek başına kocaman parlayan yıldızın gerçekten yıldız mı, yoksa gezegen mi olduğunu tartıştık. O sırada ardı ardına yıldızlar kaymaya başladı. Dilek tuttum. Eve gelince haberlerden öğrendim ki dün gece Londra üzerinde meteor yağmuru varmış.

Genelde böyle içimden hiç çıkmak gelmeyen günlerde kendimi dışarı çıkmaya zorladığımda gece hep hüsranla sonuçlanır, keşke evde kalıp DVD izleseymişim diye düşünürüm. Ama dün gece iyi ki çıkmışım.

Friday 12 December 2014

testament of youth

Dün akşam Testament of Youth'un Bafta gösterimindeydim. Öğleden sonra ikinci kez The Imitation Game filmini izledikten hemen sonra bir savaş filmi daha izlemek ruhumu kararttı. Özellikle de böyle ölüp gidenlerin ardı arkasının kesilmediği bir savaş filmi. Birinci Dünya Savaşı'nda olup bitenler aşağı yukarı tahmin edilebilir olduğundan bahsedeceğim şeyler spoiler sayılmaz diye düşünüyorum, ama yine de ona göre okuyun.

Vera Brittain'ın anılarından uyarlanan film kızların üniversite eğitimine değer görülmediği bir dönemde Oxford'a kabul edilmeyi başaran, ancak tam o sırada savaşın patlak vermesiyle dünyası alt üst olan Vera'nın hikayesini anlatıyordu. Birinci Dünya Savaşı başladığı sırada genç olan jenerasyonun, savaşa katılanlar ve geride kalanlar dahil olmak üzere kayıp bir nesil olduğu; gençlikleri ve hatta hayatları savaş tarafından ellerinden alınan bu nesli hep hatırlamamız gerektiğiydi filmin ana teması.

Savaştan önce sıradan birer genç olan insanları hayatlarındaki önemli anların gerçekleştiği yerler yoluyla gördük önce filmde: Vera'nın kardeşi ve arkadaşlarıyla yüzdüğü göl, birlikte yürüdükleri uzun toprak yol, ağaçlar arasından sızan güneş ışınlarıyla aydınlanan orman, savaşa giden erkekler izin alıp evi ziyaret ettiğinde dalgalar vuran sahilde oturdukları yosunlarla kaplı kayalar. Savaş bittikten sonra buralara geri döndük, ama bu kez her yer bomboştu. Bir zamanlar orada ve mutlu olan insanlar artık yoktu.

Mekanlara çok bağlı olan, anılarını çoğu zaman mekanlar üzerinden hatırlayan biri olarak bu düşünce bana çok dokundu. Sevdiğim insanlarla güzel anılarımın olduğu yerlerin yıllar sonra biz artık varolmadığımızda boş ve yalnız kalacağı gibi depresif düşüncelere kapıldım.

Kış mevsimi bana iyi gelmiyor.

Tuesday 9 December 2014

without apologies

Geçen hafta Peru'daydım. Her zaman yaptığım gibi kaldığım oteller hakkında eleştiri yazdım. Normalde eleştirilerimi hep Tripadvisor'a yazarım, ama otellerin birinde kısmen rezervasyonu yaptığım Booking.com'dan kaynaklı bir sorunla karşılaştığımız için o otelinki için Booking.com'un kendi eleştiri fasilitesini kullandım.

Eleştirim anonim olarak yazılmıştı ve otelin pozitif ve negatif yönleriyle ilgili kişisel, dürüst görüşlerimi içeriyordu. Booking.com'da otel yöneticileri anonim olarak yazılan yorumlara cevap veremiyor, ancak rezervasyon sırasında konuğun email adresi otele gönderiliyor.

Otel yöneticisi bu şekilde benim email adresimi bularak bana "O yazıyı senin yazdığını biliyoruz, haksızlık etmişsin, bu yazdığın şeyler doğru değil" türü bir email atmış dün gece. Hemen Booking.com'u arayıp durumu ilettim, açıkçası pek bir ciddiye almadılar ve "Otele bunu yapmamaları gerektiğini bildireceğiz" diye geçiştirdiler.

(Eğer gezdiğiniz yerlerle ilgili eleştiri yapıyorsanız aklınızda bulunsun, Tripadvisor üyelerine bu tür mailler gönderilmesini çok ciddiye alıyor, Booking.com gibi rezervasyon sitelerindense her zaman Tripadvisor'ı kullanın eleştiri için. En azından başınıza böyle bir iş gelirse size arka çıkarlar.)

Neyse, bu otel yöneticisi adam bize otelde kalırken çok yardımcı olduğundan cevap verme ve yanlış anladığı bazı kısımları açıklama ihtiyacı duydum. Tam olarak ne demek istediğimi açıklayan ve "Üzgünüm ama çok kirli diye bahsettiğim banyo gerçekten çok kirliydi" şeklinde devam eden uzun bir mail yazdım. Sonra da düşündüm: Banyoyu gerçekten bok götürüyordu, en dandik hostel'lar ve benzinci tuvaletleri bile dahil olmak üzere hayatımda o kadar pis tuvalet görmemiştim. Bunu da eleştirimde belirttim. Bunun için neden özür dileyeyim ki? Asıl özür dilemesi gereken otel. Kısmen bu yüzden, kısmen de laf dalaşına girmek istemediğimden maili göndermedim.

Bunun üzerine fark ettim ki ben çok fazla özür diliyorum. Hatalı olunce özür dilenmeli tabii ki, ama benim özürlerimin %90'ı kendi hatam olmayan konularda oluyor. Özellikle İngiltere'ye taşındığımdan beri iyice gereksiz özür diler oldum.

- "Pardon, geçebilir miyim lütfen?"
Doğrusu: "Koskoca bebek arabasıyla yolun ortasında durup sohbet eden, insanların geçmesini önleyen bencil kadın, çekilsen de geçsek."

- "Rahatsız edip durduğum için üzgünüm ama haftalar oldu, bana gönderdiğiniz şey hala gelmedi."
Doğrusu: "İşinizi doğru düzgün yapıp pakedimi zamanında gönderseniz size haftada bir nerede kaldığını sormak zorunda kalmazdım."

- "Üzgünüm Bay Kasiyer, cüzdanım o kadar ıvır zıvırla dolu ki doğru kredi kartını bulmam zaman alıyor."
Doğrusu: "Sen beni 10 dakika sırada beklettiğin için özür dilemezken, ben niye 10 saniye cüzdanda kart aradım diye özür diliyorum?"

Bundan sonra hayatı daha az özürcü bir insan olarak yaşamaya dikkat edeceğim. Gerçekten çok sinir bozucu bir huy.

Saturday 1 November 2014

glory is a silent thing

Bu aralar hem 9-5 ofis işlerini bırakıp evde serbest çalışan biri olmanın, hem de arkadaşlarımdan uzaklaşmış olmanın etkisiyle iyice münzevi hayatı süren biri haline geldim. Ve bu münzevilik durumu uzadıkça daha da asosyalleşiyorum, daha da içe kapanık hale geliyorum, daha da depresif oluyorum, bunun sonucunda da içinde bulunduğum yarı depresyon hali beni daha da münzevileştiriyor. Böyle fena bir döngü içine girdim.

Geçen hafta saatlerin geri alınması ve havanın artık 4.15 gibi kararıyor olması zaten hassas olan ruhsal durumumun tamamen içine etti. Alt tarafı bir saat diye düşünen olabilir ama gerçekten bu sefer çok etkilendim. Eskiden kışın hava kararırken hep dışarıyı pek göremediğim bir ofiste olurdum, kışın bana tek etkisi 5'te işten çıktığımda havanın karanlık olması olurdu. Saat daha 4 iken havanın kararıyor olduğunu görmek çok depresif.

Yedi yıl önce bu blog'a başladığımda klinik depresyonla cebelleşiyordum ve blog'un asıl amacı antidepresanlarımın ruh halim üzerindeki etkisini takip etmekti. Becoming Zero adını seçme nedenim antidepresanların beni "hissiz" hale getireceğini düşünmemdi. Bir süreliğine getirdiler de. Ancak daha sonra o duygusal uyuşmadan kurtulayım diye İstanbul sokaklarında saçma sapan anlık hazlar peşinde koştura koştura iyice dibe vurdum. İngiltere'ye taşındım, büyük şehir hayatını ve depresyonumu iyice azdıran insanları geri bıraktıktan sonra iki yıldır kullandığım ilaçları ancak bırakabildim.

Bir daha asla o duruma düşmek istemiyorum. Tekrar depresyona girmek, en çok da burada ailem ve tüm diğer savunma mekanizmalarımdan uzakta yalnız hissederken depresyona girmek hayattaki en büyük korkularımdan biri. O yüzden moralim bozuksa oturup bunun üzerinde uzun uzun düşünme izni vermiyorum kendime, iyice moralimi bozacak şarkılar dinlemiyorum, canım istemese de dışarı çıkıp bir şeyler yapıyorum. Kimseye bir kelime etmeyecek olsam, sadece Starbucks'ta kitabımı okuyup tek başıma bir kahve içecek olsam bile her günün bir kısmını ev dışında geçirmeye çalışıyorum.

Gerçekten hayatımda ilginç bir şeyler olmasına ihtiyacım var bu aralar.

Monday 29 September 2014

pride

Bu aralar Londra Pride organizasyonu olarak iç savaş modundayız. Özetlemem gerekirse Pride'in organizasyonunda rolü olan 3-4 farklı takım var. Bu takımların birinin başında Pride'ı diktatör gibi yönetmek isteyen, kendini ne dese tamam diyecek yavşak genç çocuklarla çevrelemiş ve nedense Pride'ın Yönetim Kurulu Başkanı'nın bile ses çıkarmaya cesaret edemediği leş gibi bir adam oturuyor.  Bu adam geçen sene kimsenin yardımı olmadan süper bir iş çıkarmamıza rağmen benim içinde bulunduğum takımı Pride organizasyon komitesinden çıkarmak ve kendi "adamlarını" yerimize koymak istiyor. Kendinden başka herkesin başarısız olmasını isteyen, birilerinin ondan bağımsız olarak iyi bir şeyler başardığını görmeye tahammülü olmayan bir insan.

Bu sırada bu adam ve ekürisi arasında bizim yaptığımız işleri çalıp kendi yapmış gibi gösterme, Yönetim Kurulu'na yalan söyleyerek insanlara çamur atmaya çalışma, ne kadar kendinden 20 yaş küçük erkek varsa hepsiyle kimin eli kimin cebinde oynayıp bunun karşılığında komitede rol vaat etme türü şeyler oluyor. Torpilcilik, yaranmacılık, çıkarcılık ve sırttan bıçaklayıcılık had safhada anlayacağınız. Herkes kendi çıkarı için, "Bunu ben yaptım" diye Pride günü böbürlenebilmek için hareket ediyor, Pride'a ne olduğu ve Pride ruhunun ne anlama geldiği kimsenin umrunda değil. Yönetim anlayışı böyle olduğu için de 3-5 senede bir belediyenin ihaleyle verdiği Onur Haftası'nı organize etme hakkını kazanan her grup başarısız oluyor.

Haftasonu bu konuda yaşanan pek çok grup içi tartışmadan sonra dün akşam sonunda Pride filmini izledim. 1984 İngilteresinde uzun süreli bir madenci grevi sırasında "Polis, hükümet, medya, bize düşman olan herkes aynı zamanda grevde olan maden işçilerine de düşman" diye düşünen bir grup Londralı eşcinselin Galler'deki küçük bir madenci kasabasıyla dayanışmasını anlatan, gerçek hikayeye dayalı bir filmdi. Hem madenciler, hem de büyük şehirli eşcinsellerin ilk başta birlik olmak istememelerine rağmen insanların bireysel hislerini, şüphelerini, çıkarlarını bir kenara bırakarak ortak bir amaç için bir araya gelmesini izlemek gerçekten çok moral vericiydi. O birlik ve beraberlik hissinin yerini kişisel çıkarların aldığını, o eski Pride ruhunun yok olduğunu görmek ise çok üzücü.

Cumartesi günü tüm bunlar olurken Pride gönüllülerinin bir araya geldiği bir buluşma gerçekleştirdik. Daha 19-20 yaşlarında, yeni yeni açılan, hiç LGBT ortamlarda bulunmamış bir sürü insan vardı. Hepsi bizimle ve birbirleriyle buluşmanın, yalnız olmadıklarını hissetmenin onlar için ne kadar önemli olduğunu söylediler giderken; akşam eve geldiğimde de buluşmada ona destek olduğumuz için ailesine açılma cesaretini bulabildiğini söyleyen birinin teşekkür maili bekliyordu beni.

Bir yanda gerçekten Pride'a ve Pride organizasyonunun onlara sağladığı destek mekanizmalarına ihtiyacı olanlar, bir yanda da kişisel hırsları peşinde koşarak Pride'ı duvara toslatan organizatörler. Gerçekten çok üzülüyor insan.

Tuesday 19 August 2014

the langham

Dün akşam hayatımın en garip akşamlarından birini geçirdim. Netten tanıştığım biriyle akşamüstü bir şeyler içmek için buluştuk. İlk görüşmemiz olduğundan ve ertesi günü İzmir'e gidiş için hazırlanmam gerektiğinden en fazla iki kadeh şarap içer dönerim diye düşünüyordum. Laf lafı açtı, şaraplar viskilere dönüştü, bir baktık dört saattir aynı masada oturuyoruz, bar kapanmak üzere. Bazen fiziksel temasa ne kadar ihtiyaç duyduğumuzdan, birine sarılarak oturup televizyon izlemenin, uyumanın ne güzel şey olduğundan bahsetmiştik; konu oradan oraya nasıl geldi hatırlamıyorum ama birden hadi bir otel odası tutalım ve sarılalım diye karar verdik.

Sarılma arkadaşımın otel masrafını iş yerine takmayı teklif etmesi ve Lady Gaga'nın Londra'ya geldiğinde kaldığı otelde kalmakta ısrar etmesi üzerine gecenin bir vakti Londra'nın en lüks beş yıldızlı otellerinden birine gidip iki odalı, iki banyolu geceliği 400 küsür pound'luk dev bir süit tuttuk. Hayatımda o kadar lüks ve büyük bir otel odası görmemiştim, tamamen masal gibiydi. Minibarı boşaltıp bütün gece sarılarak Family Guy izledik, ufak tefek bir sürü şeyden konuştuk, sonra da sabaha karşı birbirimizi spoon'layarak uyuduk. Sabah uyandık, yine konuştuk, birkaç saat daha sarıldık otelden çıkana kadar.

Kimsenin kimseye değil dokunmak, göz göze gelmekten bile kaçındığı metropol yaşantısında böyle bir deneyim yaşamanın ne kadar insanın içini acıtacak derecede güzel bir şey olduğunu kelimelere dökemiyorum. Bir daha görüşmesek bile hayatımın en unutulmaz gecelerinden biri olacak kesinlikle.

İşin acayip yanı, aşağı yukarı 12 yaşından beri kendimi "ruh ikizi" türü bir insanla hayal ettiğimde, onu rüyamda gördüğümde hep böyle herkesi geride bırakıp sadece bize ait bir mekana çekilip saatlerce konuşmanın, sarılmanın, sadece ikimiz olmanın tadını çıkardığımızı hayal ederim. Dün gece hayatımda ilk kez gerçek hayatta o hissin aynını tatmış oldum. Çok güzeldi. Bu insanın "ruh eşim" falan olduğu düşüncesinde değilim, ama bu his kesinlikle o rüyadaki his. Daha istiyorum.

Sunday 17 August 2014

holiday, our republic on the beach

Son birkaç ay o kadar hızlı geçti ki... Haziran ayının tamamını Pride için koşturarak geçirdikten ve 28 Haziran'da Londra'nın süper bir Pride geçirmesine katkıda bulunduktan sonra İzmir'e dönerek Çeşmeli, Marmarisli, Sakız Adalı uzun bir tatil yaptım. Sakız'ın en sevdiğim yerlerinden birinde dünyadaki en sevdiğim olan annemle deniz kıyısında, ay ışığı altında bir Browni kekin üzerine diktiğim mumu üfleyerek 25 yaşımı doldurdum.

Haftaya yine Türkiye'ye gidip bir tatil daha yapacağım, birkaç haftalığına iş kurma muhabbetlerimi halletmek için Londra'ya geldim. Bilmiyorsanız özetle durumum şu: İngiltere'ye taşındığımdan beri çalışma vizelerine başvurmak için gereken koşulların çok sıkılaşması sonucu ülkede kalabilmemin tek yolu olan Ankara Anlaşması'na başvurmak durumunda kaldım. İki kilo belge hazırladıktan ve iş planım için bir sürü para bayıldıktan sonra vizeye başvurdum ve dört buçuk aylık bir bekleyiş sonucu vizem çıktı. Bu vizeyle sadece serbest çalışan olarak iş yapabiliyorum, o yüzden işten ayrılmak zorunda kaldım.

Buraya geldiğimden beri muhasebeydi, websitesiydi, kartvizitti, vergi kayıtlarıydı, bilmem neydi şeklinde uğraşıp duruyorum. Hepsini hallettim, ama bir türlü serbest meslek kulvarındaki ilk işimi bulup siftah edemedim. Şu ana kadar ajans türü bir yerde çalışmadığım, hep kurum içi iletişim bölümlerinde çalıştığım için müşterilerimi alıp götürme şansım da olmadı. eBay gibi insanların işlere teklif verdikleri siteler sayesinde iş bulmaya çalışıyorum. Saatlik ücretimi ne kadar düşürürsem düşüreyim işleri hep Pakistanlı, Bangladeşli, doğru düzgün İngilizce konuşamayan ve benim bir saatlik ücretim karşılığı 10 saatlik iş yapan tipler kapıyor. Benim onların çalıştığı fiyata iş yapmam mümkün değil, kimseye de kendimi sömürttürmem zaten o şekilde.

İş bulmanın alternatif bir yolunu bulmam gerek. Freelance çalışan ve tavsiyesi olan varsa lütfen bir comment bıraksın!

Sunday 8 June 2014

i love this house, gives me the greatest peace i've ever known

Şu an çalıştığım yerdeki insan kaynakları formlarından biri için 6-7 yıl önce İstanbul'da yaşadığım evin adresi lazım oldu. Hatırlamadığımdan anneme sordum, o vesileyle yakın zamanda o binanın yıkıldığını öğrendim.

Ben mekanlara çok bağlanan bir insanım. Ne zaman okuduğum bir okuldan, çalıştığım bir işyerinden, yaşadığım bir evden ayrılsam çok fena hüzünlenirim, çıktığımda hep arkamı dönüp son bir kez bakasım gelir. Bunun da ötesinde hayatımın en önemli anlarının çoğu o evde geçti. İlk kez kendi ayaklarım üzerinde durmaya başladığım ve yalnız yaşamanın tadını aldığım, şiddetli bir depresyonla boğuştuğum, ilk kız arkadaşımla ilk tanıştığım gün onu getirip ilk kez öptüğüm, İngiltere'ye taşınma kararı verdiğim, cinsel yönelimimle ilk kez barıştığım evdi. Bunların hepsi karakterimi ve kimliğimi büyük ölçüde şekillendiren anlardı, ve onları o evle bağdaştırmıştım.

Geçmişe ve içimde hala ukte kalan ilk kız arkadaşımla olan ilişkime özlem duyduğumda o ev ve çevresinde yaşadıklarımı düşünmek beni rahatlatıyordu. Geri döneceğimden değil belki, ama aklımda şöyle çılgınca bir düşünce vardı: Bir yerlerde, paralel bir evrende benim o evdeki, o ilk kız arkadaşla olan yaşantım devam ediyor. Bu evrende yaptığım hataları yapmadığım farklı bir zaman diliminde benim farklı bir versiyonum hala orada, hala onunla, ve mutlu. Evin yıkıldığını öğrenmek beni çok sarstı o yüzden.

Keşke yerlere bu kadar bağlanmasam.

Sunday 25 May 2014

i love you all

En son işsizlik üzerine yazdığım yazıdan iki gün sonra kayıtlı olduğum bir iş bulma ajansından arayarak bana kısa süreli eleman arayan bir devlet kurumundan bahsettiler. Aynı ajans aracılığıyla daha önce başvurduğum işlerin hiç birinden dönüş olmadığından hiç işi alacağım beklentisinde olmadan başvurdum. Birkaç gün sonra görüşmeye çağırdılar.

Görüşmeyi yapan insanlar çok tersti ve onların bu negatif enerjisi, soru sorma tarzları vs. beni çok demoralize ettiğinden biraz panikledim ve istediğim cevapları veremedim. Görüşmeden çıktıktan sonra ajanstan arayıp nasıl geçtiğini sordular, kötü geçti dedim. Hayatım boyunca gittiğim en kötü iş görüşmelerinden biriydi hatta. Buna moralim bozulmuş bir halde arkadaşımla buluştum, sinemada izleyeceğimiz filmin saatinin gelmesini bekliyorduk. Tam o sırada ajans aradı, görüşmeyi yapanların en çok beni beğendiğini ve işi bana teklif ettiklerini söyledi. Hem az önce "çok kötü geçti" dediğim ajans çalışanı hem de ben çok şaşırdık. Görüştüğüm ve müdürüm olacak insanlardan iyi bir enerji almamama rağmen nasıl olsa altı hafta çalışacağım diye işi kabul ettim ve pazartesi günü başladım.

Bu işin tek olumlu yanı Westminster'da parlamentonun dibinde, nehir kıyısında, yemyeşil bir parkın tam karşısında çalışıyor olmam. Onun dışında ilk haftam çok boktandı. Bir iki kişi dışında birlikte çalıştığım herkes inanılmaz derecede soğuk ve ters. Normalde yeni gelenlere oryantasyon yapılır, hiç öyle bir şey yapmadan beni işin ortasına attılar. En temel şeylerin bile ne/nasıl/nerede olduğunu ben sormadan kimse söyleme gereği duymadı. Kurumun yaptığı iş zaten inanılmaz teknik ve sıkıcı, o teknik bilgiye sahip olmadığımdan duyduğum ve okuduğum şeylerin çoğunu anlamıyorum, toplantılarda bahsedilen projelerin ne olduğunu açıklamayı da akıl edemiyor kimse. Bir de devlet kurumu olduğundan her şey ve herkes çok resmi; eski iş yerlerimde olduğu gibi kot-spor ayakkabı işe gidemiyorum, her şey %100 prosedürüne göre yapılıyor, çok katı kurallar var. O yüzden bütün hafta çok dışlanmış hissetmenin yanında bir hata yapacağım diye çok fena diken üstündeydim. Hem fiziksel, hem de ruhen bu kadar yorulduğum başka bir hafta daha hatırlamıyorum son yıllarda.

Bir daha hayatta kamu sektörüne adımımı dahi atmam. Hiç bana göre bir ortam değil.

**

Mayıs ayı boyunca izlediğim, bende iz bırakan ve yeniden izlemek için buraya kendime not düştüğüm filmler:

- The Great Beauty (Blue is the Warmest Colour'dan sonra en sevdiğim filmler listesinde anında iki numaraya oturdu)
- Princess Mononoke
- Paris, Texas
- WALL-E
- Frank
- The Two Faces of January (ve hatta BFI'daki özel gösterimde dünya gözüyle Kirsten Dunst, Viggo Mortensen, Oscar Isaac ve Hossein Amini görmüş oldum)

The Great Beauty hakkında uzun uzun yazmam gerek zamanım olduğunda.

Sizi Michael Fassbender'lı Frank şarkısıyla bırakıyorum:

Monday 5 May 2014

slave to the wage

En son çalıştığım yerdeki kontratım bir ay önce sona erdiğinden beri bahar zamanı işsiz olmanın tadını çıkarıyorum. Son bir ayı British Museum'un altını üstüne getirerek, bol bol yürüyerek, öğleden sonraları Starbucks'ta kitabımla güneşlenerek ve haftada 3-4 kez sinemaya giderek geçirdim. En güzeli de bunları ya para ödemeden ya da olabildiğince az para harcayarak yapmış olmam.

Bundan önceki işsizlik dönemim yüksek lisansımı bitirdikten sonra ilk kez iş arıyor olduğum dönemdi. O zamanlar çalışıp para kazanmanın nasıl bir his olduğuna dair en ufak bir fikrim olmadığından rahatlıkla anne parası yiyor ve evde sıkıldıkça eBay'e sararak bir sürü gereksiz harcama yapıyordum. Bu sefer de boş olduğumdan yine abartılı bir tüketim döngüsüne gireceğimden endişe ediyordum, ama tam tersine harcamalarımı büyük oranda kıstım bu aralar. Parasızlıktan değil, sadece emek verip kazandığım parayı gereksiz şeylere harcamak içime oturduğundan.

Bu tutumluluk döneminde iyice farkına vardım ki, Londra'da beleşe yapılabilecek milyon tane şey var, özellikle de merkezi bir yerde yaşıyorsanız. Müzeler ücretsiz, evimin dibindeki British Museum'da her gün yarım saatte bir bedava galeri turları düzenleniyor. Yine yakınlardaki British Library'de bedava mesleki gelişim seminerleri düzenleniyor bir sürü. Üniversite semtinde yaşadığımdan birkaç üniversiteye yürüme mesafesindeyim, çoğunda öğlen ve akşamları çok ilgi çekici konuşma ve seminerler oluyor. Eskiden üşenip metroyla gittiğim Leicester Square'e 25 dakikada yürüyebildiğimi keşfettiğimden beri haftada birkaç kez gidiyorum, Prince Charles sinemasında gündüz gösterimleri çok ucuz ve her hafta bir seansa £1 bilet satıyorlar. Ayrıca Leicester Square'deki film premiere'lerinin yapıldığı büyük sinemalarda çoğu filmin vizyona girmeden bedava ön gösterimleri oluyor, bedava yemeli içmeli falan, eğer nereye bakacağınızı bilirseniz. Tüm bunlardan sonra güneş kremim, Kindle'ım ve iPad'imle birlikte Starbucks'ın dış masalarından birine kurulup güneşin tadını çıkarmak istediğimde de bir filtre kahve aldıktan sonra devamı bedava.

İlkbaharda Londra işsiz olmak için güzel bir ortam kesinlikle.

Friday 11 April 2014

flare 2014 pt.2

Önceki hafta sona eren Londra LGBT Film Festivali BFI Flare kapsamında izlediğim Violette Leduc, In Pursuit Of Love (Violette Leduc, La Chasse à L'amour) filmi için büyük umutlarım vardı. Simone de Beauvoir'ın kanatları altına aldığı, daha sonra de Beauvoir'a aşık olan ama aşkına karşılık bulamayan yazar Violette Leduc'ün biyografisi çok daha ilgi çekici olabilirdi, ama maalesef Leduc'ün kendisinden çok hayatındaki insanların onun hakkındaki görüşleri üzerine kurulmuş, kendini zor izleten bir filmdi (4/10). Şansım ise filmin Extrasystole adlı bir kısa filmle birlikte gösterilmesiydi. Fransız liseli bir kızın edebiyat öğretmenine olan platonik aşkını anlatan, beklenmedik güzellikteki Extrasystole'ün, tam da ekstra kalp atışları (ekstrasistol) ile cebelleşmekte olduğum şu günlerde karşıma çıkması ve başroldeki kızın benim o günkü siyah Balenciaga Day çantamın birebir aynısını taşıyor olması acayip bir histi.

Edebiyat temasıyla devam ederek aynı akşam Amerikalı şair Elizabeth Bishop ile Brezilyalı mimar Lota de Macedo Soares'in aşkını anlatan Reaching for the Moon filmini izledim. Yazarlığın yalnızlığı, alkolizm, depresyon gibi konuların işlendiği, bitince yerinizden kalkamadığınız, sinema salonu boşalırken birkaç dakika koltuğunuzda oturup kendinize gelme ihtiyacı duyduğunuz filmlerdendi. İçimde deli gibi bir her şeyi bırakıp Rio'ya gitme ve Flamengo Parkı'nı görme, şiir insanı olmasam da Elizabeth Bishop okuma isteği uyandı (7.5/10).

Bir sonraki gösterimim You're the One, Aren't You? adlı bir kısa film koleksiyonuydu. Arka arkaya bir sürü kısa film izlemeye bayılıyorum, insan asla neyle karşılaşacağını bilemiyor. "Bu da neydi öyle" dedirtecek acayiplikte ve "Oha buna bayıldım" dedirtecek güzellikte filmleri keşfetme fırsatı süper bir şey. Bu seneki kısa filmler arasında hem acayipler, hem güzeller vardı, hepsi de izlemeye değerdi (özellikle What's Your Sign, Dream Date ve Neighbours'ı çok beğendim). Olur da gelecekte Youtube ve türevlerinden bulup izlemek istediğim olursa diye buraya isimlerini not ediyorum.

Kısalardan sonraki filmim Who's Afraid of Vagina Wolf, Guinevere Turner delisi olarak en heyecanla beklediğim filmlerdendi. Eğlenceli ancak iz bırakmayan filmle biraz hayal kırıklığına uğradıktan sonra The L Word ve Go Fish'ten tanıyor olabileceğiniz, American Psycho'nun senaristi olan ve festivalde 2010 yılında The Owls filmi gösterilen ancak kendisi gelmeyen Guinevere Turner'ı bu kez bir metre öteden dünya gözüyle görme şansı yakalamak benim için festivalin en heyecan verici anlarındandı (film 7/10, Guinevere 10/10). 

Son olarak festivalin kapanış filmi 52 Tuesdays'e gittim. 16 yaşında cinsel kimliğini yeni yeni keşfetmeye başlamış olan Billie'nin erkekliğe geçiş yapmakta olan trans annesi tarafından babasıyla yaşamaya gönderilmesi ve annesiyle bir yıl boyunca sadece Salı günleri görüşmeleri üzerine kurulu olan filmin çekimleri bir yıl boyunca sadece Salı günleri yapılmış. Hepsi amatör olan aktörlere her seferinde sadece o bir haftanın ve sadece kendi sahnelerinin metni verilmiş, ve alışılmadık bir şekilde kronolojik olarak yapılan çekimler sayesinde bir yıl boyunca hem Billie'yi hem de annesini canlandıran oyuncuların fiziksel değişimi takip edilebiliyor. Çok değişik, düşündürücü ve mutlaka izlenesi bir filmdi (8.5/10). Bulsam da tekrar izlesem.

Özetlemem gerekirse festivaldeki favori filmlerim bunlar oldu:
1. Dual (Dvojina)
2. 52 Tuesdays
3. My Prairie Home

2015 festivalini sabırsızlıkla bekliyorum şimdiden.

Elizabeth Bishop'un One Art şiiriyle bitireyim:

The art of losing isn't hard to master;
so many things seem filled with the intent
to be lost that their loss is no disaster.
Lose something every day. Accept the fluster
of lost door keys, the hour badly spent.
The art of losing isn't hard to master.
Then practice losing farther, losing faster:
places, and names, and where it was you meant
to travel. None of these will bring disaster.
I lost my mother’s watch. And look! my last, or
next-to-last, of three loved houses went.
The art of losing isn't hard to master.
I lost two cities, lovely ones. And, vaster,
some realms I owned, two rivers, a continent.
I miss them, but it wasn't a disaster.
—Even losing you (the joking voice, a gesture
I love) I shan't have lied. It's evident
the art of losing's not too hard to master
though it may look like (Write it!) like disaster.

Tuesday 8 April 2014

you could try sears

Biraz önce (Türkiye'deki) bir online dating sitesinde hayatımda hiç görmediğim, konuşmadığım ve kim olduğuna dair en ufak bir fikrim olmayan alakasız bir insandan "Çok kilo almışsın" diye bir mesaj aldım. Yıllardır İzmir'e ayda yılda bir gittiğimden beni nerede gördü de kilo hesabı yaptı bilmiyorum, kendisi fotoğraf koyacak cesareti dahi gösteremediğinden kimdir nedir bilemeyeceğim.

17 yaşındayken İstanbul'a taşınmamın hemen ardından bana depresyon tanısı konuldu ve üç sene kadar yüksek dozda antidepresan kullanmak zorunda kaldım. O antidepresanların bir yan etkisi olarak da çok kısa zamanda çok fazla kilo aldım. O zamandan beri ailemden, arkadaşlarımdan, arkadaş diyemeyeceğim tanıdıklardan ve hatta hiç görmediğim ve beni sadece internette gördüğü fotoğraflardan bilen insanlardan "Çok kilo almışsın" lafını yüzlerce kez işitmişimdir ("Biraz kilo verirsen tekrar birlikte olmayı düşünebilirim" diye lütfeden eski sevgilime selam olsun). Bu mesaj da o sitede alakam dahi olmayan birinden aldığım ilk kilo almışsın mesajı değil.

Birkaç sene önce böyle bir laf benim günlerce moralimi bozar, belki beni oturup ağlatırdı. Ama şu anda bir insanın nasıl tanımadığı birine gidip görünümü hakkında bu tür bir yorum yapmayı "normal" bir davranış olarak gördüğü ve neden böyle bir şey yapma gereği duyduğunu merak etmenin ötesinde bir tepkim olmadı. Sinirlenmek ya da üzülmek yerine "Wtf?!" diye düşündüm. O yüzden kendime tebrik amaçlı bir blog yazısı yazmak istedim.

Doruk noktasındayken intiharvari düşüncelere kadar uzanacak derecede vücut imajı problemleri olan bir insandım, hala da bunların üstesinden gelmiş sayılmam. Ama belli ki vücudumla barışmaya sonunda başlamışım.

Darısı bunun gibi fotoğrafsızların başına.

Sunday 6 April 2014

flare 2014 pt.1

Bütün bir yıl heyecanla beklediğim BFI Flare: London LGBT Film Festival geçen Pazar sona erdi. Programı ilk gördüğümde biraz hayal kırıklığına uğramıştım, ama izlediğim filmlerin biri dışında hepsinden çok memnun kaldım. Bu festivale altı yıldır katılıyorum, denk geldiğim en başarılı programlardan biriydi.

Festivalin açılışını 'gay best friend' anlamına gelen G.B.F. ile yaptım. Mean Girls gibi kült statüsüne erişecek bir film olmamakla beraber uzun zamandır bu kadar gülmemiştim. Özellikle filme girerken verilen ve aşağıda görmekte olduğunuz argo sözlüğü süperdi. Lise filmlerini seviyorsanız, political correctness kavramını boşverip kahkahalarla gülmek istiyorsanız ve zaman zaman yüz buruşturtacak derecede kötü olan oyunculuklar sizi rahatsız etmeyecekse izlemenizi tavsiye ederim (benim gibi fanatik Mean Girls hayranıysanız filmin sonundaki prom sahnesi ile Mean Girls'ün sonundaki prom sahnesinde aynı şarkının çaldığını fark edeceksiniz). (7/10)



İkinci filmim Valencia: The Movie/S idi. 90'lar San Francisco'sunda yaşayan Michelle adlı queer bir kadının otobiyografisinin her bir bölümünün birbirinden tamamen bağımsız çalışan 20 farklı yönetmen tarafından kısa film haline getirilmesiyle oluşan bir projeydi. Geçen yıllarda filmlerini festival kapsamında büyük zevkle izlediğim Cheryl Dunye o 20 yönetmenden biri olduğundan bu filmi sabırsızlıkla bekliyordum. Karakterlerin her bir filmde değişmesi ve Michelle'in karşımıza kadın, trans erkek, bufalo ve hatta şişme bebek olarak çıkması bazıları için hikayeyi takip etmeyi zorlaştırsa da benim için narratif kavramının altını üstüne getiren, film yapımına yepyeni bir açıdan bakan bir yaklaşımdı, izlemekten büyük zevk aldım. En kısa zamanda Michelle'in otobiyografisini okumayı planlıyorum. Bu arada izlerken karşınıza Lynn Breedlove, ve The Real L Word izlediyseniz Whitney'nin eski sevgililerinden biri çıkacak. (7.5/10)

Bir sonraki filmim Dual'a (orijinal adıyla Dvojina) beni ziyaret etmekte olan ve yalnız bırakmak istemediğim annemi götürdüm. İkimiz de hem filme, hem karakterlere, hem de açılış şarkısına bayıldık. Festivalde en sevdiğim ve hatta Blue is the Warmest Colour'dan sonraki favori lezbiyen filmim diyebilirim, inanılmaz tatlı bir filmdi. Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim, o yüzden spoil etmemek için konudan bahsetmeyeceğim. Bulabilirsem tekrar izlemek istiyorum bu aralar. (9/10)



Daha sonra Rae Spoon'un My Prairie Home filmini ve filme eşlik eden canlı performansını izledim. Geçen seneki festivalde Youtube'da butch olmak ve femme sevmek temalı monologlarına denk gelmiş olabileceğiniz Ivan Coyote ile olan Gender Failure performansını izlediğimden beri Rae Spoon iPod'umda kendine büyük bir yer edinmişti. Uzun zamandır izlemek istediğim filmini bizzat kendisinin de katılımıyla izlemek bambaşka bir histi; filmdeki memleketine sığamadığı için daha büyük şehirlere yelken açmak ama bir yandan da hep yolun doğup büyünen yere düşmesi teması bana çok dokundu. Rae Spoon'un 18-19 yaşlarındaykenki ilk aşkına şarkı söylediği sırada festival programcılarının sahne önünde ayağa fırlayıp dans etmeye başladığı an benim için festival tarihinin en unutulmazlarından. (8.5/10)

Extrasystole, Violette Leduc: In Pursuit of Love, Reaching for the Moon, You're the One Aren't You, Who's Afraid of Vagina Wolf ve 52 Tuesdays'den yarın bahsedeceğim.

Thursday 27 March 2014

sadness the name of the spike that took me

Bu hafta annem buradaydı, bugün Türkiye'ye yolcu ettim. Şansıma işyerim onu havaalanı otobüsüne bindirdiğim yerin dibindeydi, annem gittikten sonra işe gitmem gerekiyordu. Otobüs saatinin gelmesini beklerken zaten kendimi zor tutuyordum, otobüs kalkıp da arkamı dönüp yürümeye başlayınca sokak ortasında birden hüngür hüngür olan insan modeline dönüştüm. Bütün öğleden sonra işyerinde depresif, dokunsan ağlayacak bir moddaydım. İşten çıktım, eve geldim, sabah annemle birlikte çıktığım evde tek başıma oturuyor olmak hala içimde ağlama isteği uyandırıyor.

Anneme çok bağlıyım, her ayrılışımızda (ki 2006 yılında İzmir'deki evimizde yaşamayı bıraktığımdan beri birkaç ayda bir "ayrılıyoruz") içimi bir hüzün kaplıyor. Ailem İngiltere'yi çok sık ziyaret etmediğinden giden insan genelde ben oluyorum. Giderken insanın amaçları, umutları, peşinden koşturacağı hayalleri, sabırsızlıkla beklediği anları oluyor; bütün bunlara kafa yorarken insan geride bıraktığı şeyleri düşünmüyor. Arkada bırakılmak çok daha sinir bozucu, geride kalmayı çekici kılan hiçbir şey yokken özellikle.

Wednesday 19 March 2014

all sparks

Geçenlerde arkadaşlarımla ilişkilerden bahsediyorduk. Bir buçuk yıl kadar önce en son ilişkimin bitmesinden sonra verdiğim kendimi 10 sene sonra hala birlikte göremediğim insanlarla zaman harcamama ve single takılmayı tercih etme kararını pek garipsediler. Henüz 24 yaşında olmama rağmen light ilişkilerden tamamen elimi eteğimi çekip daha "gerçek" bir şeyleri beklemek gerçekten garip olabilir, bilemiyorum. Ya da belki gelecekte fikir değiştireceğim. Ama şu anda havadan sudan ilişkilere zaman ve enerji harcamak istemediğimden eminim.

Öncelikle ilişkiler ne kadar yüzeysel de olsalar emek istiyorlar. Şu anda hem iş hem Londra Onur Haftası gönüllülüğünü dengelemeye çalışmaktan, düzenli spora başlamış olmaktan, bitmek bilmeyen sağlık problemlerinden ve peşimi bırakmayan vize stresinden kendime ayıracak çok az zamanım kalıyor. O kıymetli zamanımı da aşık olmadığım biriyle düzenli olarak görüşerek harcamak istemiyorum. Ayrıca ne kadar işin içine aşk girmemiş de olsa, "Bence bu iş burada bitse ikimiz için de daha iyi olur" konuşması yapmak çok stresli ve sinir bozucu bir şey. O yüzden işleri hiç o noktaya getirmemeyi tercih ediyorum.

İkinci olarak eften püften de olsa insan birine konsantre olunca çevresine alıcı gözle bakabileceği ortamlara girme fırsatı azalıyor. O yüzden sevmediğim insanlarla birlikteyken gerçekten aşık olabileceğim biriyle tanışma fırsatını kaçıracağımdan korkuyorum, gerekçelerimden biri bu.

Son olarak en büyük nedenim aramda elektrik olmayan insanların ufak tefek bazı huy ve özelliklerini ikinci görüşmeden itibaren inanılmaz itici bulmam. Yürüyüşleri, konuşmaları, gülüşleri, beni öpüşleri, en çok da ben onlardan etkilenmediysem bana vurulmuş gibi görünmeleri (yani onlardan etkilenmiş olsam negatif bakmayacağım bir sürü şey) beni onlardan çok fena soğutuyor. Kendini beğenmişlik değil, kısmen "Kaçan kovalanır, kovalayandan kaçılır" türü bir tepki belki de.

Aşkın zamanla oluşan bir şey olduğuna inanmıyorum. Yıldırım aşkı bekleyen umutsuz romantiklerden değilim, ama bir insanla 1-2 saat zaman geçirdikten sonra o elektrik yoksa maalesef hiçbir zaman olamaz gibi geliyor bana. Çevremde o "spark" dediğimiz kıvılcımın hiç var olmadığı ya da söndüğü ilişkilere yalnız olmamak için yıllarını veren o kadar çok insan var ki. Ben o kıvılcımı istiyorum, ne kadar zaman geçerse geçsin birini her gördüğümde midemde kelebekler uçuşsun istiyorum - bundan azıyla yetinmek kendi kendime saygısızlık gibi geliyor. O yüzden yıllardır hep tek başıma olmayı tercih ettim.

Yirmili yaşlarında olup böyle hisseden var mı? Boşuna mı bu kadar fırsatı tepiyorum?




Friday 14 March 2014

transition

Facebook listemde olanlar bilir, geçenlerde işyerinde yeni başlayan birini birkaç hafta boyunca ofiste göz ucuyla görüp "Hipster çocuğun teki" diye geçiştirdikten sonra bir çift göğüsün varlığını fark edince "Aman Tanrım kadınmış" tepkisi verdiğimden, erkek olduğunu sandığımda kaale dahi almadığım aynı insanın kadın olduğunu anlayınca birden alıcı gözle bakmaya başladığımdan bahsetmiştim. Ama durum hiç sandığım gibi değilmiş.

Bu bahsettiğim insan bir projeye yardımcı olması için geçici olarak işe alınmıştı, dün kontratını uzatmışlar, altı ay daha kalacakmış. Bunun üzerine bölüm müdüründen ofisteki herkese erkekliğe geçiş döneminde olduğunu, bundan böyle kadın değil erkek ismiyle bilinmek istediğini belirten bir email yollamasını istemiş. Emaili görünce bir an kendimi paralel bir evrende falan yaşıyor gibi hissettim. Türkiye'de olsa muhtemelen insanın dakikasında işten atılmasına sebebiyet verecek bir açıklamanın 100 kişiye giden bir email ile bu kadar alelade bir şekilde yapılmasına ve kimsenin en ufak bir tepki vermemesine inanamadım bir türlü. Ama güzel bir inanamama hali.

Paralel evren hissini üzerimden attıkça bu açıklamayla beraber "alıcı göz" modumun tamamen sona erdiğini fark ettim. Son birkaç yıldır çevremde artan transerkek sayısıyla anladım ki bir insanı dış görünüş olarak ne kadar çekici buluyor olursam olayım, erkek kimlikli olduğunu öğrendiğimde tüm ilgim sönüyor. Aynı şey genderqueer vs. kimlikli insanlar için de geçerli. Dürüst olmak gerekirse bundan altı yıl önce aile ve arkadaşlarıma eşcinsel olarak açıldıktan, onlara bir kimlik bunalımı yaşamadığımı ya da bunun "geçici bir dönem" olmadığını gösterebilmek için uğraştıktan sonra erkek kimlikli biriyle birlikte olmanın düşüncesi bile yorucu geliyor. Toplumun beni tek başımayken heteroseksüel olarak algılaması yeterince sinir bozucuyken bir de sevgilimleyken heteroseksüel, ya da belki biseksüel diye algılanmayı kesinlikle istemiyorum. Ayrıca sadece kadınlara ait toplulukların enerjisinden, o enerjiye dahil olmaktan o kadar memnunum ki, bunun dışına adım atma fikri bana hiç çekici gelmiyor.

Sunday 9 March 2014

women of the world

Hiç beklemediğim gibi bir haftasonu geçirdim. Normalde dün BFI'da kadınların elinden çıkma filmlere yer veren bir festivalin tanıtımı için özel bir gösterime gidecek ve Pazar gününü muhtemelen Starbucks'ta ve evde pinekleyerek geçirecektim. Dünya Kadınlar Günü için her yıl BFI'ın hemen yanındaki Southbank Centre'da düzenlenen Women of the World Festival kapsamında Butch Monologları adlı bir performans düzenleneceğini duyunca BFI'daki etkinliğin biletini iade ederek WoW'a gitmeye karar verdim.

Geçen sene Women of the World Festival'da Naomi Wolf'un söyleşisine gitmiş, ama 2011'den beri düzenleniyor olmasına rağmen nedense hiç festivalin tamamına katılmamıştım. Benim için inanılmaz ilham verici bir haftasonu oldu. Havanın birden inanılmaz bir şekilde 17 derece ve güneşli olmasının da etkisiyle Londra ve çevresinde ne kadar feminist varsa herkes festivalin düzenlendiği nehir kıyısına akın etmişti.

Maalesef Butch Monologları'na çok fazla ve beklenmedik bir talep olduğundan izleme fırsatı bulamadım, ama çok aydınlatıcı bir haftasonu oldu. Yeni doğmuş bebeklerden 80 yaş üstüne kadar binlerce insanın pornografi, küresel ısınma, ayrıcalık (privilege), kimlik, vücut imajı, şişman aktivizmi (fat activism) gibi konuları tartıştığı, beynimin entelektüel hücrelerinin her birini harekete geçiren bir ortamdı. Erkeklerin de diyaloga dahil olması sevindiriciydi. Ayrıca efsanevi insan Vivienne Westwood'u, İzlanda eski (ve gay) başbakanının eşini ve Katie Price'ı dünya gözüyle görmüş oldum.

Festivalin en süper anı ise seyircilere soru sorma sırası geldiğinde sürekli mikrofonu kapıp yorum yapan ve sanki çok önemsiz bir şeyden bahsedermiş gibi "Bu arada ben moda fotoğrafçısıyım" diyen yaşlı amcanın Twiggy'nin o ikonik ilk fotoğraflarını çeken moda fotoğrafçısı Barry Lategan çıkması oldu.

Seneye mutlaka bu festivale geri döneceğim.

Saturday 8 March 2014

loneliness vs. solitude

Üye olduğum bir forumda insanlar yalnızlıktan; neleri yalnız, neleri başkalarıyla yapmaktan hoşlandıklarından bahsediyorlardı. Onların yazdıklarını okurken kendimi düşündüm. İngiltere’ye taşınır taşınmaz tanıştığım ve uzun süre birlikte olduğum insanla dört yıl önce ayrılmamızdan beri “yalnız” bir insanım. O zamandan beri sadece bir kız arkadaşım oldu, onunla da sık görüşemediğimizden yine çoğu şeyi yalnız yapmaya devam ettim.

İngiltere’de yaşamaya başladığımdan beri 1) mesafeli insanlarla çevrelenmiş olmaktan, 2) ilk taşındığımda İstanbul’daki arkadaşlarımın çoğuyla arkadaşlığımın travmatik bir şekilde sonlanmasının ve bir anda çok kilo almanın bende yarattığı özgüvensizlik hissinden, 3) geldiğim gibi sevgili yapınca yeni insanlarla tanışmak için çaba göstermemekten “arkadaşsız” bir insan haline geldim. İstanbul’da sosyal olmak hoşuma giden ve kolay bulduğum bir şeydi, burada ne değişti bilmiyorum. Sevgilimden başkasıyla uzun bir süre sosyal olmayınca ve kendimi soğuk insanlar arasında bulunca nasıl havadan sudan konuşulacağını mı unuttum? İstanbul’daki sosyalliğim bir anomali miydi? Yoksa bunların tamamı son zamanlarda özgüvenime büyük darbe vurulmasından mı kaynaklanıyor? Bilmiyorum, ama şu anda hayatımın büyük kısmını yalnız yaşıyorum: İş yerinde insanlarla yüzeysel muhabbetleri ve 2-3 haftada bir arkadaşlarımla buluşmayı saymazsak her şeyi yalnız başıma yapıyorum.

Yalnızlık çoğunlukla beni rahatsız etmiyor. Kitabımı alıp bir kafeye ya da restorana gitmekten, tek başıma başka ülkelere gidip kafama göre gezmekten, çıkıp saatlerce yürümekten, sinema ve müzelere gitmekten büyük keyif alıyorum. Başkasıyla konuşmak zorunda olmadığımda üzerimden büyük bir yük kalkıyor. Ama bazen, çok nadiren, bu keyif aldığım şeyleri başkalarıyla paylaşabilmek istiyorum. “Hadi yarın şuraya gidelim” dediğimde peşime takılacak kadar maceracı, ben kitabımla Starbucks’a gittiğimde kendi kitabını getirip bana eşlik edecek kadar yakın olduğum birine ihtiyacım var.

Tuesday 4 March 2014

the one worth leaving

Bugün şu anda çalışmakta olduğum yerde ay sonunda bitecek olan kontratımın ekonomik sebepler yüzünden uzatılmayacağını öğrendim. Benden çok memnunlarmış, çok iyi iş çıkarıyormuşum, ama maalesef müdürlerden kontratımın uzatılmasına onay gelmemiş. Bir yandan bunun benim yaptığım işten ya da bendeki herhangi bir eksiklikten kaynaklanmadığının farkındayım, diğer yandan da her ay abuk subuk işlere yüz binler harcayan insanların bana üç kuruş maaşı çok görmesi içimde bir değersizlik hissi uyandırıyor.

Kar amacı gütmeyen sektörde çalışmanın maaşsız stajlardan sonra en kötü yanı bu herhalde: Patronların kişisel takıntıları sebebiyle derneklerin kimi zaman milyonlarca poundu bulan bütçelerinin ciddi bir kısmının garip garip işlere harcanması, ama o işleri yapacak çalışanlara değer verilmemesi, konu çalışanlara gelince inanılmaz bir cimrilik yapılması. Şu ana kadar çalıştığım iki dernek birbirinden boyut ve maddi olanak olarak çok farklı olduğu halde ikisinde de aynı şeyi gözlemledim. Ve her ikisinde de eğitim olarak kat kat üstün olduğum insanlar iş sahibiyken ben sadece daha az deneyimli olduğum için vazgeçilebilir insan olarak görüldüm.

İş ararken de hep aynı şey: "Diplomaların iyi güzel, ama yeterince deneyimli olmadığın için seni alamıyoruz." Peki kimse yakın zamanda mezun olmuş insanları işe almayınca insan nasıl deneyim kazanacak? Yıllarca maaşsız stajyer olarak emeğinin sömürülmesine izin vererek mi?

Bazen belli bir yaşa gelmiş insanların iş gücünden elini eteğini çekerek gençlere fırsat vermesi gerektiğini düşünüyorum. Maddi açıdan rahatsanız işi gücü bırakın, bir yerlerde gönüllülük yapın, hobi edinin, dünyayı gezin ve bize yer açın lütfen. Çevremde çok kalifiye olan ve işsiz olan o kadar çok yaşıtım insan var ki. Doğru düzgün iş sahibi olanları iki elimin parmağında sayabilirim herhalde.

Thursday 20 February 2014

flare

Altı yıl önce İngiltere'ye taşındığımdan beri her yıl mutlaka gittiğim ve yıl boyunca favori etkinliğim olan London Lesbian and Gay Film Festival geçen sene isim değişikliğine gidilmeli mi gidilmemeli mi şeklinde bir kamuoyu yoklaması yapmıştı. Festivalin L ve G bireyler dışındakileri de kapsayan bir isme sahip olması gerektiği fikrine karşı çıkmamakla beraber 28 yıllık tarihinin 26 yılını London Lesbian and Gay Film Festival adıyla geçiren bu festivalin tarihine sahip çıkılması ve adıyla çok oynanmaması gerektiği düşüncesindeydim.

Dün akşamki özel bir etkinlikte festivalin yeni isminin BFI Flare: London LGBT Film Festival olacağı açıklandı. Daha doğrusu festivalin asıl adı Flare olacak, sloganı da London LGBT Film Festival. Sadece London LGBT Film Festival olsa en ufak bir itirazım yok, ama Flare ne biçim bir festival ismidir yahu? Kendimizi LGBT olarak tanımlamaktan, "LGBT Film Festivali'ne gidiyorum" demekten utanıyoruz mu da bunun başına "Flare" gibi abuk subuk isimler getirmek zorunda hissediyoruz? Bu Flare muhabbetinin gerekçesi iddia edildiği gibi "yeniliğin lideri olma" amacıysa gerçekten, yine bu festivalin arkasındaki kurum BFI tarafından organize edilen Londra Film Festivali'ne neden böyle saçma sapan hipstervari isimler eşlik etmiyor? Bana biraz da festivali Londra Film Festivali'nden  uzaklaştırmak istedikleri için benzer bir isimden alakasız bir isme gittiler gibi geliyor.

Sırf yenilik yapmış olmak adına ya da "değişik" olmak için yapılan yenilikten nefret ediyorum. Keşke bazı şeyler olduğu gibi bırakılsa.

Monday 17 February 2014

stranger, make me remember you

Londra'daki favori mekanım ve nam-ı diğer ikinci evim BFI'da üyelere özel her ay ünlü film ve sanat insanlarının gelip kendilerine ilham veren filmleri sunduğu gösterimler oluyor. Bu ayın konuğu Alison Goldfrapp ve sevgilisi Lisa Gunning idi. İlham aldıkları film Persona'dan önce Goldfrapp'in Tales of Us albümüne eşlik etmesi için yaptıkları aynı adlı filmi sundular. Her şarkı için başka bir kısa film vardı. Normalde dinlediğim şeylerden çok uzak olmasına rağmen albümün masalsı havasını çok beğendim, tam arka fonda çalınacak güzellikte. En kısa zamanda edinmek istiyorum.



Stranger'a eşlik eden kısa filmi çok aradım ama maalesef bulamadım. Bulabilene kocaman bir hug (spoiler vermemek için plajda yürüyen iki kadınla başlıyordu diyeyim).

Saturday 15 February 2014

blue v day

Dün Blue is the Warmest Colour'u ikinci evim BFI'da yedinci kez izledim. Sinemaya giderken yolda çok çok sevdiğim bir filmi tekrar izlemenin bana hissettirdiklerini düşündüm.

Çok sevdiğim bir şeyi yerken yavaş yavaş yeme ve en sevdiğim kısmı en sona bırakma huyum vardır (ya da belki herkes öyle yapıyor, bilmiyorum). Sevdiğim bir filmi izlerken de böyle her anını sindire sindire izleyeyim ve hiç bitmesin istiyorum. Film başlarken heyecandan midem sıkışıyor, yüzüme salak bir gülümseme oturuyor, kalp atışlarım hızlanıyor. Her izlediğimde yeni bir minik detay görmek beni çok mutlu ediyor.

Bu yedinci izleyişten sonra sanırım Directors Cut ortaya çıkana kadar Blue is the Warmest Colour'un zihnimde kendini marine etmesine izin vereceğim.

lambda

Lambdaistanbul'un Facebook sayfasında sevgili/seks/bilmem ne arayışı ilanları üzerindeki yasağın kalkmasıyla son bir aydır falan sayfa bu tür ilanlardan geçilmez oldu. Uzuv fotoğraflarının eşlik ettiği "Benimki şu kadar cm, Bostancı'da yalnız yaşıyorum, pasifleri beklerim" ilanlarından iş yerinde Facebook'umu açmaya korkuyorum artık. O kadar boku çıktı ki, müşteri arayan hetero kadınları geçtim, bugün kız kardeşinin kullanılmış iş çamaşırlarını satmaya çalışan dingilin tekine denk geldim sayfada.

İşin en acayip kısmı ise sayfa admin'lerinin bu duruma tepki gösterenleri "ahlakçılık" ile suçlaması. Bu bahsettiğim külot satma muhabbetinin altında admin olduğunu varsaydığım kişinin "Kardeşi yetişkin ve haberi varmış. Bize ne o zaman." dediğini ve Lambda üyesi ya da gönüllüsü olmayanların görüş bildirme hakkına sahip olmadığını belirttiğini gördükten sonra sinirlerim tepeme fırladı.

Ahlakçılıktan ve tutuculuktan benim kadar uzak çok az insan olabilir; eşcinsel camiası da dahil olmak üzere pek çok insanın "sapıklık" olarak tanımlayacağı pek çok cinsel eylemi yargılamam, rıza sahibi yetişkinlerin diğer rıza gösteren yetişkinlerle yaptıkları her türlü şey kendilerini ilgilendirir. Burada insanların tepki göstermesinin sebebi ahlakçılık değil.

Cinsel organının ya da yarı çıplak vücudunun fotoğraflarını internette paylaşarak arayışlara giren insan modeli olmamama rağmen bunu yapmayı seçenleri anlayabiliyorum. Ama bunun yeri LGBT hakları derneklerinin sayfaları değil. Bu tür arayışlar için pek çok site var zaten.

Bunu da geçtim, yasallığı tartışılır ticari "arayışların" reklamının yapıldığı bir sayfa haline geldi Lambda sayfası. Ve sayfa admin'leriyle müritleri bozuk plak gibi her eleştiriye ahlakçılık damgası vuruyorlar, sanki bunlar cinsel bir devrimin işaretleriymiş ve biz geri kafalılar partinin keyfini kaçırıyormuşuz gibi. Aferin size, o kadar modern ve aydınlanmış insanlarsınız ki.

İstanbul'daki tek örgütlü LGBT oluşumun bu kafadaki insanlar tarafından yönetiliyor olması gerçekten içimi acıtıyor.

Wednesday 5 February 2014

tube strike

Bugün Londra'daki metro istasyonlarındaki bilet gişelerinin kapatılıp yerlerine makine konması teklifini protesto amacıyla metro çalışanları greve başladı. Bu hafta 48 saat, haftaya 48 saat olmak üzere toplam 4 gün grev yapacaklar.

İşe metroyla gitmeyen bir insan olarak bunun beni pek etkileyeceğini düşünmemiştim, hatta grevi tamamen unutmuşum. Her zamanki gibi otobüs durağına gittiğimde normalde 10 kişinin olduğu durakta 100 kişi görünce aklım başıma geldi. Ortama tam bir kaos hakimdi: zaten ağzına kadar dolu olan otobüsler durduğunda 100 kişinin hepsi birden kapıya akın ediyor, şoför sadece inen kişi sayısı kadar insanı içeri alacağını işaret ediyor, insanlar buna rağmen itişe kakışa binmeye çalışıyorlar, şoför daha fazla insan binmesin diye kapıyı kapatıyor, insanların sağı solu kapıya sıkışıyor, acı içinde bağırıyorlar. Binmeye teşebbüs ettiğim dört otobüsün hiçbirine binemiyorum, kimisi o kadar dolu ki durmadan geçiyor.

Sonunda beşinci otobüse binmeyi başarıp sardalya konservesi modunda bir yolculuk sonrası otobüsten indiğimde ofise yürümek mümkün değil, yine durakta ne yapacağını şaşırmış bir halde bekleyen, gelen otobüslere hücum eden bir insan kitlesi.

Zaten işe geç kalmışım, uzakta oturan çoğu insan işe gelememiş, bütün Londra metro grevini konuşuyor. Bazı insanlar evden sabah 5.30'da çıkmışlar. Dönüşte belki sabah olduğu kadar zorlanmam, iş yerimin olduğu otobüs durağı o kadar merkezi bir durak değil diye düşünerek işten çıkıyorum. Normalde taş çatlasa 2-3 kişinin olduğu durakta 50 kişi bekliyor. Otobüs geliyor, yine hepimiz akın ediyoruz. Herkes sinirli, herkes gergin. Yanımda ayakta duran herif 5 yaşındaki çocuklar gibi çat çat sakız patlatıyor, iyice geriliyorum. Otobüs duraklarında oluşan kızgın kalabalığın olay çıkarmasını önlemek ve insanların kazasız belasız otobüse binmesini sağlamak için her durakta polisler bekliyor. Otobüse binip bize arkaya doğru ilerlememiz ve insanlara yer açmamız için bağırıyorlar. Herkes kafayı yemiş bir durumda. Ve bu dört günün daha birincisi.

Her ne kadar insanların yerini makinelerin almasına karşı olsam da böyle oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi her sinir olduklarında greve giden ve koca şehri perişan eden metro çalışanlarına en ufak bir sempati duyamıyorum. İngiltere'de çoğumuz bütçe kesintileriyle karşı karşıyayız, çoğumuzun işi tehlikede. Kaçımızın greve gitme lüksü var, hem de metro gibi şehir hayatının işleyişi için büyük önem taşıyan bir yerde çalışırken? Kendileri zor durumda diye milyonlarca insanı zor durumda bırakmaya ne hakkı var bu insanların? Anlamaya çalışıyorum ama maalesef ne tarafından bakarsam bakayım hak veremiyorum.

Tuesday 28 January 2014

only lovers left alive

Bu aralar haftada birkaç kez Chinatown'a gider oldum. Hem evime yürüme mesafesinde oluşu, hem kafayı dim sum'la bozmuş olmam, hem de en sevdiğim sinemalardan biri olan Prince Charles'ın dibinde oluşu sebebiyle Chinatown hızla Londra'daki favori destinasyonlarımdan biri haline geliyor.

**

Pazar günü uzun zamandır deneyimlediğim en güzel günlerden biriydi. Yeni tanıştığım bir arkadaşımla Chinatown'da bir dim sum restoranında öğle yemeği yedikten sonra kendimizi Haagen Dazs'ın kafesine attık. Güzel bir kahve sonrası buluşmamızın asıl amacı olan Prince Charles'daki Mean Girls quote-along etkinliğine gittik. Bilmeyenler için quote-along sinema gösterimleri izleyicinin film boyunca bir ağızdan replikleri söylediği, çılgın eğlenceli etkinlikler oluyor.

Arkadaşım Blue is the Warmest Colour'u uzun zamandır izlemek istediğini, ama evinin yakınlarında gösterimde olmadığı için DVD'sini beklediğini söylemişti. Mean Girls çıkışı bir de baktık ki diğer salonda Blue is the Warmest Colour başlamak üzere. Tabii ki kendimizi tutamadık ve girdik. Böylece filmi Ekim ayından beri sinemada altıncı kez izlemiş oldum.

Sevgililer Günü'nde BFI'da yedinci kez izlemiş olacağım. Hiç de Sevgililer Günü filmi değil, ama olsun.

**

Az önce Only Lovers Left Alive izledim. İlk anından itibaren fena halde kült esintiler taşıyan bir filmdi. İzlenesi.

Thursday 9 January 2014

saint laurent sl/02h

Zaman yine indirim zamanı. Eskiden Noel'de başlayan indirimleri yıl boyunca heyecanla beklerdim, ama hem dolaplarımda iki fazladan kazak dahi alacak yer kalmaması sebebiyle, hem de "Olur da Türkiye'ye dönmek zorunda kalırsam bu kadar eşyayı ne yapacağım" düşüncesiyle bu sene indirimlere pek ilgi göstermedim. Ama yine de dün akşam bir Selfridges'e uğrayayım dedim. Zamanlamam mükemmelmiş gerçekten, tam %50 indirimli olan şeylerin daha da düştüğü güne denk gelmişim. 99 pound'a Alexander McQueen babetler, 100 küsür pounda Balenciaga ve Burberry ayakkabılar, 50 pound'a Michael Kors elbiseler vardı. İki saat kararsız kaldıktan sonra 425 pound'dan 125 pound'a düşen bir çift Saint Lauren spor ayakkabı ile evin yolunu tuttum. Çok da rahatlar.

Bu kadar ucuza Saint Laurent ayakkabı alabildiğime hala inanamıyorum.


Sunday 5 January 2014

post-izmir blues

18 Aralık'ta öğleden sonra 2'de başlayan sınırsız alkolle gecenin geç saatlerine kadar devam eden iş yeri Noel partisinde fena yamulduktan sonra iş ortamından uzaklaşmak bana süper geldi. On günlüğüne İzmir'e geldim.

**

Ilıca'da denize girme denemesinde bulunmak için Çeşme'ye giderken şunu fark ettim ki, ben İzmir'i çok seviyorum. İnsanlarına ya da başka bir şeyine değil de, İzmir denen toprak parçasına, şehrin havasına suyuna hiçbir yere olmadığım kadar bağlıyım.

İzmir'imi o kadar çok seviyorum ki; kokusu ve pelikanlarıyla güzelim körfezi, Çeşme'ye giderken otobanın kıvrımları arasında birden görünen muhteşem deniz manzarasını ve yeşil tepeleri, İzmir'den gelenlere merhaba diyen Alaçatı rüzgar türbinlerini, kışın ıssız bir sessizliğe bürünen Ilıca'nın bembeyaz kumlarını, yatak odamdaki camdan baktığımda gördüğüm derenin körfeze karıştığı yerde yüzen karabatakları, Karşıyaka-Alsancak vapuruna bindiğimde bütün şehrin çevremde ışıl ışıl oluşunu her gördüğümde kalbim sevgiden patlayacakmış gibi oluyor. İzmir'in en sıradan köşesine bile aşkla bakar oldum Londra'ya taşındığımdan beri, doğma büyüme İzmirli olduğum halde yıllardır gözümün önünde duran pek çok güzelliği yeni yeni fark ediyorum. Ve o kadar güzel şeyler var ki İzmir'de, baktıkça içim acıyor, kalbim sıkışıyor.

Genelde benim için duygulanıma sebep olan şeyler sanattan çok film ve müzik olduğundan Stendhal sendromu konseptini aklım almazdı. Artık insanı ağlatacak kadar ezici bir güzelliğin varlığını anlayabiliyorum.

Türkiye'ye döndüğümde asla İzmir'den başka yerde yaşamak istemem.

**

1 Ocak'ta İstanbul aktarmalı olarak Londra'ya dönecektim. Havaalanına gittiğimde İzmir-İstanbul uçuşunun 35 dakika gecikmeli olduğunu öğrenmem, o 35 dakikanın 1.5 saatlik bir gecikmeye dönüşmesi ve sonuç olarak daha İzmir'den uçağa binemeden Londra uçağını kaçırmam sebebiyle havayolunun yaptığı "İstanbul'da sizi otele götüreceğiz, ertesi gün uçarsınız" teklifini kabul etmeyerek birkaç gün daha İzmir'de kaldım ve dün direk uçuşla Londra'ya döndüm.

Londra'ya geri dönüşler her seferinde benim için zor oluyor. İzmir'de annemin, kedimin ve süper yemeklerin olduğu kocaman evimden ve "Armut piş ağzıma düş" usulü yaşantımdan buradaki yalnızlığıma, "odacık" boyutundaki evime ve hayatımla ilgili her şeyden tek başıma sorumlu olmaya dönüş kolay değil. Birkaç gün ve birkaç hafta arasında değişen bir alışma ve özlem sürecini atlatmam gerekiyor her seferinde. Bu sefer bir de vizemin bitmesine 2 hafta falan kaldığı için ve  yeni vizeye başvurmam gerektiği için iyice stresliyim. Türkiye'deyken ailemin de desteğiyle her zorluğu aşabileceğime olan inancımın verdiği güvenlik hissi yok buradayken, her şey tamamen benim sorumluluğumda. Büyümenin gereği bu olsa da, kolay bir şey değil.