Fazla kilolarım hakkında toplumun genel 'güzellik' kavramının saçmalığına dair (ya da 'fazla' kavramının göreceli oluşuna dair) bir muhabbete girmeye üşendim şimdi. Ama olayı "Vücudum hedef kitleme dahil bile olmayan toplumun geneli tarafından beğenilecek diye hayatımı koşu bantlarında ve ölüm diyetleri yaparak geçirmeyi reddediyorum" diye özetleyebilirim. Hatta Sözlük'te "kalın bacaklara rağmen mini etek giymek" gibi başlıklarda belli ki beyin kapasitesi sınırlı insanlar tarafından yapılan yorumları gördükçe iyice sinir oluyorum ve kendimi KFC ile doldurup minicik eteğimle sokağa atasım geliyor. Ama malesef ayağımdaki stres kırığının 2,5 yıldır geçmemiş olması ve regl düzenimin kafayı yemesi gerçekleri bu kiloda olmamın sağlıklı olmadığını gösteriyor. Ayağımın tamamen iyileşmesi için ya bu yaz ameliyat olmam, ya da acil olarak bütün 'fazla' kilolarımı vermem gerekiyor. Bütün yazı yatakta ameliyat sonrası ayağımın iyileşmesini bekleyerek geçirmektense, ikinci seçeneği tercih ediyorum. Dolayısıyla toplumun siktiriboktan estetik anlayışı bir yana, en kısa zamanda kilo vermem gerektiği 283492 tane doktor tarafından sürekli kafama kazınmaya çalışılıyor.
Tuzsuz, zeytinyağsız yemek sevmeyen bir insanım. Haşlanmış şeyleri de sevmem. Zaten doğru düzgün sağlıklı yemek pişiremiyorum. Yağlı, sağlıksız, fast food familyasından ne varsa hepsini severim; yemek yapabilitem Marks and Spencer ya da Tesco'dan alınmış hazır yemekleri mikrodalgaya atmaktan ibarettir (abartıyorum tabii ki, ama İngiltere'deyken daha fazla yemek pişirmiyorum, bulaşığı yıkamaya üşeniyorum). Bunun değişmesi gerektiğinin farkına vardıktan ve dolaptaki mayonez ve diyet kola dışındaki sağlıksız her şey bittikten sonra alışverişe gidip dolabı Activia, meyve, ızgara yapılası et ve mikrodalgada haşlanmaya hazır doğranmış sebzelerle doldurdum. Bugün öğlen yemeği olarak somon fileto ve haşlanmış patates yemeye karar verene kadar her şey süperdi. Boş, sossuz olarak fırında pişmiş balıktan hiç hoşlanmadığımdan somona ballı hardallı sos yapmaya karar verdim. Balı biraz fazla kaçıp balığın yarısı yandığı için iğrenç bir şey oldu. Tadına bakıp çöpe attım. Umudum mikrodalgada pişmekte olan patateslerdeydi. Onlar da hazır oldukları için (hazır dediğim pakedinin içinde tereyağlı-otlu bir sosla hazır geliyor, pakedi açmadan mikrodalgalıyorsunuz) pek iyi değildi. Sinirim bozuldu, birazdan dışarı çıkıp bir şeyler mi alsam diye düşünüyorum. Eve en yakın yer bir Hint restaurantı, Hint pek sevmiyorum ama daha sağlıklı tabii KFC'ye göre. Öf.
Yemek yapmak alt tarafı tarifin dediklerini tamamen uygulamaktır diyenler çok yanılıyorlar. Ev arkadaşımla tamamen aynı şeyi yapıyoruz mesela, onunki süper oluyor, benimki tatsız tuzsuz fena bir şey oluyor. Neden böyle?
Bugünün Guardian'ında Slutwalk ile ilgili bir yazı vardı. Yazıda slut kelimesinin yeniden sahiplenilmesine getirilen feminist eleştirilerden bahsediliyor. Yeniden sahiplenmek, İngilizce olarak reclaiming, baskı uygulayan insanların hakaret olarak kullandığı queer, nigger gibi kelimelerin baskı altında tutulan insanlar tarafından yeniden sahiplenerek hakaret anlamından arındırılması demek oluyor. Bunun slut kelimesine uygulanabilirliği konusunda endişelerim vardı ilk başta.
Öncelikle, ben ne kadar queer kelimesini sahiplenmiş olursam olayım, ya da siyahi bir insan ne kadar nigger kelimesini sahiplenmiş olursa olsun, hetero ya da beyaz bir insan negatif bir context içinde bu kelimeleri kullanırsa kelimeler yine hakaret anlamı taşır diye düşünüyordum. Ayrıca kendimi queer olarak tanımlamakta hiç tereddüt etmezken, slut olarak tanımlama konusunda ediyordum. Çünkü queer İngiltere'de sadece toplumun çok küçük -ve toplumun geneli tarafından homofobik olduğu için ayıplanan- bir kesiminin hakaret olarak kullandığı bir kelime. Türkçe'de anlamı aynı olmasa da aynı işlevi gören ibne kelimesi var, ama kadınlara hitaben kullanılmadığı için onu da fena halde üstüme alınmıyorum. Kaldı ki ibne hakaretten başka, yeniden sahiplenilmiş bir anlam taşımıyor. O yüzden queer'in Türkçe karşılığı yok diyelim en iyisi biz. Neyse, anlatmak istediğim nokta 1989 doğumlu bir insan olarak queer'in genel olarak hakaret anlamı taşıdığı döneme denk gelmediğimden, yani queer'in yeniden sahiplenilmiş anlamıyla yetiştiğimden, kendime queer demekte bir sakınca görmüyorum.
Aynı şey slut kelimesi (ya da Türkçesi diyebileceğimiz orospu kelimesi) için geçerli değil gibi geliyordu bana. Kadınlar hem Türkiye'de, hem İngiltere'de 2011 yılında hala güzel olup 'vermedikleri' için, güzel olup kıskanıldıkları için, kafalarına göre yaşayıp kıskanıldıkları için, cinselliklerini erkeklerin binlerce yıldır yaptığı gibi özgürce yaşadıkları için ya da bazen sadece kadın oldukları için orospu ya da slut olarak tanımlanabiliyorlar. Hem diğer kadınlar, hem de erkekler tarafından. Hala bir baskı unsuru olarak kullanılan bir kelimenin yeniden anlamlandırılma zamanının gelmemiş olduğunu düşünüyordum. Yeniden anlamlandırılmadan şu anda bahsedilemeyeceğine hala inanıyorum, ama bu sürecin bir yerde başlaması gerekiyor. Neden şimdi başlamasın?
Too Much Pussy'de "Erkekler bana orospu demeden ben kendi kendime diyorum, böylece onların diyebilecekleri her şey kırıcılığını kaybediyor" diye bir şey vardı. Belki biraz naif ve çocukça, ama gerçekten öyle. Kimisine göre "Evlenmeden seks olmaz" kuralını yıllar önce ihlal etmiş oluşum, kimisine göre BDSM'e ilgi duyup çok eşli bir hayat sürmek istemem, kimisine göre gay olmam, kimisine göre one night stand'ler konusunda hiç bir çekincesi olmayan ve cinsel partner sayısı el ve ayak parmaklarının toplamını geçen bir insan olmam beni bir orospu yapıyor. O zihniyette insanlar kendileri gibi düşünmediğim için beni orospu diye damgalayacaksa, bundan gayet gurur duyar, ve onlardan önce ben kendime o etiketi yapıştırırım. İşte Slutwalk'un amaçlarından biri bu. Bir diğer amaç ise önceki Slutwalk post'umda bahsettiğim tecavüze uğramanın ne giymiş ve ne yapıyor olursa olsun asla kurbanın suçu olmadığı düşüncesini insanların kafasına kazımak.
Bugünkü The Guardian yazısında bahsetmek istediğim şey gayet iyi özetlenmiş:
"The original SlutWalk came about because of an idiotic remark by a Canadian cop about there being fewer sexual assaults on campus if women stopped "dressing like sluts". This is a warped but fairly common view of sexuality. Women ask for it. Men can't help but act on impulse. If women wear short skirts or show their bra straps they are sending out the wrong signals to men, who are so simple-minded that they ignore what women say and force sex on them. This attitude is one of the reasons for our low conviction rates on rape, and is as likely to be held by female as well as male jurors. Anything other than a greying sports bra is seen as in invitation to rape."
Böyle olmamalı. Ama aşağıdaki yorumları okuyunca insanın içine bir depresyon bulutu çöküyor resmen, birbirinden iğrenç yorumlar yapan, "Kadın da öyle giyinmesin o zaman, kadın dikkat çekici giyinirse erkek tahrik olur" diyen kadın ve erkekler. Kafanıza taş düşsün. Erkek cinsi tahrik olunca kendini kontrol etmekten aciz mi, bunu mu demeye çalışıyorsunuz?
Disclaimer: Bu depresif bir post. Moraliniz bozulursa sorumluluk kabul etmiyorum.
Ayda bir gün falan depresyon çöküyor üzerime. Dün sabah ve bu geceye paylaştırdım bu ay. Dün sabaha karşı rüyamda eski sevgilimi gördüm. Yılda birkaç kez oluyor bu, bombok hissederek uyanıyorum ve kendime gelmek baya zaman alıyor. Genelde detaylar saatler içinde siliniyor kafamdan, ama onu her rüyamda görüşümde sarılıyoruz ve rüyamda bile gayet net bir şekilde kokusunu alıyorum. Boynunun nasıl koktuğunu hatırlıyorum, yıllardır o kokuyla karşılaşmamış olsam bile. Kokunun en zor unutulan his olduğunu söylerler, öyle galiba. İnsanları genelde parfümleriyle özdeşleştiririm (haftada bir parfüm değiştiren tipler değillerse). Ve belirli dönemler kafamda o zaman kullandığım parfümlere göre kategorize edilirler. Mesela 12 yaşımda ilk kez platonik aşık olduğum insanın saçlarına sıktığı parfümün kokusunu hala hatırlıyorum, neredeyse 10 yıl geçmiş olmasına rağmen. Ama bu eski sevgiliden başka teninin doğal kokusunu ezberlediğim insan yok.
O insan benim aşık olmaya en yaklaştığım kişiydi. Çok kez aşık olduğumu düşündüm, ama geriye bakıyorum da, olmamışım. Çünkü aşık olsaydım, ayrılığın üstesinden gelemezdim diye düşünüyorum, dayanılmaz olurdu. Hiç atlatamayacağımı düşündüğüm, dayanamayacağımdan emin olduğum ve sırf o insanın yokluğu yüzünden mide bulantıları içinde geçirdiğim zamanlar oldu. Ama o hisler artık eskisi kadar güçlü değil. Artık o eski sevgili arada bir aklıma geldiğinde içimin ağır bir hüzünle kaplanmasına neden olan, ama hayatımın günlük akışını etkilemeyen biri haline geldi. Yine de ayrılmamızın üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen hala içimi sızlatabiliyor kendisi.
Sizce aşk nedir o zaman? Ayrılık acısının seneler sonra bile hiç azalmadan insanın ağzına sıçıyor olması mıdır, yoksa azalsa bile her zaman insanın içinde var olan bir şeye dönüşmesi midir? Ya da belki insan daha önce hiç aşık olup olmadığı sorulduğunda düşünme ihtiyacı hissediyorsa, aşık olmamış demektir.
Bu kız bana bu şarkının sözlerini hissettiriyor:
I shot the pilot, I'm begging you to fly this for me I'm here for you to use, broken and bruised Do you understand?
It's only you beautiful, or I don't want anyone If I can choose it's only you
Dün akşam başlayan Blogger çöküşü sonunda hallolmuş görünüyor. Bilmeyenleriniz için, dün akşamdan beri Blogger'da yazarlar ana sayfalarına erişemiyorlardı ve son 30 saatte yazılan postlar yok olmuştu. Ben de bir Facebook mesajı sayesinde Slutwalk yazımın silindiğini öğrendim. İtiraf ediyorum ki önce bunun dünya kadınlarının organize olmasını istemeyen güçler tarafından yapılmış olabileceği gibi saçma bir düşünce 5 saniyeliğine falan aklımdan geçti (gerçi Türkiye'de yaşayanlar için bu o kadar da olasılık dışı bir şey değil, bunları da göreceğimiz günler çok uzak değil gibi). Sonra fark ettim ki sorun Blogger'dan kaynaklanıyormuş. Kaybolan post'um hala geri gelmedi ama en azından yazabiliyorum artık. Gündüz Blogger'a girebilsem size dünün nasıl geçtiğini anlatacaktım.
Dün öğleden sonra okulda Uluslararası Ofis için Goldsmiths'de yabancı öğrenci olmakla ilgili 10 öğrencinin görüşlerini videoya alıyorlardı. £10 Amazon kuponu verdikleri için kameraya alınmaktan nefret eden ben tüm abeciliğimle gitmeye karar verdim. İyi ki de gitmişim. Filmi hazırlayan kadın Avustralya aksanıyla, gayet kaslı ve fit vücuduyla, gamzeleri, ela gözleri ve çilleriyle uzun zamandır gördüğüm en etkileyici kadındı. Ve gaydar'ım deli gibi ötmeye başladı kadını gördüğüm anda. Sonra bana okul bitince ne yapmak istediğimi sordu. Kadın ya da LGBT hakları için çalışan bir dernekte iş bulmak istediğimi söyledim, ve ne dedi tahmin edin: "Bu LG bilmemne dediğin şey, o nedir, açıklar mısın?" Yok artık gerçekten. *Yok artık* Gaydar'ım erkeklerde değil ama kadınlarda çok çılgındır ve şu ana kadar etkilendiğim biri asla hetero çıkmamıştır. O yüzden bu kadının gay olduğunu geç yaşta anlayacağına tüm kalbimle inanıyorum. Çok barizdi çünkü, yanında kd lang hetero duruyordu.
Röportajdan sonra eve geldim, sonu kalmış iki tane Jack Daniels şişesi buldum, onları bitirdim. Daha sonra Everything Everything konseri için Shepherd's Bush'a gittim. Giriş katında itilip tıkılmak istemediğim için ve o kadar uzun süre ayakta durmam mümkün olmadığı için balkondan oturmalı bilet almıştım. Gayet rahat bir koltukta sahneyi süper gören bir açıda konser izlemek ayakta ittirilip terleyerek bilmemkaç saat geçirmekten çok daha zevkli kesinlikle. Keşke her konserde koltuklu bölüm olsa.
Grup canlı olarak pek iyi değildi, bunu zaten konser videolarından biliyordum, ama yine de izlemiş olduğuma sevindim. Bölümden iki arkadaşımın ayakta bileti vardı, konser çıkışı onlarla buluşup Avustralyalı bar zinciri Walkabout'a gittik. Bir JD daha içip eve döndüm. Döndüğümde Blogger'a giremediğimi fark ettim, o kafamla bu kadar uzun süren bir sorun olabileceği aklıma bile gelmedi.
Biraz önce FL'de hiç tanımadığım kadının teki bana haftaya bir swinger partisi organize ettiklerini ve katılmamı istediklerini söyleyen bir mesaj attı. Thanks but no thanks türevi bir cevap attıktan sonra GB'de hiç tanımadığım başka bir kadından sarılmalar ve öpücükler temalı bir mesaj geldi. Dolunay zamanı bile değil üstelik.
Birisi Google'da 'justice as fairness' diye aratarak geçen yılın Mart ayında yazdığım bir post'a ulaşmış. O yazımı yeniden okudum da, zaman ne çabuk geçmiş, hayat ne çok değişmiş, ama bazı şeyler nasıl da aynı kalmış. O cümleleri yazdığım zaman Canterbury adlı küçük, şirin bir şehirde küçük, şirin bir evde tek başıma yaşıyordum. Yalnız ve karanlık bir evde yaşamak içime sürekli bir depresyonumsu his getiriyordu. Uzun süreli bir ilişkinin sevgisizleşmiş, son dönemlerindeydim. Mezun olmaya çabalıyordum, ve yüksek lisansımı nerede yapacağım kaygısı vardı içimde sürekli olarak. Açıkçası o notlarımla başvurduğum üniversitelere girebileceğimi sanmıyordum. Goldsmiths'e kesin olmaz gözüyle bakıyordum, Brian Molko oradan mezun ve Angela McRobbie orada ders veriyor diye öylesine yazmıştım tamamen. Notlarımın girmeye yetmeyeceğinden %200 emindim. Birkbeck'e herhalde girerim diye düşünüyordum, ama kabul edilmemeye de hazırlamıştım kendimi.
Şu anda Londra'nın ortasında kocaman bir apartman dairesini biri dışında merhabadan öte muhabbetim olmayan insanlarla paylaşıyorum. Hem evin aydınlık ortamı, hem de sürekli birilerinin olması yalnız hissetmemi önlüyor çoğu zaman. 9 aydır bir ilişki içinde değilim, ve hayatımda ilk kez yalnız olmaktan gayet memnunum. University of Kent'ten mezun oldum, giremem diye düşündüğüm Goldsmiths'ten deliler gibi okumak istediğim bölüm Gender Studies yüksek lisans diplomamı almış olacağım yakında. Yine mezun olma ve mezuniyet sonrasıyla ilgili kaygılarım var, ama geçen seneki kaygılarımın bu kadar güzel bir şekilde sonuçlanacağını kim bilebilirdi ki?
Bu hikayeden çıkarılacak ders: Hayatta insanın canını sıkan her şey eninde sonunda düzeliyor, kısa zamanda hayatınız 180 derece yön değiştirebiliyor.
**
Yarın Everything Everything konserine gideceğim. Geçen sene ilk kez Schoolin' adlı şarkılarını dinlediğimde ilk dinleyişte aşk yaşamıştım (ki benim için çok nadirdir ilk kez dinlediğim bir şeyi o kadar beğenmek). Ve o zamandan beri kime dinlettiysem "Bu ne biçim şarkı ya, beğenmedim" tepkisi veriyor. Israrla dinletiyorum. Hatta geçen sene buraya koyduğum halde aynı şarkıyı yine koyuyorum, seven birilerine denk gelebilmeyi umuyorum.
**
Kanada'da bir polisin "kadınlar tecavüze uğramak istemiyorlarsa slut gibi giyinmesinler" lafından sonra dünyanın bir çok yerinde Slutwalk'lar düzenlenmeye başladı. Londra'da da var Haziran'da. Yürüyüşün Facebook sayfasına adamın teki "Evet, haklısınız ama malesef tecavüz diye bir gerçek var, ve bu gerçek olduğu sürece çok açık saçık giyinmeyerek, gece tek başınıza karanlık sokaklarda yürümeyerek önlem almak mantıklı bir şey değil mi" türü bir yorum yazmış. Bir kadın da Londra'da metroda adım başı duvarları kaplayan "Lisanslı olmayan taksilere binerseniz yabancı birinin arabasına binmiş olursunuz, tecavüz kurbanı olmayın" posterlerinden bahsedip, "Bu posterlerin yerine neden 'Tecavüz etmek yanlış bir şeydir' mesajı verilmeye çalışılmıyor" diye sormuş. Haklı. Bir kadın ne kadar orospuca giyinirse giyinsin, isterse çırılçıplak gecenin bir vakti tek başına Taksim'in arka sokaklarında dolaşsın, tecavüze uğramamalıdır. "Orospu gibi görünüyorsun, demek ki aranıyorsun" bir bahane değildir. Zorla bir kadının vücuduna girmek kelimelerle ifade edilemeyecek kadar aşağılık, rezil, insanı geçtim hayvan bile denemeyecek zavallı yaşam formlarının yaptığı iğrenç bir harekettir. Kadınlara "O zaman öyle görünmeyin, böyle yapmayın vs" deneceğine, çocukluktan itibaren insanlara tecavüzün hiç bir koşulda kabul edilemez bir şey olduğu öğretilmelidir. Hiç bir kadın sokakta hayvan misali tahrik olunca sikini tutamayan birine denk gelirse diye görünüşünü, davranışlarını sansürlemek zorunda değildir.
Şu son 1 hafta içinde 4-5 ayrı insan beni "Buz Kraliçesi" olarak tanımladı. Dışarıdan soğuk ve ukala görünüyormuşum. Bunu yıllardır duyardım, ama uzun zamandır bu kadar sık duymamıştım (neredeyse iletiştiğim herkesten duydum bu hafta). Soğuk görünmemi anlayabiliyorum, çok iyi anlaştığım insanlar dışında (ki sayısı bir elin parmaklarını geçmez) alkol almadıysam kimseyle çok konuşmam. Arkadaş ortamlarında ya da derslerde konuşan değil, dinleyen ve sadece kendisine direk bir soru sorulduğunda ağzından bir laf duyabileceğiniz biriyimdir. Sadece dinlemek beni sıkmaz, tamamen muhabbetin dışına itilmediğim sürece. O zaman "Kimse bana ilgi göstermiyor" diye düşünmeye başlarım, moralim bozulur, kendimi laflamak gibi herkesin yapabildiği basit bir şeyi beceremiyormuş gibi hisseder ve bir bahane uydurup gitmenin yollarını ararım. Bir şekilde arada bana bir şeyler sorarak ya da direk olarak benimle konuşarak beni de ortama dahil eden arkadaşlara ihtiyacım var. Yoksa oturduğum yerde otururum genelde. Havadan sudan gerçekten konuşamıyorum, benim için tahmin edemeyeceğiniz kadar zor bir şey sosyalleşmek. O yüzden insanlar bunu soğukluk olarak görüyorlar. Ama değil. Aksine, iyi tanıdığım insanlara gayet sıcak olduğumu düşünüyorum. Tanımadığım insanları da ırkçı, seksist, homofobik, aşırı milliyetçi, AKP'ci falan olmadıkları sürece tanımaya açığım; hatta yeni insanlarla tanışmaya bayılıyorum. Bana Facebook'tan ulaşın tanışalım hatta, o derece.
Ukala sanılmam da bu üstteki durumdan kaynaklanıyor. Hatta şu dakika şunu yazarken "İnsanı sallamıyor hissi uyandırıyorsun" dedi biri. Gerçekten öyle değil. Sallamıyor değilim (tabii ki doğru düzgün tanımadığım insanı sallamam, o bambaşka bir şey). Ukala hiç değilim. Gün içinde kafamdan kendimle ilgili ne kadar özgüven yoksunu düşünceler geçtiğini bilse kimse bana ukala demez kesinlikle.
Hiç tanımadığı insanlara MSN adresini, hatta telefon numarasını verenleri çok garipsiyorum. Üyesi olduğum sitelerde daha ilk mesajda MSN'ini veren çok insana denk geliyorum. Sonra onlara diyorum ki "MSN kullanmıyorum malesef". Galiba inanmıyorlar. Ama son birkaç yıldır gerçekten kullanmıyorum. Facebook chat de kullanmıyorum. Telefon da kullanmıyorum biriyle buluşmadıkça. Bir arkadaşımın aradığını gördüğüm halde telefonu açmamam gayet olasıdır, Facebook'ta ya da telefonuma gelen mesajları okuyup saatler sonra hatta bazen 1-2 gün sonra cevap veririm. Çünkü bu instant messaging işinden hoşlanmıyorum, her an ulaşılabilir olmak istemiyorum. Bilgisayar başındaki zamanımı boş boş geçirmiyorum, Facebook ve türevi siteler arkada açık duruyor, arada bakıyorum. Bazen e-book okuyor oluyorum, ya da okulla ilgili bir makale okuyor oluyorum, blog yazıyor oluyorum, gelen mesaja bakıp yaptığım şeye geri dönüyorum, o an ara verip cevap yazmak gelmiyor içimden. En yüzeysel konuda bile olsa yavaş yavaş, ne diyeceğimi düşünüp bir süre sonra cevap vermeyi seviyorum.
Mesajları geçtim, telefonda konuşmaktan hiç mi hiç hazzetmem, annem dışında kiminle konuşsam "Yaa öyle işte" şeklinde sessizlikler olur hep. Çünkü ben hal hatır soran, havadan sudan muhabbet eden biri değilim. Gerçekten telefon konuşmaları fena strese sokuyor beni. O yüzden bu tür "Selam, MSN'im şu ekle, telefonum bu mesajlaşalım" mesajları hiç hoşuma gitmiyor.
**
Birkaç gün önce Gumtree adlı bir ilan sitesinde bir Balenciaga ilanı görmüştüm. Tempting the fates türü bir şeyden korktuğum için (Bu deyimin Türkçesi ne oluyor bilmiyorum, bir şey daha kesinleşmeden olacakmış gibi bahsedip durduktan sonra kaderin sana uyuzluk edip o işi oldurmaması denebilir) burada bahsetmemiştim. Gumtree'de designer çanta satarken ve alırken dolandırılma ihtimali %90 falan olduğundan bir şeyler ters gidecek diye çok korkuyordum. Normalde Paypal'le öderseniz çantanın sahte çıkması ya da size ulaşmaması durumunda Paypal alıcıyı koruyor ve parasını iade ediyor, ama satıcılar yine de dolandırma metodları geliştirmeye devam ediyorlar (boş bir kutu postalayıp postaneden gönderdiğini kanıtlayan belge alıp "Ben gönderdim, alıcı yalan söylüyor, buyrun proof of postage" demek gibi). Alıcılar da aynı şekilde çantayı aldıktan sonra almadıklarını iddia ederek Paypal'a başvurup paralarını geri alabiliyorlar, bu durumda satıcı bedavaya çantayı verdiğiyle kalıyor. O yüzden hem satan kadın hem de ben böyle bir şeyle karşılaşmamak için Oxford Street'te bir cafede buluşup alışverişimizi nakitle gerçekleştirme kararı aldık. Kadın geldi, çantanın orijinal olduğundan emin olduktan sonra parayı verip çantamı aldım.
Çanta 2006 pre-fall koleksiyonuna ait bir Sapin First, derisi chevre. Abartısız hiç kullanılmamış duruyor. İlk aldığım da 2006 pre-spring koleksiyonundan Pale Rose/Rose Pin bir Box'tu, ve o da hiç kullanılmamış gibiydi. Beş yaşında bir çantanın o kadar yeni görünmesini ve hala buram buram deri kokuyor olmasını aklım almıyor bir yandan, ama diğer yandan kendim de o pale rose çantayı aldığımdan beri (1 yıl oldu) 2 kere kullanmış olduğumdan inanabiliyorum. Bugün aldığımın rengi süper, ve derisi yumuşacık (2006 Sapin çantaların derisi 2005 modelleri dışında Balenciaga'nın şu ana kadar kullandığı en kaliteli deri olarak biliniyor). Ne kadar mutluyum anlatamam. Şu anda Balenciaga sitesinde £845'e satılan bir çantayı £230'a almış oldum.
**
Çantayı aldıktan sonra eve dönerken Oxford Street'teki duraklardan birinde otobüsün kapısı kapandıktan 1 saniye sonra koşarak gelen bir adam kapıya vurmaya başladı. Londra'da kapı kapandıktan sonra %99 ihtimalle otobüs trafik yüzünden duraktan hareket edemiyor bile olsa şoför kapıyı açıp sizi içeri almaz ve siz ne kadar kapıya vurup bağrınsanız bile gayet duymuyormuş gibi önüne bakmaya devam eder, bu şoför de aynen öyle yapıp herifi takmadan gitmeye başladı. Herif de giden otobüsün camlarını yumruklamaya başladı. Böyle gerizekalı maçoluk gösterilerine çok uyuz oluyorum. Bunu yaptın da ne geçti eline, "erkekliğini" mi kanıtladın, nedir? Ben şoförün yerinde olsam, durur, polisi arar ve otobüsü vandalise ediyor diye şikayette bulunurdum.
**
Alakasız olarak aklıma dün gece Eurodisney'deki Pirates of the Caribbean'da çalan müzik takıldı ve hala gitmedi.
Eurodisney'e ne kadar gidesim geldiğini anlıyorsunuz bu şekilde.
**
Bir de şu "püskevit" muhabbeti nedir? Biri bana açıklasın lütfen.