Friday 28 December 2007

all that glitters is gay

Bir forumda karşıma çıkan eşcinsellik topici ve insanların başlık altındaki birbirinden zavallı yorumlarından sonra, sinirlerimin ne hızla tepeme zıpladığını anlatmama yetecek kelime bulamadım. Böyle bir konuyla dalga geçebilen homofobik insanlar, kendileriyle yaşamaya nasıl katlanabiliyorlar merak ediyorum cidden. "Allahım madem yarattın, bari takip et" demek istiyorum kendilerine, sonra birden boşveriyorum. Evrim döngüsünde zaten minicik olan beyinlerini 1 cm'lik kapalı bir kutuya tıkıştırmış olan bu insanlardan ne kadar ileride olduğumu fark ediyorum, götüm kalkıyor.

Thursday 27 December 2007

landlocked blues

if you walk away, i'll walk away
but first tell me which road you'll take
i don't want to risk our paths crossing someday
so you walk that way, i'll walk this way

a good woman will pick you apart
a box full of suggestions for your possible heart
but you may be offended, and you may be afraid
but don't walk away, don't walk away

i've grown tired of holding this pose
i feel more like a stranger each time i come home
so i'm making a deal with the devils of faith
saying, let me walk away, please..

love is in the air

I fell in love with a bad bad man
Every since I met him I've been sad sad sad

Hayattaki kusursuz aşk senaryom, hayallerimdeki insanın yanıma gelerek "Love is in the air" demesiyle sonuçlanır hep. O cümlenin benim için ilginç bir önemi vardır, hep birilerinden duymak istemişimdir hatta. Love is in the air. Gencer'le çok konuşmuştuk bunu ve buna benzer şeyleri, geçen yıl. Msn'de konuştuğumuz şeyleri açıp bir baktım şimdi, ne kadar çok özlemişim onu. Neden uzun zamandır konuşmuyoruz, görüşmüyoruz, bilmiyorum hiç. Ama özlemişim. Love is in the air hayallerimi anlattığımda gerçekten neden bahsettiğimi içinde hissedebiliyordu o, fazla analitik ve gerçekçi yorumlarıyla bana umut veren tek şeyi elimden almaya çalışanlar gibi değildi. Evet, gerçekten de birileri çıkıp aşkın ya da ruh eşlerinin olmadığını kanıtlasaydı, yaşamaya devam edemezdim sanırım.

Art Brut konserine gittiğimiz günü hatırlıyorum. Babylon'a doğru yürürken dar bir sokaktan geçiyorduk. "Dur ama arkana bakma" deyip fotoğrafımı çekmişti Gencer. Daha sonra arkama bakmış ve duvardaki kocaman Lonely yazısının önünde durduğumu görmüştüm. Olayın ironikliği hakkındaki birkaç yorumdan sonra, gerçekten üzülmüştüm yalnız olduğum bu kadar mı belli oluyor diye. Bunlar 1 yıl önceydi. Geçen yıl bu zamanlar Tigertunes-Angry Kids of the World Unite dinler, "Lonely boys and girls, unite!!" diye dans ederdik. Peyote'de insanlara çarpa çarpa eğlenir, dedikodu yapardık. Ben hep Gencer'i sonsuz triplerimle deli ederdim; "beni sevmiyor musun yoksa, çıkalım mı dediğimde neden bakarız dedin, neden çıkamıyormuşsun bu haftasonu".. Hayatımın en zor dönemlerinden birinde tanışmıştık, ve çok da kötü bir olay yüzünden hem de, ama yine de hiç sorgulamadan yanımda olmuştu o. Şimdi ise ne ne yaptığını biliyorum, ne de nasıl olduğunu. Geçmiş zamanla konuşuyorum arkasından. Neden konuşma girişiminde bulunmuyorum onu da bilmiyorum, sanırım artık kimseyle konuşmak için en ufak girişimde bulunacak halim kalmadı.


15.02.2007 23:07:48 nói ◦ ˚˚ renklibalonnoyi : ben mutlu olacak mıyım?
15.02.2007 23:07:53 nói ◦ ˚˚ renklibalonnoyi : sen de olacak mısın?
15.02.2007 23:08:00 zero feelings so in love* : olmamamız için bi neden yok

Ben hala mutlu olamadım, umarım sen olmuşsundur.

"Sometimes you win,
sometimes you lose,
but it's my heart
and i'm gonna give to you all I've got,
and I'll be forever cheering by your side"

Tuesday 25 December 2007

zsa zsa zsu

Spark, zing ne derseniz deyin, ona bayılıyorum. Biriyle tanıştığım anda birden o elektriği hissetmeyi, konuştuğumuz ilk cümleden sonra onun hayatımda çok önemli bir yere sahip olacağını anlamayı seviyorum. Spark olmasını seviyorum. Bugünlerde yine oldu. Uzun zamandır olmadığı kadar şiddetliydi bu sefer hem de. "Aslı 2" gibi bir durumdu hatta. Korkuyorum ama. O da hissetmiş midir acaba? Umarım hissetmiştir.

Birinin yazdığı şeyleri okuyup fotoğrafına bakarak sevdiği şarkıları dinlemenin heyecandan midemi sıkıştırması stalker'lık sayılır mı? Tamamen arkadaşça amaçlarım olduğuna göre, sanırım sayılmaz.

~~one day, i know, we'll find a place of hope, just hold on to me. with love comes the day, just hold on to me. one day there'll be a place for us. one day there'll be a place called home.

how to love

National Geographic'in aşkın bilimsel yönüyle ilgili bir belgeseli olduğunu öğrendim nette dolaşırken. Daha izlemedim, ama konu ilgimi çekti.

-Yeni biriyle tanıştığımızda onunla ilgilenip ilgilenmediğimize ilk 90 saniye-4 dakika arasında karar veriyormuşuz. Bunu etkileyen faktörlerin %55'i vücut dili, %38'i ses tonu ve konuşma hızı, ve yalnızca %7'si söyledikleri şeyler oluyormuş. Yani aslında ne dediklerini pek umursamıyoruz. Sonuç olarak potansiyel the one'ımız bize gelip 'Love is in the air bebeğim hadi evlenelim' dese bile yanlış pozisyonda ve yanlış ses tonuyla konuşuyorsa, tüm şansını kaybediyor. Ne hoş.

-Aşık olma süreci 3 bölüme ayrılıyormuş:

1-Cinsel istek: Adından da anlaşılacağı üzere cinsel olarak etkilenme süreci olan bu kısım, testosteron ve östrojen hormonlarının etkisiyle gerçekleşiyor.

2-Etkilenme: Bu da hoşlandığınız kişiyi aklınızdan çıkaramadığınız, görünce ya da konuşunca heyecandan bir garip olduğunuz dönem oluyor. Adrenalin, dopamin ve serotonin hormonlarınız son hız görevlerini yapıyorlar da diyebiliriz. Birine aşık olma sürecinin ilk evreleri vücudunuzda strese karşı verilen tepkilerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Kanınızdaki adrenalin seviyesi artıyor. Kalbiniz daha hızlı atmaya başlıyor ve terliyorsunuz. Dopamin seviyesinin artmasıyla, daha enerjik hissediyor ve daha kolay konsantre olabiliyorsunuz. Aşık olduğunuz kişiyle ilgili en ufak detay bile sizi çok heyecanlandırıyor. (Dopamin aynı zamanda kokain kullanımı sonucunda da artıyormuş bu arada.) Bir anda bütün düşüncelerinizi o kişinin kaplamasının nedeni ise serotonin. Yapılan bir araştırmaya göre, biri yeni aşık olan kişilerden, biri de obsesif kompülsif bozukluğu olanlardan oluşan 2 grup deneğin kanlarındaki serotonin seviyesinin birbirine çok yakın olduğu görülmüş. Yani, takıntılı davranışlarınızın nedeni gayet biyolojik.

3-Bağlanma: Çiftlerin birbirine bağlanmasında oksitosin ve vasopresin hormonları etkili. Oksitosin, orgazm sırasında salgılanan ve seks sonrası çiftlerin daha yakın hissetmelerine neden olan hormon. Ayrıca doğum sırasında salgılanıp anne ve bebeğin bağlanmasında da etkili oluyor. Vasopresin de seks sonrası salgılanıyormuş. Seks olmadan bağlılık olamıyor mu yani? Gerçekten mi?

Ayrıca gerçekten bazı bilimadamları oturup nasıl aşık olunacağını araştırmışlar. Çıkan sonuda göre, tanımadığınız biriyle 30 dakika boyunca hayatınızın en gizli detaylarını paylaşıp daha sonra 4 dakika boyunca hiç konuşmadan birbirinizin gözlerinin içine bakınca aşık oluyormuşsunuz. Yani 34 dakika sonunda cidden aşık oluyormuşsunuz. Oha ama. Ve bu deneye katılan 2 çift, daha sonra evlenmiş. Evlilikleri kaç dakika sürdü merak ediyorum.

letters to you-- i miss you so

Son günlerde geçmişi daha çok düşünüyorum. O kadar çok özlüyorum ki eskiyi, şu an hayatımda olan hiç bir insan, yer ya da şey bana yetemiyor artık. Geçmişimin özlediğim insanlarından hala hayatımda olanların ne kadar değiştiğini düşünmek sinirime dokunuyor. Ne yaparsam yapayım, asla ne onlar, ne ben, ne de paylaştıklarımız eskisi gibi olmayacak. İşte buna gıcık oluyorum. Yılbaşı gecesini pek sevmem, çünkü yılda en yalnız hissettiğim gecedir. Geçen yılbaşını birlikte geçirdiğim insanların yarısını aylardır görmedim, bir kısmını tanımıyorum, benim için en önemli olanları ise artık hayatımda değiller. Bu yıl tek başıma evde oturmak istiyorum yılbaşı gecesi, çünkü kiminle birlikte olursam olayım, büyük olasılıkla ilerleyen bir yılbaşında yanımda olmayacak ve benim geçmişte kalmış, düşünmesi acı veren mutluluklarıma bir anı daha eklenmiş olacak uzun vadede.

Yine uyuyamıyorum, geçmişten bahsetmişken aklıma 2 yıldır dinlememiş olduğum bir Silverstein şarkısı takılıyor.

I can see it in your eyes
You're broken down, your hands are tied

Uzun süre farkında olmadan şarkının o kısmını mırıldandıktan sonra, açıp sözlerine bakıyorum. Aklımdan geçen şeyler benden önce yazılmış gibi hissediyorum. "This may be the closest thing that you'll ever receive to an apology" derken, aklıma günlerdir özür dilemek istediğim ama karşısına çıkacak gücü bulamadığım, benim için önemli birisi geliyor. Bir kez daha zamanın insanları değiştirmesine sinirleniyorum.
Silverstein severdi sanırım o da.

This gaping hole in my chest is filled with deceit. I fear that all my cries fell upon deaf ears. This november swallows me whole. And this may be the closest thing that you'll ever receive to an apology. I close my eyes and I can see you dead.

Bu konuda düşündükçe daha da daralıyorum. Yazıyorum, belki rahatlıyorum, ama okuması gerekenler bunları hiç görmüyorlar. Kimse cevap vermiyor.

It's empty tonight and I'm all alone, get me through this one. Do you notice I'm gone? Where do you run to so far away? I want you to know that I miss you, I miss you so. I'm writing again these letters to you, aren't much, I know. But I'm not sleeping and you're not here. The thought stops my heart.

Do you notice I'm gone?

Monday 24 December 2007

strangelove

there'll be times when my crimes will seem almost unforgivable
i give in to sin because you have to make this life livable
but when you think i've had enough from your sea of love
i'll take more than another riverful and i'll make it all worthwhile
i'll make your heart smile

strangelove
strange highs and strange lows
strangelove
that's how my love goes
strangelove
will you give it to me
will you take the pain i'll give to you
again and again
and will you return it

prisoners of ourselves

Yarınki TKL finalim için okumuş olmam gereken, ancak şu ana kadar yarısına bile gelmemiş olduğum kitap Prisoners of Ourselves (Essays on the Psychology of Totalitarianism in Everyday Life) hakkında yazmak istedim. Çoktan uyumuş olmam gerekirken normal uyku saatim olan 8de kalkacak olmamın verdiği rahatsızlık nedeniyle uyuyamayışımın vicdan azabını engellememin tek yolu bu.

İşte 272 sayfadan oluşan kitabın okumuş olduğum 58 sayfasından ulaştığım sonuçlar:

-Totaliter güçler, gece uykudadırlar. Okullar da dahil olmak üzere devlet ve kurumları gece uykudadır. Bu nedenle, bizim de gece uykuda olmamızı isterler. Gece uyanık kalıp gündüz uyumanın normal olmadığı aklımıza kazınmıştır çünkü kontrol edilebilmemizin tek yolu budur. Peki ama neden ben gece uyuyup sabahın köründe okula gidip bu kitap hakkında sınav olmak zorundayım? Çok çelişkili bir durum.

-Totalitarizmin toplumu kontrol altında tutmasının bir diğer yolu da kelimelerdir. Duygularımızı içine sığdırmak zorunda bırakıldığımız yaratılmış kavramlar olan kelimeler, hislerimizi kendimize saklamamız ve kısıtlı iletişim kurabilmemiz içindir. Sessizlik ise, tüm duyuların duygulara açık ve onları algılar durumda olduğu tek durumdur.

-Cennete giriş, başkalarının yargılarına tabidir. Cehennem, sadece yargılanmayı kabullenenler için kötüdür. Özgürlük cehennemdir. Bu cennet/cehennem işi beni daraltıyor olsa da, hacı hoca takımıyla cennette takılmak istemezdim.

-Delilerden herkes korkar, çünkü beklenmedik şeyler yapma ihtimalleri vardır. Duygu ve düşüncelerini belirtirken tereddüt etmez, içlerinden geleni yaparlar. Artık deli olma özgürlüğü bile yoktur insanın. Deli olduğunuzu psikiyatristlere kanıtlamak zorunluluğunuz vardır. Deli, ve dolayısıyla beklenmedik olmanız, kontrol edilebilir olmanız yolunda bir engeldir. Bu nedenle devlet delileri sevmez. Psikiyatristler, Formula 1'deki pit stoplar gibidir. Gittiğinizde sizi onarır ve yarışa tekrar yollarlar. Yarışın kendisi asla sorgulanmaz, psikiyatristlerin tek sorguladıkları yarışı sorgulayanlardır.

-Yarın sınavım ve daha okumam gereken 200 sayfa var. Eğitim sisteminin totaliter yapısı hakkında bir bölüm daha eklenmeli bence o kitaba.

Sunday 23 December 2007

i've been dying to reach you

I have saved every piece of paper
Like grocery lists & note cards
To do lists & race scores
So just in case you change your mind
& come back, I've kept everything safe

While you're gone away
Where there isn't a telephone wire
Still I wait by the phone
You don't even write to say goodbye
Goodbye

Get me out, get me off
This is a ride going nowhere
But somewhere that I despise
Going nowhere to end up with a tearful
I don't wanna go on
With these pieces of paper
That you've left behind

the sweet delays we used to have



As we grow up, we learn that even the one person that wasn't supposed to let us down probably will.
You'll have your heart broken, probably more than once, and it's harder every time.
You'll break hearts too, so remember how it felt when someone broke yours.
You'll fight with your best friend and maybe even fall in love with them.
You'll blame a new love for things an old one did.
You'll cry because time is passing too fast and you'll eventually lose someone close to you.
So take too many pictures, laugh too much and love like you've never been hurt because every 60 seconds you spend angry or upset is a minute of happiness you'll never get back.

Beynime kazımak için yazma gereği duydum bir kez daha.

angelique, i swear

Uykusuz gecelerin insanı olmaktan kurtulamayan ben, "2 gündür iyiyim nasıl olsa" diyerek doz artırma sürecimi yarıda bırakmaya karar vermiştim ki; Brokeback Mountain izleme hatasına düşerek bu kararımın ne kadar yanlış olduğundan fazlasıyla emin oldum. Önümüzdeki 3 yıl boyunca doz azaltma ya da bırakma işine gireceğimi bile hiç sanmamaya başladım hatta. Kovboy filmlerinden, maço erkeklerden ya da Heath Ledger'ın tipinden nefret ediyor olmama rağmen, çok uzun zamandır bu kadar etkilendiğim bir film olmamıştı. Hatta sonunda deliler gibi ağlamaktan altyazıları okuyamaz hale geldiğim tek filmdi diyebilirim. Homofobik pisliklere (buraya o ve ç ile başlayan 2 kelimeden oluşan bazı küfürleri de yerleştirebilirsiniz aslında pislik yerine) olan inanılmaz nefretim mi, duygularını içinde tutmaya kararlı insanlara olan sinirim mi, yoksa asla birbirine kavuşamamış aşıkların hayatta en içimi acıtan konsept olması mıydı bunun nedeni bilmiyorum; ancak filmin son 1 saati tamamen ağzıma sıçtı. Tipsiz Heath Ledger'ın oynadığı sevgili odun gay'imiz Ennis Del Mar'a seslenmek istedim bir an: "Sen 20 yıllık sevgiline duygusallığını göstermemek cool'luk yapmak için kasarken, adamcağız onu sevdiğini hiç bilemeden öldü lan. Öküzsün sen, pişman olursun tabi şimdi.". Siz siz olun, öküz olmayın sevgili okuyucular. Sonra "Jack, I swear" diye ağlarsınız.