Friday 21 December 2012

don't want your picture on my cell phone, i want you here with me

The Killers'ın uzun zamandır beklediğim, İngiltere turneleri sırasında Blackpool'da çektikleri klip sonunda çıktı. Winona Ryder oynuyor ve yönetmeni Tim Burton. Şarkı da çok, çok güzel. Mutlaka izleyin.



**

Bu hafta Twenty8Twelve'in Londra'daki atölyesinde sample sale vardı. Eğer blogumu takip ediyorsanız sample sale denen olaya ne kadar bayıldığımı biliyorsunuz. Bilmeyenler için sample sale, eski sezonlardan kalan ya da dergilere, fotoğraf çekimlerine vs. gönderilen örnek ürünlerin çok büyük indirimlerle satıldığı özel satışlara deniyor. Yepyeni, en ufak bir kusuru olmayan bir şeyi normalin %10'u fiyatına bulabiliyorsunuz.

Şu anda yaşadığım ev çok küçük olduğu ve dolabımda artık kesinlikle yer kalmadığı için çok şey almamayı planlıyordum ama yumuşacık ipekleri görünce kendimi tutamadım. İşte bu sefer denk geldiğim şeyler:

Twenty8Twelve Caitlin ipek bluz £175 £20



Twenty8Twelve Petunia ipek hırka £185 £20



Twenty8Twelve Ivry ipek fular £100 £15


Twenty8Twelve Blair t-shirt £75 £12



Buna benzer birkaç t-shirt daha aldım, nette fotolarını bulamadığımdan ve kendim çekmek için çok üşengeç olduğumdan paylaşamıyorum.

Geçenlerde aldığım MbMJ bozuk para çantası ve Balenciaga çantayı da Türkiye'ye gidip doğru düzgün fotoğraf çekince paylaşacağım. Burada hava o kadar kasvetli ki ikisinin de rengi bir değişik çıkıyor fotolarda.

**

Özellikle ilk iki üstü işe giderken falan giyerim diye aldım. Evet, iş! Geçen hafta buradaki baya büyük, uluslararası bir derneğin medya ve campaigning bölümüne staj başvurusu yapmıştım. Salı günü görüşmeye gittim ve görüştükleri dört kişinin arasından beni seçmişler! Hem sonunda severek yapacağım bir şeye başlayacağım için, hem ofis evime 10 dk yürüme mesafesinde olduğu için, hem de görüştüğüm insanlar çok tatlı olduğu için inanılmaz mutluyum. Aklıma geldikçe seviniyorum. 4 Ocak'ta başlayacağım.

**

Yarın Noel ve yılbaşı tatilini geçirmeye İzmir'e gidiyorum. Tanışıyor olalım ya da olmayalım, oturup bir kahve içmek isteyen varsa süper olur.

Çok mutluyum, hepinizi öpüyorum.

Saturday 15 December 2012

people are people

Bugün nereye baksam cinayet haberi. Beylikdüzü'nde bir kadın trans olduğu için yol ortasında öldürülmüş. Brezilya'da 15 yaşında bir oğlan kendisini öpmek istedi diye 20 yaşındaki bir erkeği boğmuş. ABD'de yanlış hatırlamıyorsam 21 yaşındaki bir genç aralarında annesinin ve 20 ilkokul çocuğunun bulunduğu 26 kişiyi katletmiş. Çin'de de bir adam 22 çocuğu bıçaklamış. Bir insan başkasının canını nasıl bu kadar rahatlıkla alabilir? Tüm empati yeteneğimi ve hayal gücümü kullansam da buna bir açıklama getiremiyorum.

**

Önceki gün evimin yakınlarındaki Feminist Kütüphane'ye giderek gönüllülük yapmak istediğimi belirttim. Konuştuğum kişi bir ay sonra konferans türü bir etkinlik düzenleyeceklerini ve onun organizasyonuna yardımcı olabileceğimi söyledi. Tam da şansıma o akşam etkinlik üzerine bir toplantı düzenleniyordu, ona katılayım dedim. Hayatımın en acayip akşamlarından biriydi. Beni toplantıya çağıran insanı yarım saattir tanıyordum, onun dışında organizatörler de dahil olmak üzere toplantıya katılan insanların kim ve neyin nesi olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Karşımda kendini tanıtırken bile gülümsememiş olan, yüzü sürekli limon emiyormuşçasına ekşi bir kadın oturuyordu. Tam "Amma aksi görünüyor" diye düşünürken kadın söz aldı ve etkinliğe kimlerin katılacağını sordu. Organizatörler "Kendini kadın olarak tanımlayan herkese açık olacak" cevabını verdi. Bunun üzerine aksi kadın trans kadınların "kadın" olmadığı, onlarla aynı ortamda bulunmak istemediği ve eğer buna göz yumuyorsak bizlerin gerçek feministler olmadığı şeklinde transfobik nefret parçaları saçmaya başladı. Toplantıda bulunan diğer beş kişi de bu sözlerine itiraz edince yaklaşık iki saat boyunca bu konu tartışıldı. Kadının at gözlüğünden ötesini göremeyeceğini anlayan organizatör bağırış  çağırış, küfürler ve göz yaşları eşliğinde geçen tartışmayı "Zamanımız kısıtlı ve bir yere varamıyoruz, trans kadınların gelişine izin vereceğiz, eğer buna karşı çıkanlar varsa konu konferansta tartışılabilir" diyerek sonlandırdı. Buna sinirlenen aksi kadın hepimize saydırarak bir hışım kalktı ve gitti, bu dramatik çıkış yetmemiş olacak ki 10 saniye sonra geri gelip kapının yanındaki duvarda asılı olan posterleri yırttı ve öyle gitti.

Katıldığım ilk toplantının böyle geçmesi beni şoke etti. Londra'daki ana akım feminist organizasyonların büyük ölçüde transfobik olduğunu biliyordum. Ama böyle bir tavra ilk kez kendi gözlerimle şahit oldum. Buradaki ana akım organizasyonların çoğu belli bir yaşın üzerinde, kendini ikinci dalgaya ait gören ve trans kadınları aralarına almak istemeyen tiplerden oluşuyor. Bu toplantıda organizatörler dışındaki diğer katılımcılar 20-30 yaş arası ve trans bireylerin katılımını içten bir şekilde destekleyen insanlardı, ama 60 yaş üstü organizatörler trans kadınları etkinliğe davet etmelerinin tek nedeninin yeni feminist dalganın o yönde gidişi ve o dalgaya hitap etme zorunluluğu olduğunu, bunun trans bireylere duyulan anlayıştan kaynaklanmadığını açıkça belirttiler.

Bir insan kendini kadın/erkek/bilmem ne olarak tanımlıyorsa, başkasının ona gidip "kadın/erkek/bilmem ne şudur ve sen o değilsin" demek ne haddine gerçekten anlamıyorum. Trans kadınların feminist ortamlardaki varlığının buna karşı olanların mücadelesine ne zararı dokunuyor, bunu da anlamıyorum. Dışarıda savaşılacak pek çok şey varken, feministler olarak neden birbirimizle kavga ediyoruz? Gerçekten çok garip.

Wednesday 12 December 2012

i'd rather dance than talk with you

Yılda bir telefon değiştiren, yeni bir iPhone/iPad/bilmem ne çıktığında kendinden geçen ve hemen alamazsa ölecek hastalığına tutulan insanlarla çok ayrı dünyaların insanıyız. Şu anda kullanmakta olduğum kameranın üzerine daha kaç megapikseller çıktı, zoom'u ve flaşı çok kötü, video kaydederken video seçeneğini bir parmağımla tutmazsam panorama moduna kayıyor; yine de yenisini almayı düşünmüyorum. En az beş yıldır kullanmakta olduğum iPod'un o dönen aparatı neredeyse çalışmaz hale geldi, şarkı değiştirmenin benim için bir sinir harbine dönüşmüş olmasına rağmen %100 bozulmadan yenilemek istemiyorum. Şu anki Blackberry'mi de üç yıldır kullanıyordum. İşletim sistemi eski olduğu için bazı uygulamaları kullanamama dışında bir problemim yoktu, ama Blackberry'nin elimdeki telefonu çok iyi bir fiyata alacağını öğrendikten sonra annemin "Şu telefonları değiştirelim artık" yönündeki ısrarlarına boyun eğdim ve ikimiz de Curve 8520'den 9320'ye transfer olduk. 9320'nin gereksiz karmaşık bulduğum menüsüne henüz alışabilmiş değilim ve içimde telefonum gayet çalışıyor olduğu halde yenisini almış olmanın tam bir israf olduğunu söyleyen, vicdan azabı çekmeme sebep olan bir ses var. Ama böyle pembeli morlu falan renkli şeyler görünce kendimi tutamıyorum, ne yapayım...



Telefon yenilemek istemememin bir diğer sebebi de telefon kaydettirirken 100TL vergi ödenmesi gibi saçma sapan bir hırsızlık uygulamasının başlamasıydı. Telefon kaydettirmek zaten başlı başına gülünç bir olay (İngiliz sevgilime anlattığımda 'Yok artık, şaka yapıyorsun değil mi' tepkisi vermişti), bir de üstüne vergi almak tam bir tavuğu-neresinden-yolabilirsek-o-kadar-iyi durumu olmuş. Zaten yılda toplasan 1 ay bile Türkiye'de değilim, telefonun vergisini İngiltere'de vermişim, niye bir daha Türkiye'de vergi vereyim ki? Akıl fikir...

Friday 7 December 2012

fragrant world

Yourvine sayesinde ASOS'tan 250 pound'luk indirim çeki kazandığımdan bahsetmiştim. Şu ana kadar ASOS'tan 50 kere alışveriş yaptıysam her seferinde siparişim iki günde elime ulaşmıştı, bu sefer nedense Hermes adlı dandirik ötesi şirketle yolladılar ve gelmesi 9 gün sürdü. Bir haftadır her gün müşteri hizmetleriyle konuşuyorum, böyle saçma sapan ve işe yaramaz bir "hizmet" uzun zamandır görmemiştim. Ülke içi bir paket nasıl 9 günde gider, neden ASOS gibi büyük bir firma müşteri memnuniyeti adına paket gecikince siparişi yeniden göndermez, gerçekten aklım almıyor. Tamam hadi kargo gecikebilir, ama ucuza kaçarak böyle bir boka yaramaz bir kargo şirketi kullanarak ve kargo gecikince sorumluluk üstlenmeyerek onlardan çok memnun olan, dört yıldır aklına estikçe sitelerinden alışveriş yapan sadık bir müşterilerini kaybetmiş oldular. İyi oldu belki de, böylece boşa para harcadığım kaynakların sayısı azaldı.

Neyse, işte sonunda gelen pakedin içinden çıkanlar:

Eylure Limited Edition takma kirpik - The Chelsea Look, £5.25


Marc by Marc Jacobs 70's Disco mayo, £95


Disney Couture Winnie the Pooh wrap bileklik, £75


Marc by Marc Jacobs deri saat, £165



ASOS kaplumbağalı kemer, £15 


Barry M simli oje, £2.99 


Bikini, bileklik ve mayo indirimde olduğu için bunların hepsi iki küsür pound'a geldi. Bedavacılığın hastasıyım.

Friday 30 November 2012

you fill me with inertia

Yourvine diye bir site var ki bu aralar çok fena hastasıyım. Her ay başka markaların 'challenge'ları oluyor, tamamladığınız her adım için bir ödül kazanıyorsunuz. Öyle çok zor şeyler de değil, yok şöyle yaparken fotoğrafınızı çekin, yok bunu Facebook'ta cover resminiz yapın türü şeyler. Siteye üye olduğumdan beri bir Jack Daniels, bir de ASOS challenge'ına katıldım. JD'den 70'lik bir şişe Jack Daniels Honey, minyatür JD Honey ve bir de t-shirt kazandım. ASOS'tan da 250 pound'luk hediye çeki, 10 pound'luk hediye çeki, %30 indirim kuponu ve 1 yıl bedava ekspres gönderi kazandım. O yüzden bu siteyi öve öve bitiremiyorum, en kısa zamanda Türkiye'ye de açılmalarını diliyorum.



**

Geçenlerde Tesco'dayken 'pembe çorba' olarak satılan bir çorba gördüm, almadan edemedim. Pancar ve elmalı, hiç içilmeyesi bir şey çıktı. Dökmek zorunda kaldım çoğunu. Pembe diye alan bende zaten kabahat.



**

Bu aralar eski filmlere sardım. bu hafta 60'lardan giderek Bedazzled (1967), The Killing of Sister George (1968) ve Lawrence of Arabia (1962) izledim. Çoğumuzun Liz Hurley'li yeni yapımıyla tanıdığı Bedazzled çok, çok komikti; İngiliz mizahından zevk alanlara kesinlikle tavsiye olunur. The Killing of Sister George eşcinselliği o zamanda bile son derece matter-of-fact bir biçimde işleyişiyle beni çok şaşırttı, ama sadece o kadar. Lawrence of Arabia için zaten diyecek bir şey bulamıyorum. 3 saat 40 dakikalık bir şaheser, bu sene çılgın bir restorasyondan geçerek daha da bir mükemmel olmuş. Uzunluğuna rağmen milyon kere izleyebilirim.

Bedazzled ve Lawrence of Arabia, izleyin!!



Son olarak, Bedazzled gösteriminin açılışını Peter Serafinowicz yaptı. Kendisi aynı zamanda son Hot Chip videosunu yönetmiş. Futbolun çok homofobik ve aynı zamanda ne kadar gay bir spor olduğu üzerine bir klip. Çok hoş.



Sunday 25 November 2012

mutantes

Hayatın küçük tesadüfleri:

Geçen seneki London Lesbian and Gay Film Festival'da Mutantes filmini izlediğim ve yüksek lisans tezime dahil ettiğim, söyleşisine katıldığım Virginie Despentes'in Placebo'nun Protect Me From What I Want şarkısını Fransızca'ya çeviren insan olduğunu öğrendim. Şarkının Fransızca versiyonu aynı zamanda kolumdaki protège-moi dövmesinin kaynağı oluyor.

Ne ilginç.

sandstone

Bu tamamen alışveriş konulu bir post olacak, içinizi bayan bir konuysa pas geçebilin diye söylüyorum.

Sıkıntıdan çıldırdıkça kendimi alışverişe vermeye başladım. İlk aldığım şey bu kedili Harrods önlük oldu. Yemek pişirirken önlük takan biri değilimdir, ama kedili bir şey görünce dayanamıyorum. İndirim görünce ayrı bir dayanamıyorum. O yüzden atladım hemen. 

Harrods Kate's Cats Önlük, £5.95


Onun dışında bir süredir vintage Louis Vuitton çanta bakıyordum. eBay'de Louis Vuitton'un artık üretilmeyen ve bence en güzel rengi olan Borneo yeşili bir Epi Noe ve yanında cüzdanını "yok artık" denecek bir fiyata görünce ne kadar mutlu olduğumu tahmin edemezsiniz. Çok, çok güzel bir renk (koyu yeşil görünce zaten kendimi tutamıyorum). Ve inanılmaz bir şey ama çanta 1991, cüzdan 1992 üretimi. Cüzdanın kenarlarında hafif kullanılma belirtileri var ama çanta benden sadece iki yaş küçük olmasına rağmen tamamen yeni görünüyor. Epi'nin Louis Vuitton'un en dayanıklı serisi olduğunu duymuştum ama bu kadar uzun ömürlü ve sağlam olmasına hayret ettim. Yani Balenciaga çantaların 1-2 yılda bile ne kadar yıprandığını düşünüyorum da, kıyaslanacak gibi değil.

Borneo yeşili LV Epi Noe ve LV Porte Tresor International, ikisi £130


Balenciaga demişken, alışveriş çılgınlığı yapıp bir Bal çanta almasam olmazdı tabii ki. Hiçbir yerinde en ufak bir iz olmayan, yeni gibi ve yumuşacık bir Hobo'yu şaka gibi bir fiyata buldum. Ayrıca hem Hobo'nun, hem de bu altın rengi metalin (GGH) artık üretilmiyor olması iyice bir güzel oldu.

Balenciaga Sandstone GGH Hobo, £150


Son olarak bu aralar MUA'nın makyaj malzemelerine takmış durumdayım. Çok ucuz ve çoğu kaliteli ürünleri var (çoğu diyorum, kullanıp beğenmediklerim de oldu). Göz makyajını çok seven bir insan olarak eye primer'larını kesinlikle tavsiye ederim. Makyaj 7-8 saat sonra bile olduğu gibi duruyor, renkler çok daha güzel görünüyor ve far göz kapağında kırışık kırışık toplanmıyor. Lip stain'leri de çok güzel, dudağınızda doğal görünecek kadar renk olsun ve ruj ya da parlatıcı gibi sağa sola bulaşmasın istiyorsanız mükemmel. Far paletleri çok yoğun pigmentli, kullandığım daha pahalı bir sürü markadan çok daha güzel. Özellikle trioları mükemmel.

En son manyetik ojelerini denedim. Beş dakikada çok çılgın bir görüntü elde ettim. Aklıma geldikçe ellerime bakıyorum.



Facebook'ta 50.000 like'a ulaşınca %50 indirim ve dünyanın her yerine bedava gönderi yapacaklar. İlgileniyorsanız takip edin derim, yukarıda saydığım ürünleri çok başarılı.

Not: Şunu yazdığım sırada aklıma kozmetik ürünleriyle ilgili saçma sapan gümrük kısıtlaması geldi. Bu kısıtlama hala devam ediyor mu?

Wednesday 21 November 2012

the way it was

Bu aralar zamanımın çoğunu en yakın Starbucks ve sinemada geçiriyorum. Eskiden bütün gün evden çıkmadığım, boş boş oturduğum günlerden çılgıncasına zevk alırdım, ama artık dışarı çıkma ve biraz insan yüzü görme ihtiyacı duyuyorum. Starbucks kartımın gold seviyesinde kalması ve kartın avantajlarından seneye de yararlanabilmem için belli bir sayıda yıldız biriktirmem gerekiyor. O yüzden neredeyse her gün Starbucks molası veriyorum. Soğuk da olsa dışarıda oturup kafa dinlemek, insanları izlemek bana huzur veriyor. Bir de senelerdir çok sık Starbucks'a gitmeme rağmen ilk kez geçenlerde fark ettim ki Starbucks'tan mekanda içmek üzere fincanda filtre kahve aldığınız zaman o bardağı bedavaya yeniden doldurtma hakkınız varmış. Türkiye'de de var mı ya da ne zamandan beri böyle bilmiyorum, ama menüde filtre kahvenin altında küçücük harflerle yazıyor ve insan dikkatli bakmayınca fark etmiyor. Acelesi olmayanlar için iyi bir şey.

Geçen Pazartesi BFI'da Amour'u izledim. Londra Film Festivali'nde izlemek istediğim filmlerden biriydi. Spoiler vermek istemiyorum, o yüzden sadece bana çok dokundu ve mutlaka izleyin diyeceğim. Sanırım bundan sonra ne zaman güvercin görsem aklıma Amour gelecek.

Bir sonraki gün Portekiz yapımı Tabu diye bir film izledim. Berlin Film Festivali'nde çok ses getiren, eleştirmenlerin yere göğe sığdıramadığı bir film olduğu için merak ediyordum. Rahatlıkla "sanat eseri" denebilecek derecede özenle yapılmış bir filmdi, ama işin sanatsal boyutuna izlenmesi film endüstrisinde olmayan sıradan bir izleyiciye zevk vermeyecek kadar ağırlık verilmişti. Bir daha izlemek ister miyim; hayır, hayır ve hayır.

Çarşambayı sinemasız geçirmenin acısını Perşembe günü 12 saat boyunca aralıksız olarak Twilight serisinin tüm filmlerini izleyerek çıkardım. Son filmin vizyona girmesine saatler kala diğer dört filmin arka arkaya gösterilmesiyle başlayan özel gösterim gece 2.30'da bitti. Bir daha beş film birden izlemek ister miyim bilmiyorum, evde izlesem muhtemelen ikiden fazlasını yapamazdım, ama sinemada Jacob gömleğini çıkarınca falan çığlık atmaya başlayan onlarca kızla Twilight izlemek çok acayip bir deneyimdi. Çok eğlendim.

Cuma günü The Killers konseri vardı. Brandon Flowers hasta olduğu için önceki iki konser iptal edilmişti ve Londra konserinin olup olmayacağı belli değildi, ama güzel adam Brandon hasta da olsa sahneye çıktı (gerçi pek hasta gibi değildi sesi). Altı yıldır The Killers'ı sahnede izleyeceğim anı bekliyordum ve hayatımın en unutulmaz gecelerinden biriydi. Bu hastalık muhabbetine rağmen rahatlıkla söyleyebilirim ki canlı performansı stüdyo kayıtlarına bilmem kaç basan bildiğim az sayıda gruptan biri The Killers.


Video çok kaliteli değil ama Brandon'ın şarkı ortası konuşmasına ve özellikle 5:17'den sonrasına bayılıyorum:




Pazar günü Brandon Cooper ve Robert de Niro'lu Silver Linings Playbook diye bir film izledim. Kötü ve havadan sudan bir film olmamakla beraber içimde öyle bir daha izleme isteği uyanmadı.

Dün Coyote Ugly filminden hatırlayacağınız über yakışıklı aktör Adam Garcia'nın rol aldığı Kiss Me Kate müzikalinin açılışına gittim. İnanılmaz komik ve çok başarılıydı; müzikalleri seviyorum. Londra'daysanız mutlaka gidin, Mart 2013'e kadar Old Vic Tiyatrosu'nda.

Sunday 11 November 2012

juneau

Dün Londra'da yanlış hatırlamıyorsam 14 yıllık bir aradan sonra ilk kez Vans Warped Tour düzenlendi. 15-18 yaş arası dönemde çılgınlar gibi sevdiğim grupların neredeyse tamamının sahne aldığı bir organizasyon olan Warped Tour'a gitmek, o zamanlar en büyük hayalimdi. Yıllar geçti, dinlediğim gruplar değişti, saatlerce ayakta dikilerek ve su gibi alkol tüketerek geçen konser ve festival ortamlarından uzaklaştım. Tam da böyle bir dönemimde normalde Amerika'da yaz aylarında açık havada gerçekleştirilen Warped'un bu sene Avrupa'ya döneceği ve Kasım'da Alexandra Palace'da yapılacağı açıklandı. Biletimi 6 ay öncesinden aldım ve o 6 ayı heyecanla bu günü bekleyerek geçirdim.

Dün içinde bulunduğum ortam hayallerimdeki Warped imajından çok farklıydı. Bir kere sevdiğim grupların çoğunun dağılmış olması ve uzun zamandır Warped sahnesini takip etmiyor olmam sebebiyle gelen grupların çoğunu tanımıyordum. İkinci olarak bana göre buz gibi soğuk bile olsa Warped kapalı bir mekanda yapılmamalıydı. Mekanın kapasitesi bariz bir şekilde hem insan sayısını, hem de bu insanların yerlerde sürünecek kadar içen ve kendini bir mosh pit'ten diğerine atan halini kaldıramamıştı. Hem bu yüzden, hem de %100 ayık olduğumdan, sürekli birilerinin eğlencesine burnumu sokuyor gibi hissettim. Kendini giysileri üzerinden tanımlayan, alkolden yürürken sağına soluna çarpıp duran, bütün gün ayakta durmuş olsa da hala dans edecek enerjiyi kendinde bulan insan modeli ben değilim. Bir de 23 yaşında olmama rağmen muhtemelen ortamın yaş ortalamasının çok üzerinde olduğum gerçeği eklenince "Ben buraya ait değilim" diye düşünmeden edemedim. Keşke zamanında Warped ruhuna daha uygun bir yaş ve kafadayken arkadaşlarımla Warped Tour'a gitme şansım olsaymış, kesinlikle hayatımın en eğlenceli günlerinden biri olurmuş.

**

O değil de, günün en komik olayı mekana ilk adım attığımdaki tuvalete gitme teşebbüsümdü. Güvenlikçilerden birine tuvaletin yerini sordum, "Şu karşıda gördüğün uzun sıra" cevabını verdi. Gösterdiği sıraya girdim. 40 dakika geçti, hala sıranın başı görünmüyor, "Bu kadar tuvalet sırası varken bu insanlar nasıl böyle içiyor" diye düşünmeye başladım. Neyse, bir 10 dakika daha geçti, sıra sola döndü, imza sırasında olduğumu fark ettim. Sıra bana geliyor, kim imza veriyor en ufak bir fikrim yok, imzalatacak bir şey de yok yanımda. Tam çıksam mı sıradan diye düşünürken kendimi imza veren bir adamın önünde buldum. Kenarda posterler duruyordu, "Benim için şunlardan birini imzalar mısınız" dedim, imzaladı, sonra beni kendine çekip sarılıp öptü, hiç beklemediğimden ve adamı tanımadığımdan neye uğradığımı şaşırdım, öyle komik bir durumdu. Eve gelince baktım ve öğrendim ki kendisi Breathe Carolina'nın vokali imiş. Ve asıl tuvaletlerde kuyruk yokmuş.

**

Warped'un yapıldığı Alexandra Palace, tam 8 ay önce D ile ikinci randevumuzun gerçekleştiği yerdi. Arabayı bahçesinde park edip şarap içmiş, sabahın erken saatlerine kadar konuşup tepeden Londra manzarasını izlemiştik. O günden beri ne çok şey değişti diye düşündüm, biraz hüzünlendim.

Değişim beni korkutuyor.





Tuesday 6 November 2012

argo + persepolis

Geçenlerde sinemaya gittiğimde hayatımda izlediğim en yaratıcı reklamla karşılaştım. Kim nasıl böyle bir şey akıl etmiş, şaşırtıcı.



**

Pazar günü izlediğim Argo'yu o kadar beğendim ki, netten bulup dün bir daha izledim. Daha bir önceki gün izlediğim halde hiç sıkmadan kendini bir daha izlettiren, mutlaka izlemenizi tavsiye ettiğim bir film. Bu sene izlediğim en iyi filmlerden biri diyebilirim.

Argo sonrası BFI'da Persepolis gösterimi vardı. Böylece tamamen tesadüfi bir şekilde aynı gün 1979 İran Devrimi'nin farklı yönlerini anlatan iki film izlemiş oldum. Türkiye'nin giderek yaşanamaz hale geldiği, her şeye yasak ve kısıtlamalar getirildiği şu dönemde yurtdışında yaşamak zorunda hisseden ve ailesinin hayatını ancak uzaktan izleyebilmenin ne demek olduğunu bilen biri olarak film bana çok dokundu. Ana karakteri kendime o kadar yakın buldum ve filmin sonunun benim de başıma geleceğinden o kadar korktum ki, sinema çıkışı eve gitmeden oturup biraz kendime gelme ihtiyacı hissettim.

Bir daha izlemem gereken bir film Persepolis.

Saturday 3 November 2012

the radical notion that women are human beings

Bu post'u aslında Cumartesi günü yazdım, ama yazdığım sırada o kadar sinirliydim ki, yayınlamadan önce birkaç gün beklemeye karar verdim. Hala çok sinirleniyorum, yine de aklımdan geçenleri biraz frenleyerek yayınlıyorum.

**

Geçen gün Ekşi Duyuru'da birinin sinir olduğu kişiler için "orospu evladı" ifadesini kullandığına denk geldim. Ekşi Sözlük'te sözlüğün başına dert olabilecek kişilere hakaret dışında küfür/argo kullanımı yasak değil, ama Ekşi Duyuru'da küfür/argo gerekçesiyle yazılan şeyler moderatöre rapor edilebiliyor. Bu gördüğüm şeyi rapor ettim. Bunun üzerine moderatörle aramda geçen diyalog aynen şu şekilde:



Şu son mesajı okuduğum anda sinirlerim ne kadar tepeme fırladı, anlatmam mümkün değil. Bu lafı biri herhalde yüzüme etse, suratına iki tane yapıştırıverirdim. Dünyada rahat rahat yaşayabilmeyi kendine doğuştan edinilmiş bir hak gören, sırf kadın doğdu diye ikinci sınıf insan muamelesi görmenin ne demek olduğunu bilmeyen, default olarak her şeye bir adım önde başlayan erkek modelinin "bitch de öyle ama bik bik olursa sorun değil" şeklinde ahkam kesmesi gerçekten midemi bulandırıyor. Beyaz birinin dünyada ırkçılık olmadığını iddia etmesi gibi bir şey bu. Sana sorun değil tabii "bitch" denmesi. Bitch lafının hedef kitlesi sen değilsin ne de olsa. Ben de sana sinirlendim diye "orospu çocuğuna bak" desem aslında küfür ettiğim insanın sen değil, suçsuz güçsüz annen olacağını dahi anlamaktan acizsin. O kadar ki, biri sana bunu açıklamaya çalıştığında bile kavrayamıyorsun.

Karşımdaki insanın laftan anlar bir hali olduğunu düşünmediğimden ve karşıma çıkan her kadın düşmanına laf anlatmaya kalksam ömrüm yetmeyeceğinden bu son mesaja cevap vermedim. Daha medeni, daha "insan" olmakla ilgilenmeyenlerin kişisel gelişimine katkıda bulunmak benim sorumluluğum değil. Ve maalesef ki büyük ihtimalle bu kişi benim cevap vermeyişimi kendi haklılığının kanıtı olarak görüyor.

Post'umun konusu sadece bu adam değil. Taktığı at gözlüğünden öteyi göremeyen, "Acaba bu insanın dediği şeyde haklılık payı var mı" diye düşüneceğine böyle zavallı bahanelerle kendini savunan erkeklerden de, böyle şeylere karşı çıkmanın değil, onları kabullenmenin "normal" olduğu ataerkil toplumdan da kelimelere dökemeyeceğim kadar nefret ediyorum. Bu zihniyetteki adamların annesi, kız kardeşi, kız arkadaşı yok mu? Bu yaşa gelmiş koca insanlar gerçekten bitch ya da orospu çocuğu ifadelerinin neden kadın düşmanlığı örneği olduğunu kavrayamayacak kadar empatiden ve zekadan yoksun mu? Bu insanlar "Ya şans eseri kadın olarak doğsaydım, ya günün birinde kızım olursa" diye düşünmekten bile mi aciz? Peki ya her cümlenin sonuna "a.k." koyan kadınlar neyin kafasını yaşıyor? İnsan bu kadar ilkel olmaktan utanır. Hadi utanmamalarını geçtim, acınacak halleriyle gurur duyan insanları gerçekten ayrı bir garipsiyorum.

Küçük bir su birikintisindeki en büyük balıklardan biri olduğu için kendini dünyanın kralı sanmak sanırım moderatör olmanın yan etkilerinden biri.

Thursday 1 November 2012

golden brown

Birazdan BFI'da Crash (David Cronenberg olan) gösterimine gideceğim. Bu kez çevremde oturup sürekli iç çeken biri olursa gerçekten çıldırabilirim.

**

Garnier UK Facebook sayfası bana çalışıyor sanki. Ne zaman yaptıkları çekilişlerin birine katılsam kazanıyorum. Şu ana kadar kendilerinden bir yüz yıkama jeli, bir makyaj temizleyici ve bir de tonik kazandım.



Son olarak da bugün elime Garnier'nin yeni çıkan saç boyası geçti. Piyasaya çıkmadan önce rastgele seçtikleri birkaç insanın denemesi için gönderilen bir ürün. Bu aralar saçımın renginden çok memnunum ve çok uzun zamandır ilk kez saçımı boyamıyorum. O yüzden sırf göndermişler diye saçımı boyamak istiyor muyum, emin değilim. Ayrıca saç boyası gibi alerjik reaksiyon yaptığında insanı öldürebilen bir şeyi test etmek  biraz korkutucu. Gerçi paket benim elime geçene kadar boya piyasaya çıkmış bile ve insanlar hakkında iyi şeyler yazmış. Karar veremedim.


**

Sıkıntıdan kendimi yine alışverişe verdim. Bugün e.l.f.'ten bir sürü makyaj fırçası sipariş verdim.

Bu giderek artan tüketim deliliğinden kurtulayım istiyorum.

Yeni birileriyle tanışmak ve daha faydalı şeylerle meşgul olmak istiyorum.

Artık biri bana iş versin istiyorum.

Tuesday 30 October 2012

a space odyssey

BFI'da her ay Screen Epiphanies adı altında BFI üyelerine özel, ünlü insanların gelip  kendilerine en çok ilham veren filmi sundukları bir gösterim yapılıyor. Bu ayın filmi '2001: A Space Odyssey', filmi sunan ise 'Blues Brothers' ve 'Kurtadam Londra'da'nın yönetmeni John Landis idi. John Landis konudan konuya atlayarak ve Stanley Kubrick ile tanışma hikayesini anlatarak tüm salonu gülmekten yerlere yatırdıktan sonra film başladı. Kült bir film olmasına rağmen 2001: A Space Odyssey'i ilk izleyişimdi. İki saat 20 dakika süren, sadece 40 dakikasında diyalog olan, çok yavaş ilerleyen ve gerek kelimelerle değil görüntü ve müzikle kendini ifade ettiğinden, gerek senaryo çok yoruma açık olduğundan zor izlenen bir filmdi. Ama neden gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri kabul edildiğini, nasıl George Lucas ve Steven Spielberg gibi pek çok insana ilham kaynağı olduğunu anlamak hiç de zor değil. 1968 yılında bu kadar öngörü sahibi bir senaryo yazılabilmiş ve o zamanki teknolojiyle böyle bir görsellik yaratılabilmiş olmasına gerçekten hayret ediyor insan. Ve gerçekten de 1969 yılında aya sözde ayak basılması görüntüleri bu filmin çekildiği sırada Kubrick'in elinden mi çıkmış diye düşündürüyor. Zaman öldürmek ve kafa dağıtmak için izlenecek light bir film değil, ama kesinlikle insanın hayatı boyunca en az bir kez izlemesi gereken filmlerden.

Alakaya çay demlemek olacak biraz ama, sinemada arkamda oturan adam iki dakikada bir iç çekip duruyordu. Neredeyse üç saat boyunca düşünün ben konsantre olmaya, filmi çözmeye çalışıyorum, arkamda sürekli inanılmaz yüksek sesli bir şekilde iç çeken biri. İnsanlar bunu neden yapıyorlar bilmiyorum, ama çok sinirime dokunuyor gerçekten. Sıkıldığını belirtmek için mi, "Ben buradayım" deme ihtiyacı duyan egolarından mı, nedir bilmiyorum. Ama derin nefes almak için öyle abartı bir iç çekme sesi çıkarmak gerekmediğini biliyorum. Yani insan 40 yılda bir kafasına bir şey takıldığında iç çeker de, dikkat ederseniz göreceksiniz, bazı insanlar bunu alışkanlık haline getirmiş.

Açıklayamadığım bir şekilde bu sesli iç çekip durma muhabbetine çok uyuz oluyorum. Herkesi kendi sigara dumanına maruz kalmak zorunda sananlar bir, bunlar iki.

magic kingdom

Cuma sabahı 5'te kalkıp kendimi Eurostar trenlerinin kalktığı yere sürüklemeyi başararak Paris'e gittim. Çok uykusuz olduğum ve turistik yerleri önceki gidişlerimde gezdiğim için günü çok uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla Le Marais'de yiyip içerek ve laflayarak geçirdik. Orada yaşayan arkadaşım bana Parisliler'in ne kadar insan canlısı olduğundan, barlarda falan birilerinin gelip muhabbete girmesinin oldukça normal bir şey olduğundan bahsetti. Ve tam bu konuşmanın üzerine tek başıma Le Marais'de sadece kadınların takıldığı bir gay bar'a gittiğimde oturup bilmem kaç içki içmeme rağmen bir tek insanın bana gülümsediğine bile denk gelmedim. Son 5-6 yıldır ne zaman Paris'e gitsem en az bir kez tek başıma Le Marais'de bir barda oturuyor oluyorum ve şu ana kadar hiç böyle bir cana yakınlığa rastlamadım. Tam tersi, insanlar yabancı olduğumu fark ettikleri anda inanılmaz suratsız ve ters davranmaya başlıyorlar. Sanırım büyük çoğunluğunu kadınların oluşturduğu ortamların dışarıya kapalı yapısı ve Fransızlar'ın genel milliyetçi tavrının birleşmesi sonucu ortaya çıkan bir durum bu. Ağzımı açıp İngilizce konuşmaya başladığım an insanların tepkisi fark edilir bir şekilde değişiyor. Ve 21. yüzyılda bir Avrupa başkentinden beklenmeyecek şekilde çok az insan İngilizce konuşuyor. Gerçekten akıl alır gibi değil. İngilizce'nin dünyanın en geçerli dili olduğu bir dönemde insan nasıl İngilizce öğrenme gereği duymaz? Çocuk inadı gibi geliyor bana. Şehir olarak Paris'e bayılıyorum, ama ne zaman gitsem insanları beni o güzelim şehirden çok soğutuyor.

Cumartesi günü Disneyland'e gittim. O yorgunluğuma rağmen 10 saat boyunca ordaydım, artık yürüyemez hale gelmiş olmasam mutlaka kapanana kadar kalırdım. İlk kez yalnız gittim ve fark ettim ki tek başına gitmenin verdiği zevk aynı değil. Yine de Disneyland benim için dünyanın en büyülü, en mutlu, en güzel yeri. En sevdiğim, en çok olmak istediğim, çocuklar gibi eğlenmekten korkmadığım ve saçma Piglet kulaklarıyla gezmekten çekinmediğim yer. Hiçbir arkadaşımın benim heyecanımı paylaşmamasını, kimsenin benimle gitmek istememesini gerçekten çok garipsiyorum. Bir insan oradan nasıl zevk almaz? Hiç gitmedikleri ve nasıl bir yer olduğunu bilmedikleri için mi, yoksa "yetişkin" olmaya kendilerini çok kaptırdıkları için mi? Bilmiyorum. Ben Disneyland Paris'e onlarca kez gitmiş olmama rağmen hala 7 yaşında ilk kez gidişimde hissettiğim heyecanla gidiyorum, orada geçirdiğim gün yılımın en büyük olayı oluyor, içim sıkıldığı zamanlarda "Keşke orada olsaydım" diye düşünüyorum. Bunu arkadaşlarımla, sevdiğim insanlarla paylaşmak istiyorum, kimse narin poposunu kaldırıp benimle gelmiyor. Sanıyorum ki bende bir gariplik var.

Pazar Xena convention vardı. Ted Raimi ve Hudson Leick gelmişti, ikisinin de bahsettiği şeyler ilgi çekiciydi ve az sayıda kişinin olduğu bir ortam olduğundan ikisine de mekanda denk gelip konuşmak mümkündü. Convention'ın öğle arasında Pere Lachaise'e gidip Oscar Wilde ve Edith Piaf'ın mezarlarını gördüm. Özellikle Oscar Wilde'ınkini karşımda görünce içim bir acayip oldu. Daha sonra başka bir arkadaşımın evine gittim, şarap içtik, konuştuk, o sırada milyon sene önce İstanbul'da tanıdığım birileri geldi. Dünya ne küçük. Çakırkeyif bir şekilde gara gidip trenime bindim. Londra'da trenden indiğimde buz gibi havaya ve yağmura rağmen dilini konuştuğum, insanlarının zihniyetini anladığım, kendimi güvende ve evde hissettiğim bir yere ayak basmak ne kadar güzel bir histi, anlatamam.

Thursday 25 October 2012

paris in flames

Yarın sabah olabilecek en geeky şeylerden birini yaparak Xena convention için Paris'e gidiyorum. Pazar günü  kar kış dinlemeden benimle Disneyland'e gidecek insan arıyorum. Paris'teyseniz bana ulaşın. Yoksa Pazartesi görüşmek üzere.

Wednesday 24 October 2012

farhi

Bugün Londra'daki Nicole Farhi binasında görülmemiş boyutta bir sample sale vardı. Pek bir şey beklemeden, nasıl olsa o taraflardayım diye gidip bir sürü şeyle çıktım. Eğer bu hafta Londra'daysanız mutlaka uğrayın; eski sezonlardan kalma sample t-shirtler £10, elbise ve trikolar £35, montlar £75 idi. Ve şu ana kadar hiçbir sample sale'de görmediğim kadar model ve beden çeşitliliği vardı. 

Böyle sırf iki sezon öncesine ait diye %90'a varan indirimlerle satılan şeyleri görünce zamanında onlara sezon fiyatı ödeyenlere içim acıyor.


Farhi by Nicole Farhi t-shirt £70 £10


Nicole Farhi kazak £150 £35


Nicole Farhi triko elbise £260 £35


Nicole Farhi elbise £339 £35 



Saturday 20 October 2012

you're giving me such sweet nothing

Kafayı alışverişle bozduğumdan bahsetmiştim. Normalde planlamadan, aklına esince alışveriş yapan biri değilim. Ama bu aralar karşıma çıkan ve ilginç gelen her şeyi almaya başladım. Geçen gün markete giderken önünden geçtiğim sokak satıcılarından birinde bu Pee & Poo denen oyuncaklara rastladım. Gören arkadaşım "Deli misin, bok şeklinde oyuncak alıp baş ucuna niye koydun ki" tepkisi verdi, ama Pee ve Poo şu anda yatağımdaki iki oyuncak ayıya eşlik ediyor.



Bir diğer 'impulse buy' denebilecek alışverişim ise bu Jean Paul Gaultier diyet kola şişesi oldu. Tam şişeyi almış kasaya gidiyordum ki, karşıma bir adet makyaj fırçası seti çıktı. Gözüme ucuz göründü, onu da almış bulundum. Ödeyip dışarı çıkar çıkmaz "Tanrım, ben niye Boots marka bir fırça seti aldım ki" diye düşünmeye başladım, Pazartesi geri vermeyi deneyecek ve doğru düzgün bir markanın setini alacağım.



Son olarak bu hafta ASOS indirimi coşmuş durumdaydı. 13 pound'a Lacoste ayakkabı falan satılıyordu, o derece. Birer çift Lacoste ve House of Holland x Superga ayakkabı, bir de elbise aldım. Ve normalde 150 pound edecekken bu kadar şeyin hepsi 46 pound'a geldi. ASOS'u seviyorum.




**

Bu aralar çok nadir alkol alıyorum. Sarhoş olmayalı bir ayı geçti. Bu akşam uzun zamandır ilk kez kendime içme izni veriyorum. Kafamda çalan şarkı:

compliance

Sabah evde sıkılmış otururken sinemaya gitmeye karar verdim. Londra Film Festivali gösterimleri arasında son dakikada bilet bulunabilen filmlerden ilgimi çeken tek film Compliance oldu. Filme inanılmaz ama gerçek bir olayı konu aldığından başka bir şey bilmeden girdim. İzlemek isteyenlere spoiler vermemek için olan bitenden bahsedemiyorum; ama benim için "Yok artık, amma enayi insanlar var" dedirten trajikomik bir şekilde başlayan film, gittikçe şoke edici bir hal aldı. Kolay rahatsız olan biri değilim ve birkaç rahatsız edici sahneden bahsetmiyorum. Abartısız, ilk 15-20 dakikasından itibaren filmi sürekli bir tiksinme/şok karışımı ifade ve "Nolur, lütfen tahmin ettiğim şey olmasın" düşüncesiyle izledim (ve tabii ki aklıma gelen ne varsa kızcağızın başına geldi). Dört yıldan fazla süredir İngiltere'de yaşayan, çok sık sinemaya giden ve İngiliz toplumunu blasé bilen biri olarak ilk kez bu ülkede birilerinin filmi yarıda bırakıp sinema salonunu terk ettiğine şahit oldum. Öyle 3-5 kişi de değil, salonun yarısı boşaldı.

Heyecanla tavsiye mi etsem, asla izlemeyin mi desem bilemiyorum. İzleyeceğim filmleri seçerken 1- filmin bana ufak tefek alakasız bilgiler de olsa yeni bir şey katıp katmayacağına, 2- beni kafa yormaya değer bir konuda düşündürüp düşündürmeyeceğine bakıyorum. Bu iki şartın birine sahip olmayan bir filmi izlemek bana zaman kaybı gibi geliyor. Compliance'ın bana kattığı tek şey "Bazı insanlar ne kadar aşağılık, bazıları ne kadar beyinsiz" diye düşündürmek oldu, bunun da kime ne artısı olur bilmiyorum, ama saatlerdir hala filmin etkisinden çıkamadıysam demek ki gördüğüme değmiş.

İzler misiniz, izlemez misiniz siz karar verin. Ama izlemeyecekseniz bari senaryonun özetini bulup okuyun. Böyle bir şeyin gerçek hayatta nasıl defalarca kez yaşandığını insanın aklı almıyor.

Thursday 18 October 2012

smile like you mean it

İnternette zaman öldürmekten başka hiçbir şey yapmadığım günler moralimi fena bozuyor. Akşam olup da bütün gün hiçbir şey üretmeden ya da herhangi bir şey deneyimlemeden ot gibi yaşadığımı fark ettiğim an depresifleşiyorum. Bu aralar yine sosyal ortamlardan elimi eteğimi çektiğim, Starbucks çalışanları ve netten aldığım şeyleri getiren postacılardan başka kimseyle iletişim içinde olmadığım bir dönemden geçiyorum. Sosyal kelebek ruh halinde olduğum dönemlere dönüp bakıyorum da, o rahatlıkla insan içine çıkan, çevresindeki kalabalıktan zevk alan insan ben değilmişim gibi geliyor. İnsanlarla nasıl o kadar kolay iletişim kuruyormuşum, gerçekten hayret ediyorum. Kendimi sırf yapacak bir şeyler olsun diye sürekli online alışveriş yaparken buluyorum. Alıp hiç giymediğim giysiler dolabıma, kullanmadığım ıvır zıvırlar artık odama sığmıyor.

En son bu yüzükle kendimle nişanlanma kararı aldım, o kadar sıkılıyorum yapacak şey bulamamaktan.



İş sahibi olmak istiyorum artık!

**

1001. post'um kutlu olsun.

Wednesday 17 October 2012

asshats

Bloguma rastgele ulaşan abazan erkek modellerine hedef olmaması için adını vermek istemediğim, Türkiye'deki eşcinsel kadınların sosyalleştiği bir site var. Oraya bakınırken üyelerden birinin "Pasif, birlikteliğin pembe yani 'dişi' tarafını simgeliyor" şeklinde bir yazısına denk geldim. Kendi de eşcinsel olduğu halde iki kadının ilişkisini pasif-aktif, pembe-mavi, dişi-eril gibi heteronormatif/ataerkil kavramlar üzerinden tanımlayacak kadar asimile olmuş tiplere gerçekten tepem atıyor; o yüzden yazıyı yazan kişiye yönelik ilk düşüncem "Sen neyin kafasını yaşıyorsun" oldu. Daha sonra yazının altına yazılan yorumlara baktım, aklımdan geçenleri dile getiren tek kişinin de diğer tüm üyelerden "Geç bu feminizm muhabbetlerini" tepkisi aldığını gördüm.

Maalesef bu sitede ve Türkiye'deki eşcinsel ortamlarda bu zihniyet çoğunlukta. Ve Türkiye eşcinsel altkültürüne hakim olan muhafazakarlık burada sona ermiyor. Daha az önce profiline seks aradığını yazan bir kadının "Sitemiz 'sex' değil arkadaşlık sitesidir, bu tarz arayışlarınız özeldir ve özelinizde yapmalısınız" bahanesiyle siteden atıldığını gördüm (seks'in Türkçe'de sex olarak yazılmasına ne kadar uyuz olduğuma girmiyorum bile). Kadına cinselliğini yaşama izni verilmemesi, cinselliğin (ya da kadınların hayatlarının) "özel" olarak nitelendirilerek tabulaştırılması gibi ataerkil düşünce biçimlerinin kadınlar tarafından diğer kadınlara dayatılmasını bir problem olarak görmüyor mu kimse? Seks arayanlara aşk propagandası yapan bu kafadaki insanlar, mevsimde bir üç gündür tanıdıkları insanlara "hayatımın aşkı" diye hitap edip Facebook'ta soyadlarını değiştirerek aşk kavramını çocuk oyuncağı haline getiren tipler aynı zamanda.

Muhafazakar eşcinsel modelinden gerçekten hiç hazzetmiyorum.

Tuesday 16 October 2012

antiviral

En son Kanada'ya tatile giden arkadaşlarımın evlerine ve kedilerine baktığımdan bahsetmiştim. Başkasının evinin ve en kaprisli insanlarla yarışacak derecede el bebek gül bebek büyütülen kedilerinin sorumluluğunu almak omuzlarıma çok ağır geldi. Beş gün boyunca üşenmeden her gün yarım saat uzaklıktaki evlerine gidip geldim, evlerinin temizliğine ve kedilerinin bakımına kendi evime ya da kedime göstermediğim derecede özen gösterdim. Kendi kedimin mama ve su tası her zaman dolu olur, canı istediğinde gidip yer içer, dışarı çıkmaz, kumundan başka yere tuvaletini yapmaz. Bu baktığım kedilere her sabah 8'de ve her akşam 7'de 40'ar gram kuru mama + üzerine 10 adet kuru mama serpiştirilmiş yarımşar paket ıslak mama verilmesi gerekiyordu. Bir de bir tanesi ev kedisi değil, işin yoksa akşam akşam dışarıda onu ara. Diğeri de günde üç kez salonun orta yerine iğrenç kokulu bir hediye bırakıyor. Özetle beni aşan bir şey oldu bu hayvan/ev bakma deneyimi.

Tüm bunlara rağmen kedilere o kadar bağlandım ki, anahtarı teslim ederken içim bir fena oldu. Cumartesi gecesini arkadaşlarımın parti davetini geri çevirerek yatakta elektrikli battaniye ve kucağımda kıvrılıp uyuyan kediler eşliğinde kitap okuyarak geçirmek gerçekten çok, çok güzeldi. Ve böyle huzurlu bir ev yaşantısını ne kadar özlediğimi fark ettim. Her sene yeni bir eve taşınmaktan, yaşadığım hiçbir eve kök salamamaktan çok bıktım. Bana aitmiş gibi hissettiren bir ev bulayım, sene sonunda taşınma korkusu olmadan içini istediğim kadar ıvır zıvırla döşeyeyim ve eve gittiğimde beni bekleyen bir sevgilim ve kedilerim olsun istiyorum. Severek gittiğim bir işim olsun istiyorum. Keşke isteyince olsa.

**

56. Londra Film Festivali geçen hafta başladı. Gittiğim ilk film Beyond the Hills adıyla gösterilen Dupa Dealuri oldu. Uzun ve kasvetli, ama etkileyici ve izlenmeye değer bir filmdi. Daha sonra yönetmen Cristian Mungiu ile yapılan söyleşi de bana iyi ki gelmişim dedirtti. Ekşi Sözlük'te gördüğüm kadarıyla Filmekimi'nde de gösterilmiş ve gişe filmi izleyicileri kategorisinde olduklarını tahmin ettiğim insanlar sıkıcı bulmuşlar. Anlam veremedim. Ahlaki ikilemleri işleyen filmleri seviyorum.

Cumartesi günü festivale ara verdikten sonra Pazar günü Marion Cotillard söyleşisine gittim. Jeux d'Enfants'dan beri kariyerini takip ettiğim ve hastası olduğum Cotillard'ı dünya gözüyle o kadar yakından görmek hayatımın en unutulmaz anları listemde kesinlikle üst sıralara oturdu.



Dün akşam David Cronenberg'in oğlu Brandon Cronenberg'in debut filmi Antiviral gösterimi ve daha sonra Cronenberg'le söyleşi vardı. Bende tekrar tekrar izlenecek bir film izlenimi yaratmamış olmasına rağmen çok görsel ve celebrity kültürünü mükemmel bir şekilde eleştiren bir filmdi.

Film festivallerine bayılıyorum. Hem gelen izleyici ve sinemadaki atmosfer bir başka oluyor, hem de film sonrası söyleşiler sinema deneyimine ayrı bir boyut katıyor. Keşke ayda bir falan film festivaline gidebilsem.

**

Kolları bana çok uzun gelen Burberry trençkotum için günlerce terzi aradım. Ucuz olan terzilere güvenemedim, gözüme güvenilir görünen terzilerin de bir kol kısaltmak için neredeyse 150TL istemesi kazıklanmama prensibime çok ters düştü. Sonuç olarak trençkotu Burberry'nin Regent Street'teki ana mağazasına götürdüm. Normalde terzileri bedava çalışıyormuş, outlet mağazasından alınan ürünler için 25 pound (75TL) gibi cüzi bir ücret alıyorlarmış. Londra'da bulabileceğiniz en ucuz mahalle terzisinin en az 20 pound isteyeceğini düşünürseniz çok ucuz bir rakam. Hem kollarda değişiklik yapıldığı hiç belli olmuyor, hem de yanında çok şirin bir taşıma kılıfı verdiler. Böylece 1000 pound'luk bir trençkotu sadece geçen senenin modeli olduğu için 274 pound'a almış oldum. Londra'ya alışveriş için gelen ve Burberry outlet mağazasına uğramak isteyenlerin aklında bulunsun. Türkiye'ye dönecekseniz vergi iade formu doldurarak daha da ucuza getirebilirsiniz.

 **

Bu aralar Facebook listemde gözüme çarpan bir trend var: İstanbul'da yaşadığım dönemde gay olarak tanıdığım kadınlar erkeklerle evlenerek çoluk çocuğa karışıyorlar. Mahalle baskısına hedef olmama çabası mı, başka türlü çocuk sahibi olamayacaklarını düşünmeleri mi, kendilerini şartlaya şartlaya gerçekten aşık olduklarına mı inandırıyorlar, bilmiyorum. Ama gerçekten çok iç acıtıcı bir şey. Hem mutsuz/tatminsiz bir hayat yaşayacak olan kendilerine, hem bilerek ya da bilmeden böyle bir duruma düşen erkeklere, hem de dünyaya gelen çocuklara yazık.

Gerçekten ailesinden ya da toplumdan kabul görmek için böyle yalan hayatlar sürenler için en ufak bir sempati ya da saygı yok içimde. Hayatını dürüst ve açık bir şekilde sürdüren eşcinsellerin başına ne geliyorsa homofobiklerden geldiği kadar böyle karaktersiz insanlardan geliyor.

Friday 5 October 2012

prorsum

Çok acayip bir hafta geçirdim. Geçen Perşembe gecenin 2'sinde kalkarak Polonya'ya doğru yola çıktım. Babamla buluştuk, Cuma ve Pazar Varşova'yı, Cumartesi ise Krakow ile Auschwitz ve Birkenau toplama kamplarını gezdik. Özellikle Auschwitz'i gezmek ömrümden birkaç sene götürdü, rehberle neyin ne olduğu bilinerek gezildiğinde gerçekten insanın ruhuna işleyen bir yer. Böyle şeylerden kolay etkilenen biri değilim, ama gaz odalarına girmek ve insanların yakıldığı fırınları görmek gerçekten beni düşüncelere sürükledi. Herkes hayatında bir kez bu kampları ziyaret etseydi, şu an dünyada var olan sebepsiz nefret duygularının çoğu olmazdı diye düşünüyorum. Mutlaka gidin görün.

Onun dışında her şey acayip ucuzdu, yerel yemekler çok lezzetliydi, kadınlar çok güzeldi ve konuştuğum herkes çok güleryüzlü ve yardımseverdi. Çok düşük beklentilerle gitmiştim, beni şaşırtan bir haftasonu oldu.

**

Pazartesi D ile birlikte Burberry'nin Hackney'deki outlet mağazasına gittik. İçerisi yabancı turist kaynıyordu. İndirimde olan ürünler dışında outletin fiyatları normal yaz ya da Boxing Day indiriminde göreceğiniz fiyatlardan pek farklı değildi. Üstelik 10'un üzerinde beden bulmak imkansız gibiydi. D ile birlikte bir saat boyunca mağazadaki yaklaşık 30 model trençkotun hepsine teker teker baktık, tam 525 pound'a kıyıp "Zayıflamam için motivasyon olur" diyerek düğmeleri zar zor kapanan bir trençkot alıyordum ki, D bana erkekler bölümünden hayallerimin trençkotunu buldu. Hem de 249 pound! Outlet'e gelince 995'ten 600 küsür pound'a düşmüş, sonra daha da inmiş. Eğer bir terzi bulup kollarını kısaltabilirsem hayat süper olacak.


**

Bu hafta Kanada'ya tatile giden arkadaşlarımın kedilerine bakıyorum. Evde cat flap var, kediler dışarı çıkabiliyorlar, ama geceyi evde geçirmeleri gerekiyor. Dün akşam yemeklerini vermek ve o sırada cat flap'i kapatmak için kedilerden birini ararken yok oldu diye nasıl korkulu dakikalar geçirdim anlatamam. Birazdan yanlarına gideceğim, şimdiden kediler iyidir umarım diye içim içimi yiyor. Kendi kedime bile "Sabah şu kadar gram yiyecek, akşam ıslak mamanın üzerine 10 tane kuru mama konacak" hesabı yapmıyorum, başkasınınkinin sorumluluğunu almak çok daha fena gerçekten. Bir daha asla yapmak istemiyorum.

Sunday 23 September 2012

a luta continua

Perşembe akşamı hayatımın en fena date'lerinden birini yaşadım. Geçen hafta biriyle tanıştığımdan bahsetmiştim ve o biri görüşmek için ısrar ediyordu. Perşembe günü buralarda bir açık hava tiyatrosunda Asif Kapadia'nın bir filmi gösterilecekti, hem ona yalnız gitmemiş olurum hem de bu insanla görüşme işi aradan çıkar diye onu da davet ettim. Filmden önce bir şeyler içmek için buluştuk ve fena halde sarhoş olan date'im saçma sapan muhabbetler yapmaya başladı. Yani kendi de sosyal açıdan biraz acayip olan biri olarak toplumun genelinin "garip" kabul edeceği pek çok insana açık bir zihinle yaklaşabiliyorum, ama benim de tolere edebildiğim muhabbetlerin bir sınırı var. Zoofili muhabbetlerine girmeye başlayınca filmi falan siktir edip kalktım geri döndüm.

D'den ayrıldıktan sonra gittiğim ilk date'in böyle kamera şakamsı bir deneyime dönüşmesi moralimi çok fena bozdu. Bir anda onun gerçekten beni yüzüstü bırakıp gittiği jetonu kafamda tamamen düştü, kendimi gece gece Thames nehri kenarındaki bankların birinde oturup iPod'umdaki Bright Eyes eşliğinde hüngür hüngür ağlarken ve tüm gücümle D'nin geri gelmesi için inanmadığım bir şeylere dua ederken buldum. Tam o sırada ayaklarımın dibinde dolaşan minicik bir tarla faresi gördüm. Farecik gayet hızlı bir şekilde duvara tırmanıp gitti ve farelerin düz duvara tırmanabildiği gerçeği nedense bana o kafamla çok komik göründü. Eve geldim, D ile ayrıldığımızdan beri ilk kez her şeyin yoluna gireceğine inanarak uykuya daldım.

Sabah uyandığımda D'nin bana Balenciaga ile ilgili bir promosyon emailini forward ettiğini gördüm. Mail için teşekkür ettim, iki hafta sonra ilk kez yeniden konuştuk. Neden bilmiyorum, iki gündür yine yok oldu. Sanırım annesi gerçekten gitti gidecek durumda.

**

Perşembe akşamının kötü geçmesi ve Senna'yı izleyemeden eve gelmemin pozitif yanı, Showfilmfirst'ün Jesus Christ Superstar biletlerine bitmeden yetişmem oldu. Böylece Cuma akşamı bilet fiyatları 50 pound'dan başlayan bir müzikali bedava izlemiş oldum. Çok keyifliydi, bir diğer bonus ise "Aman Tanrım, o sahnedeki Mel C değil mi" şeklinde yaşadığım şok anıydı. Neymiş, bundan sonra böyle şeylere gitmeden kimler rol alıyor bakmak gerekiyormuş.

**

Dün British Museum'da LGBT film günü vardı. Gösterilen filmler arasında öldürülen Ugandalı aktivist David Kato'yla ilgili olan Call Me Kuchu adlı bir belgesel yer alıyordu. LGBT bireylerin sorunlarıyla ya da insan haklarıyla ilgileniyor olmasanız bile mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Ugandalı eşcinsellerin ve onlara insan gibi muamele yapılmasını savunanların başına gelenleri gördükçe bana "Millet neler yaşıyor, ben ne saçma sapan şeyleri dert ediyorum" dedirten, ne kadar şanslı olduğumu hissettiren bir film oldu çünkü.

**

Londra Film Festivali biletlerimi aldım. Bu sene Antiviral ve Beyond The Hills'i izleyeceğim. Bir de Marion Cotillard'nın söyleşisi var, ona bilet aldım. Daha izlemek istediğim çok film vardı ama çoğu gala filmi olduğu için  biletler çılgın pahalıydı, daha sonra sinemalara gelince izlerim diye düşündüm.

Bu aralar haftada 3-4 kere sinemaya gider oldum, kendime film yetiştiremiyorum.

Aralık'ta Prince Charles sinemasında Mean Girls'ün quote-along versiyonu varmış. Birlikte gidecek, Mean Girls repliklerini ezbere bilen insan aranıyor.

Tuesday 18 September 2012

everybody needs a place to think



Ne zaman canım sıkkın olsa kendimi nehir kenarına atıyorum. Hem suyun varlığı, hem de South Bank'in canlılığı bana kendimi biraz da olsa iyi hissettiriyor. London Eye'ın altındaki bankların birine oturup Big Ben'in fotoğraflarını çeken, sokak sanatçılarını izleyen, sinemaya ya da işine gücüne koşuşturan insanları izlemek, bana içime dert olan şeylerin geçeceğini hatırlatıyor. "Yakında her şey yoluna girecek, ben de bu insanlar gibi iş çıkışı bir şeyler içmeye buraya gelecek ya da başka bir şehrin turistik yerlerinde sevgilimle fotoğraf çektiriyor olacağım" gibi hayallere kapılıyorum.

Türkiye'den döndüğümden beri hem aylardır iş arayıp bulamama, hem yine ailemden ayrı kalma, hem de D'nin artık olmaması sebepli bir türlü geçmez bir iç sıkıntısı içindeyim. Her gün Starbucks'tan filtre kahvemi alıp South Bank'teki banklara gidiyor, hayatımı gözden geçiriyor, bazen saatlerce düşünüyor ve çevremdeki turistlerin mutluluğunun birazının bana bulaşmasını diliyorum. Dün yine her zamanki gibi bunu yaparken oturduğum bankta "Everybody needs a place to think" yazdığını fark ettim. Tam da düşünmek için oturduğum bir bankta bu yazıyı görmek beni gülümsetti. 

Lütfen, lütfen, lütfen, en kısa zamanda yeniden huzur sahibi olmak istiyorum.

Sunday 16 September 2012

bizarre love triangle

Evde oturup depresyon büyütmeyeceğime dair verdiğim karar sonucu bütün haftasonu dışarıdaydım. Cuma akşamı arkadaşlarım sayesinde biriyle tanıştım. Birilerinden ilgi görmek şu ayrılık sonrası içine sıçılan özgüvenime çok iyi geldi. Kalsam belki aramızda bir şeyler olurdu, ama çok sarhoş olduğumdan ve aceleye getirmek istemediğimden erken eve dönmeye karar verdim. Oturduğumuz mekandan çıkarken arkadaşımla karşılaştım, birlikte otobüs durağına yürüdük. D'nin bana ilk kez beni sevdiğini söylediği günün akşamı o arkadaşımla o pub'a gitmiştik, ve aynı otobüs durağında arkadaşımın bana sürpriz bir öpücük kondurması üzerine D ile başkalarıyla birlikte olmayacağımız kararı vermiştik. Aynı zamanda bahsettiğim otobüs durağı D'yi ilk kez gördüğüm barın hemen karşısındaydı. Gece boyunca içtiğim bir sürü cinin de etkisiyle tüm bunların geçmişte kaldığı bir kez daha kafama dank etti ve ağlamaktan makyajım akmış bir halde eve gelerek sızdım.

Dün sabah uyandığımda geçen hafta boyunca olduğu gibi ilk aklıma gelen şey D ile ayrılmış olmamızdı, ama bu kez önceki gece tanıştığım kızın varlığı içimi mutlulukla doldurdu. Akşam da bu bahsettiğim insan ve bizi tanıştıran arkadaşlarımla dışarı çıktık. Yeni insan benden çok hoşlandığını ve beni tekrar görmek istediğini söyleyince neden bilmiyorum, birden bir acayip oldum. Yeni birinin hayatıma girmesi iyi geldi, ama bu kadar erken yeni ufuklara yelken açmak ve özellikle de bunu D'den etkilendiğimin yarısı kadar etkilenmediğim biriyle yapmak ayık kafayla düşününce doğru gelmiyor.

İçimde hala bu D işinin yüzde 100 bittiğine inanmak istemeyen ve gerçekten iddia ettiği kadar aşık olan insanların "Bu aralar çok derdim var, single olmam lazım" gerekçesiyle ilişki bitirmeyeceğinin günde birkaç kez hatırlatılmasına ihtiyaç duyan bir yer var. O yüzden kendime not: D ve sen dış etkenler yüzünden ayrılmadınız, ilişkinizin bitmesini gerektiren en ufak bir sebep yoktu. Tartışmadınız bile, bu tamamen onun kararıydı. Böyle birinin (i.e. asshole) sana ettiği lafların gerçek olduğuna inanmaya devam etmen ve kendini yiyip bitirmen gerçekten içimde saçlarımı yolma isteği uyandırıyor.

**

Bugün Intouchables adlı bir film izledim, şu ruh halimle bile beni çok güldürdü. Sonundan ise o kadar etkilendim ki, sinemadan çıktıktan sonra eve gidemedim, kendimi en yakın Starbucks'a atıp bir kahve eşliğinde düşüncelerimi process etme ihtiyacı duydum. Bence izleyin.

Friday 14 September 2012

b3
















I refuse to remain in regret
To pander like a slave to your wants

I refuse to remain in regret
I refuse to be left behind.

Thursday 13 September 2012

break this bittersweet spell on me

Günlük hayatıma devam etme çabalarıma rağmen depresif ruh halim devam ediyor. Günün büyük kısmında D'yi düşünüyor, saat başı kendimi ezik Emrah bakışlı gözlerle camdan dışarı bakıp tüm gücümle onun gelmesini diler halde buluyorum. Tam kendime geldim derken onu hatırlatan bir şey karşıma çıkıyor ve yatağa girip önümüzdeki 6 ayı uyuyarak geçirme isteği duymaya başlıyorum. Londra'ya döndüğümden beri annemle ve yakın bile olmadığım bir arkadaşımla günde birkaç kez mesajlaşmak dışında hiçbir insanla iletişimim yok. Hayatımda hiç bu kadar yalnız ve umutsuz hissetmemiştim. Ve daha depresif kış ayları gelmedi bile.

Kafama da şu şarkı takıldı, senelerdir dinlemediğim.


Wednesday 12 September 2012

i knew better, still you said forever

10 saatlik uyku sonrası bu sabah gözlerimi Londra'da açtım. Yatağımın yanındaki pencereden baktığımda gördüğüm masmavi, bulutsuz gökyüzü, bana hala yaz ruh halinde olduğumu ve şu anda vücudumdaki tek bir hücrenin bile Londra'da olmak istemediğini fark ettirdi. Her Londra'ya dönüşümde ilk gün biraz acayip hissederdim, ama bu kadar yabancı hissettiğim hiç olmamıştı, hiç böyle "Her şeyimi toplayıp eve dönmek istiyorum" diye düşünmemiştim. İki yıl önce Lisa'yla yine dönmeme birkaç gün kala ayrıldığımızda dört gün içinde yeni bir ev bulma ve taşınma gereğinin verdiği strese rağmen bu kadar umutsuz ve kötü hissetmemiştim,   kafamda "En iyisi neyse o oldu, bunu kısa sürede atlatacak ve yeni bir hayata başlayacağım" diyen bir yer vardı. Ve hissettiğim azıcık moral bozukluğunun neredeyse tamamı Lisa'yı kaybetmiş olmaktan değil, alışkanlığa dönüşmüş uzun süreli bir ilişkinin bitmesinin getireceği değişimden çekinmemden kaynaklanıyordu. Bu kez öyle değil. Beş gündür hem çok yalnız kalamadığımdan, hem de kendimi "Bu insan için bir daha gözyaşı dökmeyeceğim" diye kastığımdan, bir kez olsun oturup ağlamadım. Ama içimde 20'li yaşlarıma gelip ergenliğin duygu yoğunluğunda yaşanan ilişkileri geride bıraktığımdan beri deneyimlemediğim, çok fena bir ağırlık hissi var ve yakın zamanda bir yere gidecek gibi görünmüyor. Bana saçmalamayı bırakmamı, hak etmeyen insanlar için üzülmenin enayilik olduğunu ve bunun değerimi bilecek biriyle karşılaşma yolunda bir adım olduğunu söyleyip duran mantıklı iç sesimi dinlemek, hatta o ses olmak istiyorum. Yani içimde duyguları kenara bırakıp mantıklı düşünebilen böyle bir yan varsa, o ses zihnimin tamamını oluşturuyormuş gibi davranıp tamamen olaylara o çerçeveden bakabilmeliyim, değil mi? Ama yapamıyorum. Hala "Bugün öğleden sonra yanıma gelmek için işten izin alacaktı, belki yine de gelir" diye saçma sapan şeyler peşinde olan kalbimin sesini dinliyorum. Ve mantıklı sesimi dinlemeye dair telkinlerimin hiçbiri işe yaramıyor. Yaramadığı gibi, bir yandan da mantıklı sesimin kalp sesime loser işareti yaptığını görür gibiyim.

Sinir bozucu.

Monday 10 September 2012

again i go unnoticed

En son post'umdan beri olanlar sonrasında post'uma tamamen alakasız bir nedenle verdiğim "all sparks will burn out" isminin ne kadar öngörülü olduğunu anladım.

Takip ediyorsanız son 6 ayda biriyle tanışıp hayatımda ilk kez head over heels bir şekilde aşık olduğumdan, sonra ayrıldığımızdan ve birkaç gün sonra dayanamayıp barıştığımızdan bahsetmiştim. Cuma günü o ilişki kesin olarak bitti.

Ayda bir kavga edip "ayrılan" ve tekrar barışan insan modeli bana çok uzak gerçekten. Biriyle tartıştığımda ayrılığı bir tehdit ya da istediğimi elde etme aracı olarak kullanan biri değilim; ayrılık benim için kesin, son ve geri dönüşü olmayan bir şeydir. Zaten şu ana kadar kendi ayrıldığım biriyle barıştığım olmadı, ayrılıp barıştığım ilişkilerde ayrılık ilk başta hep karşı taraftan kaynaklanmıştı. Bu durumda da ayrılmak D'nin fikriydi. Cuma günü bana şu anda kafasının çok meşgul olduğunu, arkadaşlıktan başka bir şey veremeyecek kadar stres içinde olduğu bir dönemden geçtiğini söyleyen bir mesaj attı. Şu anda benim tekiyle bile zor baş edeceğim büyüklükte iki ciddi ailevi problem yaşıyor, o yüzden böyle hissetmesini anlayabiliyorum. Ve benim bir derdim olduğunda sevdiklerine daha da bağlanan, insan desteğine ihtiyaç duyan biri olmam, bazı insanların tam tersine uzaklaşma ihtiyacı duymasını daha az geçerli kılmıyor. Ama bu işin artık yoyo gibi bir öyle bir böyle bir oyuna dönüştüğünü, benim hislerimi hiç dikkate almadığını; ya benim için böyle kolay bir şekilde kenara atabilecek kadar az şey hissettiğini, ya da hayatı biraz yoluna girince onu bekliyor olacağımı varsaydığını düşündüm ve çok sinirlendim. Bütün eski sevgilileriyle şu anda yakın arkadaş olan biri olarak benimle de arkadaş kalmak istiyordu, ama ona bunu istemediğimi ve en az birkaç yıl benimle iletişim kurmamasını söyledim. İlk kez ayrıldığım biriyle, belki aşık olduğum tek insan olduğu için, belki de aşık olduğum tek insan olmasına rağmen, ayrıldıktan sonra arkadaş kalma denemesinde bulunmadan onu tamamen hayatımdan silme kararı verdim. Bir yanım gerçekten kullanılmış ve bıkmış hissediyor, benim tüm bu yaptıklarına rağmen hayatında kalacağımı varsaymasına kızgın ve ona bu tatmini vermek istemiyor; diğer yanım ise o günden beri her yarım saatte bir "Acaba doğru kararı mı verdim" diye aramızdan geçen diyalogu tekrar tekrar canlandırarak kendini sorguluyor. Mantıklı düşündüğümde hayatında onun benim için olduğu kadar vazgeçilmez olmadığım, beni mutlu ettiği kadar mutsuz da eden birinin hayatımdan çıkmış olmasının uzun dönemde olabilecek en iyi sonuç olduğunun farkındayım. Ama yine de nadir görülecek güzellikte bir şeye yazık olduğunu hissediyorum.

Her biten ilişki sonrası zamanımı boşa harcamamak için bir savunma mekanizması olarak belki de, kendime bir ders çıkarıyorum. Bunun dersi de söyledikleri ne kadar hoşuma gitmiyor olsa da asla içimdeki sesi susturmamak. Gitmeden önceki son haftamda çok uzak davranıyordu, ama annesiyle ilgili aldığı kötü haber yüzünden olduğunu söylediğinde ona inanmış ve içimdeki aksini söyleyen sesi paranoya yapıyorum diye susturmuştum. Demek ki başkalarından önce her zaman kendi iç sesimi dinlemem gerekiyor.

İngiltere'ye gittiğimden beri yaşadığım iki ilişkinin de Türkiye'ye ilk uzun gelişimden sonra içine edildiğini, tam iki yıl önce de Eylül ayında yaz tatilimi yapıp Londra'ya dönmeme 2-3 gün kala sevgilimin mesajla benden ayrıldığını fark etmek de sanırım bundan sonra benim için ayrı bir endişe kaynağı olacak. Daha önce böyle bir şey yaşadığım için bu kez giderken içimde "Gittiğimde kötü bir şeyler olacak" türü bir endişe vardı, demek ki bir şeylerin yolunda gitmediğini sezmiş ve bunu kabullenmek istememişim. Ama geçmişe bakınca görmesi kolay tabii.

Wednesday 5 September 2012

all sparks will burn out

Fena halde koşuşturmaca bir yolculuk sonunda geçen hafta sonu İzmir'e gelmeyi başardım. Evden erken çıkmıştım ve bilet aldığım havaalanı otobüsü yerine bir öncekine binmeyi planlıyordum, ama Londra çıkışında otobanda gerçekleşen dev bir kaza sonucu bir önceki otobüs bir buçuk saat gecikmeli hareket etti. Bir de yaşadığım o uçağı kaçıracağım stresinin üzerine bardaktan boşanırcasına yağmur başladı. Otobüs sonunda geldiğinde üzerimdeki beyaz t-shirt parlak mavi sütyenime yapışmış, saçlarım banyo yapmışım gibi ıslanmıştı. Klimadan donmamak için saçlarımla omuzlarımı falan örttüğüm fena bir otobüs yolculuğundan sonra son dakikada havaalanına ulaştım. "Nasıl olsa eve gidiyorum" diye düşünerek yanıma 3-5 t-shirt ve bir elbiseden başka şey almamış olduğumdan yolculuğu iç çamaşırsız bir şekilde tamamlamak zorunda kaldım. Eve geldiğimde saat geceyarısını geçmişti.

Sabah annemin yazlığına doğru yola çıktık. Birkaç gün orada kafa dinleyip İzmir'e döndük. Hemen ertesi günü Sakız Adası'na gittik. Üç gün boyunca araba kiralayıp ne kadar dokunulmamış, ücra plaj varsa gezdik. Adanın orta kesimlerinin büyük bir kısmı yanmıştı. Siyasi/ekonomik amaçlar uğruna güzelim ağaçları, bitkileri, o yeşil alanlarda yaşayan hayvanları canlı canlı yakarak öldürmenin nasıl bir vicdansızlık olduğuna, böyle şeyleri yapanların gece nasıl uyuyabildiğine bir kez daha hayret ettim.

Sakız dönüşü akşam Çeşme'deki evde kaldım (sabah erken uyanıp ilk iş denize gitmek gibisi yok gerçekten). Denizdeyken yan evlerin birinde oturan bir adamla bir şekilde Sakız'a gittiğimiz muhabbeti açıldı. Adam oraya neden gittiğimizi sordu, plajların çok güzel olduğunu söyledim. "Çeşme'de bir sürü güzel plaj varken kalkıp oraya neden gideyim" falan demeye başladı. Ve benim yine sinirlerim attı. Bir, gitmediğin yer hakkında neden yorum yapıyorsun? İki, Çeşme'nin avantadan yaşama peşindeki işletmeciler tarafından ele geçirilip bangır bangır müzikli, suyun 5TL'ye satıldığı beach club'lar haline dönüştürülmüş plajları ile, Sakız'ın el değmemiş koyları bir mi? Üç, insanda nasıl bir keşfetme isteği, bir değişiklik arayışı olmaz? "Nasıl olsa burada benzeri var" mantığında olan, kıçını kaldırıp ülkesinden dışarı adım atma gereği duymayan tipler seyahatten ne anlar ki zaten? Her şeyin en iyisinin kendi ülkesinde olduğunu zanneden ve yeni şeyler denemekten kaçınan kapalı zihinli insanlardan nefret ediyorum.

**

Sinir olmaktan bahsetmişken, bugün NTV'de Facebook'la ilgili bir haber vardı. Facebook'tan "Face" diye bahsedilmesine inanılmaz derecede sinir oluyordum, bu huy gazete ve televizyonlara da sıçramış. "Face" nedir ya, LOL. Türkiye dışında hiçbir yerde duymadım öyle bir laf.

Sosyal ağ ortamlarında sinir olduğum bir diğer şey de evlerine "Bilmemkim Malikanesi" diyerek Foursquare'de check-in yapanlar. Sosyal statü kompleksi her şeyi yaptırıyor insanlara. En ufak bir gizlilik ayarı olmayan, her şeyi herkesin görebildiği bir ortama açık açık ev adreslerini yazıyorlar. Sonra da evden çıkıp bir cafe'de falan check-in yaptıklarında adresini verdikleri evlerinde kimse olmama ihtimalinin yüksek olduğu kabak gibi ortada oluyor. Gerçekten akıl alır gibi değil.

**

Geçen sene Türkiye'deyken Reeder'dan bir e-kitap okuyucu almıştım. Alalı iki ay olmadan ekranı çatlamıştı. Ekran çatlamasının e-ink ekranlarda çok sık görülen bir şey olduğunun Google'da iki dakikalık bir aramayla görülebilmesine rağmen Reeder Müşteri Hizmetleri bunun çok istisnai bir durum olduğunda ısrar etmiş, ürün iki yıl garantili olmasına rağmen çatlamanın benim hatam olduğunu söyleyerek tamir için 150 dolar + KDV gibi saçma sapan bir ücret istemişlerdi. Sonuç olarak Reeder'ın iş etiği ve müşteri memnuniyeti anlayışından o kadar midem bulanmıştı ki, bir daha asla hiçbir ürünlerine elimi sürmeyeceğime dair kendime söz vermiştim. O yüzden İngiltere'ye dönene kadar ihtiyaç duymama rağmen yeni bir ebook reader almadım. Amazon'un müşteri hizmetlerinin müşteri üstüne oturup ekranı çatlatsa bile anında yeni Kindle gönderdiğini okuduktan sonra geçen ay sonunda kendime Kindle almaya karar verdim. Ekstra garanti istediğimden Amazon UK'in sattığı iki yıllık her şeyi kapsayan garantiyi de satın aldım; çalınsa, havuza düşse, üstüne basılıp kırılsa bile kapsıyor. Böylece artık kafam rahat, elimde kalırsa diye üzülmüyorum. Ve Kindle bağımlılığım çılgın bir hale geldi. Günde saatlerce kitap okuyorum, günlük 16 saati bulabilen bilgisayar kullanımım 3-4 saate indi.

Kindle'ım beni çağırıyor.

Friday 24 August 2012

norma jean

Topluluk içinde sigara içilmesinden hiç hoşlanmıyorum. Özellikle yaz sıcağında dışarıda oturuyor ve azıcık bir (temiz havalı) esinti bekliyorken dibimde sigara içmeye başlayan insanlar çok sinirime dokunuyor. Özellikle bu insanlar arkadaşım iseler, "Rahatsız olur musun" diye sormadan pofur pofur sigara içmelerine çok kızıyorum. Beş dakikalığına muhabbetine ara verip insan olmayan bir yere gitmek, orada içmek çok mu zor? İşin pasif içicilik kısmına girmiyorum bile, derdim o değil. Ama sigara gerçekten iğrenç kokan bir şey. İçenler farkında olmuyor, ama sinemada falan sigara içen biri 5 koltuk öteme dahi otursa daha o gelmeden leş gibi sigara kokusu geliyor. Üzerimde o kokunun olmasını istemiyorum, özellikle upuzun saçlara sigara kokusu nasıl siniyor anlatamam. O yüzden yanımda sigara içilmesini hiç sevmiyorum ve bunu kendine hak gören, çevresindeki insanların kendi sigarasına katlanmak zorunda olduğunu düşünen görgüsüz insan modelinden hiç hazzetmiyorum.

Yürürken sigara içenlere ayrı bir uyuzum. Onlar sağına soluna bakmadan, küllerini arkadaki insanın yüzüne savurarak geçip giderken, biz zavallılar sigarayla yanmamak için kendimizi kollamak zorunda kalıyoruz.

Hiç. Hoş. Değil!

Kırk yılda bir düşünceli bir şekilde içilen sigara neyse de, bundan sonra asla düzenli olarak sigara içen biriyle birlikte olmam mümkün değil sanırım.

**

Yarın İzmir'e gidiyorum. Önümüzdeki üç hafta boyunca Çeşme'de ya da İzmir'deyseniz ve bana bir içki ısmarlamak isterseniz hayır demem :P İkinciler benden.

**

Balenciaga çantalarımdan birini eBay'de satışa çıkarmıştım. İlk iki seferde satılmadı, üçüncü kez listeleliğimde 3-4 kişi mesaj atıp fotoğraf istedi. Açık artırmanın bitişine daha günler varken birisi çantama teklif verdi. Başka bir teklif gelmedi ve cumartesi günü açık artırma bitti. Kazanan kişiye iki kez ödemesi için uyarı, bir kez de özel mesaj gönderdim, tık yok. Olayı eBay'e bildirmek ve ödemediği için alıcıyı şikayet etmek zorunda kaldım. eBay'e yeni üye olan insanlar teklif verdikleri şeyleri kazanırlarsa almak zorunda olduklarını, teklifin bir kontrat olduğunu bilmiyorlar sanırım.

Boşu boşuna zamanımı harcayan göt zekalı alıcıma hak ettiğini diliyorum.

**

Bu aralar kesinlikle tavsiye ettiğim iki film izledim: Albert Nobbs ve If....

Boş vaktiniz varsa ikisi de çok izlenesi.

Tuesday 21 August 2012

weapon of massive consumption

Bu aralar fena halde bargain hunter moduna geçmiş durumdayım. Nerede indirim varsa koklayıp buluyorum. Adından da anlaşılabileceği gibi her şeyin 1 pound'a satıldığı Poundland mağazalarında Stila makyaj malzemeleri satıldığı haberini aldıktan sonra üşenmedim, kalkıp Poundland'in yolunu tuttum. Gerçekten de Debenhams'da 24 pound'a satıldığını gördüğüm Stila renki nemlendiricinin 1 pound'a satıldığını görüp sevinç çığlıkları atmak istedim, ama maalesef cilt tonuma uygun rengi kalmamıştı. Yine de boşuna gitmiş olmadım, kozmetik bölümünde süper şeylere rastladım (ve hatta bir de The Kooks CD'si buldum):

Revlon oje £6.49 £1



Rimmel parlatıcı £6.29 £1



Rimmel far £6.99 £1



Olay yüz yıkama jeli £2.99 £1



CD £10 £1


İndirim demişken, Poundland sonrası bir de TK Maxx'e uğradım. Aşağıdaki Chloe gözlüğü buldum, hem de orijinal kutusu, garanti /authenticity kartları ve silme beziyle! Bir de tam benim bedenim bir Elie Tahari elbise gözüme çarptı (£24!!) ama sinemaya geç kaldığımdan denemeye fırsat bulamadım. 



Chloe gözlük £130 £19




İngiltere'ye yolunuz düşerse Poundland'in kozmetik bölümünü ve TK Maxx'i kesinlikle tavsiye ederim.