Wednesday 23 November 2011

burning with desire for a kiss

Crush insanıma olan saplantım iyice coştu. Onu görebileceğim yalnızca birkaç gün kaldığını düşünmek içimde fena halde bir 'longing' hissine yol açıyor.

Longing: özlem, hasret, arzu.

İngilizce tanımı: a yearning desire.

İnsan hiç sahip olmadığı bir şeyin hasretini çekemez aslında. Arzu daha doğru sanırım. Böyle bir 'tadamazsam orta yerimden çatlayacağım' hissi.

(Sesini çok beğeniyorum. Her şeyini çok beğeniyorum. Ama en çok sesini.)

Şu son günlerde mucizevi bir şeyler olmazsa gerçekten çatlayacağımdan korkuyorum. Hakkında çok az şey bildiğimden bir adım atamıyorum (aslında pek "ilk adım insanı" olmadığımdan atamıyor olmam daha olası). O yüzden bazen keşke bir anlığına ne düşündüğünü bilebilseydim diyorum. Bilememekten oluyor bu. Gay midir, değil midir, sevgilisi var mıdır, o da aynı şekilde hissediyor mu falan.. Bunlardan emin olmadan hareket edemiyorum malesef. Çok istemişimdir her hoşuna giden insana karşı ilk adımı atan ve karşılık bulamayınca umursamayan biri olmak, ama değilim. Öyle işte.

Keşke İngiliz bilim adamları bir sistem geliştirse, iki kişi birbirinden karşılıklı olarak hoşlanıyorsa kafalarında ışık falan yansa, böylece herkes kimin ne hissettiğini bilse.

Tuesday 22 November 2011

i'll tickle your catastrophe

Kendi egolarından oluşan bir deniz içinde yüzen insanlardan gerçekten hiç hazzetmiyorum. Bir yere geldi diye (sanki kendi de sıfırdan başlamamış gibi) kendini diğer insanlardan üstün gören; bir iş yerinde üst düzey biri olmanın insanlığı, görgüyü unutturduğu tiplerden nefret ediyorum. Terbiyesizlikten nefret ediyorum diye özetlenebilir sanırım.

Monday 21 November 2011

the invention of lying

Reglnet'in hosting servisinin ücretli olması nedeniyle kapandığını şu an, blog'uma birinin "Reglnet kapandı" diye aratarak gelmesiyle fark ettim. Üzücü.

**

İnsanları kıracak, üzecek şeyler söylemekten hiç hoşlanmıyorum. "Kim hoşlanır ki" diyorsunuz belki, ama ben bu konuda baya umutsuz bir vakayım. Sırf insanlarla yüzleşmek ve sinir bozucu bir konuşma yapmak istemediğim için, aslında hiç yapmak istemediğim bir sürü şey yaptım. Sarhoşken yakınlaşmış bulunduğum, ama ayık kafayla "Yüzünü bile görmek istemiyorum bir daha" diye düşündüğüm insanlarla sadece tatsızlık çıkmasından hoşlanmadığım için ilişki sürdürdüğüm oldu. Şu ana kadar gerçekten hissederek "Seni seviyorum" dediğim insan sayısı, bana o lafı ettiği için "Ben de seni" cevabı verdiğim insanların beşte biri falan herhalde, belki daha az. "Hayır" demeyi ve görüşmek istemediğim insanlara kırılmasınlar diye ilgi göstermekten vazgeçmeyi öğreniyorum bu aralar. Evet, "Birbirimize uygun olduğumuzu düşünmüyorum ve bu yüzden bir daha görüşmemizin amaçsız olduğuna inanıyorum" demek insana kendini tam bir asshole gibi hissettiriyor. Evet, ilk anda üzülüyor ve vicdan azabı duyuyorum. Ama o lafı etmemek, kesinlikle ilgimi çekmeyen insanlarla oturup içimden "Bitse de gitsek" diye düşünmek çok daha fena bir şey uzun dönemde. İnsanları reddetmeyi öğrenmek lazım. Darısı "Ben de seni"nin başına. Ne zaman biri beni sevdiğini söylese, otomatik olarak ağzımdan şu laf çıkıyor, sonra kendime sinir oluyorum inanmadan söylüyorum diye.

Sunday 20 November 2011

sommes-nous les jouets du destin?

Yaklaşık 16 yaşımdan beri istiyor olduğum Placebo dövmesini sonunda grupla tanışmamın 11. yılında yaptırdım. Yıllardır "Soulmates never die", "Without you I'm nothing", "Protège-moi" ya da "My sci-fi lullaby" yazdırmak istiyor, ama hangisini istediğime karar veremediğimden ve dövmeci aramaya üşendiğimden yaptırmıyordum. İngiltere'de zaman geçiren ve bir süre daha geçirmeyi planlayan biri olarak ilk iki seçeneği ana dili İngilizce olan insanlara ve muhtemelen yaşım ilerledikçe bana fazla arabesk geleceklerini düşünerek eledim. "My sci-fi lullaby" ise en sevdiğim Placebo şarkısı Leni'nin sözlerinin bir kısmı olmakla beraber, şarkının ruhunu tamamen yansıtmayan bir ifade bana göre. O yüzden bir anda "Evet evet, protège-moi olmalı" dedim kendi kendime. Hem Fransızca'yı seviyorum, hem böylece çoğu gören ne demek olduğunu anlamayacak, hem de benim için sadece benim bildiğim bir anlam taşıyan bir cümle.

O yüzden..



Bugün sonunda Candy Bar Girls izledim. Temmuzdan beri bilgisayarımda duruyordu öylece.

Tanıdığım çoğu insan eleştirmişti baya, ama ben sevdim. Programdaki Shabby insanı daha önce adını duyduğum, ama pek dikkat etmediğim bir insandı. Ne kadar "oha" dedirten bir güzelliği var o kadar makyajın altında. Tavırları, konuşmaları falan da çok etkileyici. Facebook'ta ortak arkadaşlarımız varmış ve aynı mekanlara takılıyormuşuz. Londra'da bir denk gelsek ne güzel olur. =P

Onun dışında, Londra'nın sadece kadınlara özel olan tek mekanı Candy Bar'da çekildiği için doğal olarak programda bir dolu tanıdık yüz vardı. Terry Poison konserinde konuştuğum DJ kadın, Candy'e gittiğimde bana "Yüzün ne güzel, porselen bebek gibi" diyen Doğu Avrupa aksanlı barmen kız, G-spot'ta ne zaman içki alsam elime VIP kart tutuşturan bir diğer barmen ve gittiğim fetiş partilerinde gördüğüm Avustralyalı dominatrix ile zamanında çok beğendiğim uzun simsiyah saçlı bir başka dominatrix.. Daha ilk iki bölümde bu kadar çok insan gördüm. Bir de bir kısmı Paris'te çekilen 2. bölümde Paris'e ne zaman gitsem mutlaka uğradığım Les Jacasses adlı bara gidiyorlardı, ve o sahnede benim yine zamanında fena halde beğendiğim barmen kadın da görünüyordu. Mutlu oldum.

4 Şubat'da gittiğim fetiş partisinde de çekim yapmışlar, iki insan arasında kavga çıkmış hatta. Hiç fark etmemiştim, ama içeride "Bilmemne kanalı bu gece çekim yapıyor" yazıları vardı. Demek bu yüzdenmiş.

Dünya küçük.