Wednesday 6 April 2011

i have the right to remain fabulous

Geçen gün BFI'da London Lesbian and Gay Festival çerçevesinde gösterilen kısa filmlerden birinde olduğumdan bahsetmiştim. Buyrunuz:

Living Room: Bar Wotever 2008-2009 from Absolut Queer on Vimeo.

Tuesday 5 April 2011

my 15 minutes

Bugün yine LLGFF için BFI'daydım. From Birth to Chosen adlı trans olmak ve aileler temalı kısa filmlerden oluşan bir gösterimdeydim. Kısalar arasında genelde her hafta gittiğim Wotever'da çekilen bir film de vardı. İzlerken bir baktım ki ben de filmde görünüyorum. 3 sene önceki, Londra'ya ilk taşındığım ve Wotever'a ilk gittiğim günü filme koymuşlar (aşağıdaki fotoda görüyorsunuz). Ve o zamanlar "I was supposed to meet my ex tonight but I think she stood me up, so I guess I'll have to meet new gays" demişim, o da filme konmuş. Of ve of.

Neyse, filmden sonra bedava içkili bir parti vardı, ona gittim.

Dün gece fena halde kafama takılan Deak Evgenikos oradaydı, birlikte bir şeyler içtik. *swoon*

Monday 4 April 2011

resistance



Londra'da bu aralar sık sık protestolar düzenlenmeye başladı biliyorsunuz. Ya da belki bilmiyorsunuz. Geçen hafta yarım milyon insanın katıldığı büyük protestonun düzenlendiği gün Ekşi Sözlük'e baktığımda protestoyla ilgili 10 küsür entry varken GS-bilmemne maçıyla ilgili 250 küsür entry olmasından Türk insanının aklının nerede olduğunu anlıyoruz. Ama bu neyin haber değeri olduğu ya da siyasi bir olay ve bir maçtan hangisinin daha önemli olduğuna dair önceliklerini karıştırmış olma durumu Türk medyasında da fazlasıyla mevcut bir şey malesef, o yüzden şaşırtıcı bir durum değil. Bu olan bitenler baktım ki Türk medyasına gerçekten çok az yansıtılmış. İngiliz medyasında bile bu protestolar tüm boyutu ile yansıtılmıyor, çoğu şeyin bahsi bile geçmiyor. Neden? İnsanlar kendi şehirlerinde ya da dünyanın bir yerlerinde birilerinin durumu kabullenmediğini, bir şeyleri değiştirmek için ayaklandığını öğrenirse bunun etkisi her yere yayılır ve kontrol altına alınamaz hale gelir diye düşünüyorlar sanırım.

Dün akşam birkaç arkadaşımın organizasyonuyla bir araya gelen aşağı yukarı 100 kişilik bir grup Londra'nın en ünlü meydanı Trafalgar Square'i 24 saatliğine işgal ettiler. Çadırlarını kurup saksofon dinletileri eşliğinde workshop'lar falan düzenlemişler. bundan sonra her Cumartesi yapacaklarmış bunu. Keşke İngiliz vatandaşı olsaydım ve polisle başım belaya girer de sınırdışı edilirim korkusu olmadan ben de gidebilseydim bu protestolara (gerçi polis olay çıkmasın diye kenarda beklemekten başka bir şey yapmamış, herhangi bir müdahalede bulunmamışlar). Ya da keşke Türkiye'de de böyle hem protesto hem eğlence modunda çadırlı falan, barış içinde geçen, kimsenin polis şiddetine maruz kalmayacağı eylemler gerçekleştirilse.




Sunday 3 April 2011

the owls

From the second we are born we are older than the second that just passed. What makes us feel old is not age, it's nostalgia; a yearning for moments we know will stay with us forever, and we fear we'll never live again.

Bugün yine London Lesbian and Gay Film Festival için BFI'daydım. İlk önce Amerikan yapımı lezbiyen temalı kısa filmlerden oluşan bir gösterim vardı. Gösterilen kısalar arasında Public Relations ve Cried Suicide mükemmeldi, kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim.

Daha sonra lezbiyen kara komedi The Owls ve onun yapım aşamasını gösteren bir belgesel olan Hooters gösterildi. Filme Guinevere Turner'ın başrolde olduğundan başka hiç bir bilgim olmadan girdim ve her sahne benim için sürprizlerle doluydu diyebilirim. The L Word ve Go Fish'ten tanıdığım Turner'dan başka Go Fish'in Ely'i V.S. Brody de filmin oyuncuları arasındaydı. Aynı zamanda geçenlerde izlediğim bir film olan Elena Undone'ın oyuncularından biri The Owls'da Skye (the avenger :p ) rolündeydi. Itty Bitty Titty Committee'de Meat rolünde olan ve kalp atışlarımı hızlandırıcı etki sahibi Deak Evgenikos da vardı. Daha sonra Hooters'da filmin yapım aşaması gösterildi. Öğrendim ki Cuma günkü dersimde intersex ya da trans olmak hakkında konuşurken bahsi geçen Judith Halberstam filmin danışmanı, The Real L Word'de Whitney'nin ev arkadaşı olarak bildiğimiz Alyssa ise makyaj sanatçısıymış. Ayrıca credit'lerde Whitney'nin de adı geçiyordu, ama gözüme çarpmadı izlerken.

Net ortamlarında bulmak mümkün mü bilmiyorum, ama hem The Owls, hem de Hooters'ı fena halde tavsiye ederim. The Owls 40 yaş üstü birkaç lezbiyenin (older wiser lesbians - OWLs) yanlışlıkla bir baby dyke'ı öldürmesi sonucu yaşananları ve aynı zamanda onların yaşlanma korkularıyla yüzleşmeye çalışmalarını anlatıyor. Hooters ise dediğim gibi, filmin yapımı, ama tırt bir belgesel deyip geçmeyin, izlerken yıllardır gülmediğim kadar güldüm (But I'm a Cheerleader yönetmeni Jamie Babbit'in yapımcısı olduğu bir belgeselden sıkıcı bir şey asla beklemem zaten). Bulabilirseniz ikisini birden izleyin.

Günün olayı ise The Owls için sinemanın önünde kapıların açılmasını beklerken önümden inanılmaz taş bir insanın geçmesi, ve benim "Kız ne kadar da Itty Bitty Titty Committee'deki Meat'e benziyor" diye düşünmemdi. Neyse, o geçti gitti, kapılar açıldı, filmi sunmaya gelen kadının arkasından bu bahsettiğim kız sahneye çıkınca, "Bi dakka, acaba??!" falan oldum. Ve evet, öğrendim ki kız gerçekten Deak Evgenikos'muş, The Owls'da oynadığı için gelmiş. O kadar yakınımda görünce kalbim yerinden fırladı yemin ediyorum. Of.
Darısı Michelle Wolff'un başına, ama Paris Pickard'a da hayır demem.