Friday, 18 May 2012

what a shame

Geçen gün profil fotoğrafını değiştirdiği notification'ı gelince Türkiye'deki eski sevgililerimden birinin profiline yönlendim. Birlikte olduğumuz zaman (4 yıl önce) hiç bir erkekle birlikte olmamış olan ve olmaya niyeti yokmuş gibi görünen bu insanın profilinde bir erkekle ilişkide olduğunu görünce şoke oldum. Bilmem kaç sene önce Türkiye'de bulunduğum bir dönemde sevgilimsi olduğum ve bana kendini eşcinsel olarak tanıtan biri daha şu anda bir erkekle birlikte. Gerçekten çok şaşırtıcı.

Bu insanların ikisi de ailelerinin eşcinsel olduklarını öğrenmesinden fena halde korkan tiplerdi. Gerçekten biseksüel olmaları ve cinsel yönelimleri konusunda kafalarının karışık olması mümkün değil mi, mümkün tabii. Ama ben bu insanlarla yaşadığım şeylere dayanarak (en azından birinin) tamamen kendilerini kandırmakta olduklarını, "Kendimi karşı cinsten hoşlanmaya zorlarsam belki gerçekten hoşlanırım" zihniyetinde olduklarını düşünüyorum. Buna gerçekten inanıyorlar mı bilemiyorum. 

Geçen sene yine Türkiye'den bir arkadaşım bana "artık eşcinsel olmak istemediğini" ve kendini "normal" olmaya zorlamaya karar verdiğini, bunun için bir erkek arkadaş edindiğini söylemişti. Bu üç insan da aynı mantıkta sanıyorum ki: Kendi eşcinselliklerinin "yanlış" olduğuna inanmalarına neden olan içselleştirilmiş bir homofobi, benliğini kaybedecek hale gelene kadar kendini kandırmak, homofobiye maruz kalma riskine girmemek için ot gibi yaşayıp gitmeyi seçmek.

Ne kadar da üzücü.

Tuesday, 15 May 2012

we'll never feel so safe again, but love always remains

Geçtiğimiz hafta oldukça ilginçti. Yazacak vaktim olmadı.

Salı akşamı İKSV'nin çok daha büyük ve İngiliz versiyonu olan BFI'da 1982 yılından kalma, iki kadın atletin ilişkisini anlatan bir film olan Personal Best'in gösterimine gittim. Eski filmlerden zevk alan biri olamadım asla, ancak bu film çok hoşuma gitti. Hem eğlenceli, hem de bu aralar Londra'yı baştan aşağı saran Olimpiyat ruh haline uygun bir filmdi.

Çarşamba akşamı tam laptopumu kapatıp yatmak üzereydim ki, Barack Obama eşcinsel evliliğe destek verdiğini açıkladı.

Perşembe günü London School of Economics'in kütüphanesinde yer alan LGBT arşivinde bir workshop'a katıldım. Arşiv adından da anlaşılabileceği üzere eşcinsel, biseksüel ve trans bireyleri ilgilendiren gazete, dergi, poster, el ilanı gibi belgeleri topluyor ve LGBT kültürün kaydını tutuyor. Workshop oldukça ilginçti, 1940'lardan kalma eşcinsel dergilerine göz atma fırsatı yakaladım. Daha sonra bir soru-cevap session'ı vardı. Birisi Obama'nın önceki akşamki açıklamasından bahsetti. Ben, ve çevremdeki pek çok eşcinsel, görevdeki bir ABD Başkanı'nın ilk kez açıkça eşcinsel evliliği desteklemesine tarihin dönüm noktalarından biri olarak bakıyorduk. O açıklamayı gördükten sonra gerçekten mutluluktan ağlamak istedim, ABD Ordusu'ndaki 'don't ask, don't tell' muhabbetinin kaldırılmasından beri ABD'deki bir gelişmenin beni bu kadar mutlu ettiğini hatırlamıyorum. ABD ile en ufak bir alakası olmayan biri olmama rağmen hayatımda ilk kez eşcinsel evliliğin ABD'de, İngiltere'de ve hatta Türkiye'de mümkün olacağını ve dünya gözüyle bunu görebileceğimi hissettim. Workshop'ta benim eşcinsel hakları açısından cidden önemli bir adım olarak gördüğüm bu açıklama hakkında "Onun böyle demesi neyi değiştiriyor ki" diyen biri vardı. Obama'nın o açıklamayı seçim öncesi "pembe oy"u toplamak için yapmış olması benim için önemini azaltmıyor. ABD'de eşcinsel evliliğin eyaletlerin inisiyatifine bırakılmış olması nedeniyle Obama'nın eşcinsel evliliğe arka çıkması yasal olarak pek bir şey ifade etmeyebilir, ancak yine de bu anın neden bu kadar önemli olduğunu açıklamak zorunda olmadığıma, azıcık common sense sahibi insanların bunu kavrayabileceğine inanıyorum.

İngiltere'de bu aralar eşcinsel evliliğin yasallaşması gündemde. Eşcinseller şu anda dini olmaması dışında evlilikle tamamen aynı anlama gelen "civil partnership" olayına girebiliyorlar, ancak evlenemiyorlar. Birkaç aşırı dinci grup dışında ülkenin çoğu eşcinsel evliliğe sıcak bakıyor ve yakın zamanda eşcinsel evliliğin İngiltere'de mümkün hale geleceğine inanıyorum. Darısı diğer ülkelerin başına.

Cuma akşamı BFI üyeleri için yönetmen Asif Kapadia ile bir söyleşi vardı. Söyleşiden sonra Kapadia'nın kendisine en çok ilham veren film olarak nitelediği Do the Right Thing gösteriliyordu. Her ay iki kez yapılan ve ünlü isimlerin konuk edildiği bu üyelere özel ücretsiz gösterimlere bir ay öncesinden başvurmak gerekiyor ve biletler kurayla veriliyor. Bu ay nasıl olduysa bana iki tane bilet denk geldi, sevgilimle gittik.

Film öncesi Thames nehri kıyısındaki Las Iguanas'ta Pescado a la Macho adlı über bir yemek yedik. Kerevit, karides, kalamar ve midye beyaz şarap ve paprikalı bir sosla pişirilip pilavla birlikte servis edilmişti. Hayatımda yediğim en lezzetli şeylerden biriydi. Yemek eşliğinde içtiğimiz güzelim Şili şarabı beni kısmen çakırkeyif yapmıştı zaten. Oradan BFI'daki gösterim öncesi kokteyle gittik, bedava alkolü görünce kendimi tutamadım. Alkol eşliğinde daha da eğlenceli hale gelen Do the Right Thing son derece izlenesi bir filmdi, tavsiye edilir.

Cumartesi günü hayatımda üçüncü kez motora bindim. Sevgilimle önce aylardır görünmeyen güneşin tadını çıkarmak için Whitstable'a gittik (Sarah Waters hayranları orayı Tipping the Velvet'teki istiridyeci kızın yaşadığı kasaba olarak biliyorlar). Yengeçli sandviçlerimizi ve piknik battaniyemizi alıp deniz kenarına kurulduk. Oradan İngiltere'ye ilk taşındığımda yaşadığım Canterbury'e geçtik. Özlemişim. Motor üzerinde bir buçuk saatlik bir mesafenin popo ve bacaklarımın içine etmesi dışında çok, çok güzel bir gündü.


Onun dışında evdeydim. Yarın bir haftalığına İzmir'e gideceğim, o yüzden D beni görmeye geldi. Onu görmeden sekiz gün nasıl geçireceğim, bilmiyorum. Düşüncesi bile içimi bir fena yapıyor. Ne zaman evime gelse gittikten sonra içime çok, çok kötü bir ağırlık çöküyor. İlk bir saat kendimi çok yalnız hissediyorum.