Evin kullanılmayan çantalar cenneti haline gelmesi ve odamdaki iki kapılı dolaplardan birinin sadece çantadan oluştuğunu fark etmem üzerine kullanmadığım çantalarımı satmaya karar verdim.
Son derece orijinal Balenciaga çantalarımdan birini satıyorum. Rengi Calcaire (hafif pembemsi bir tonu olan çok açık bir bej). Modeli Box; First ile aşağı yukarı aynı boyda görünüyor, ama eni daha büyük olduğundan daha çok şey sığıyor.
Bu model ve bu renk artık üretilmiyor, o yüzden çok nadir rastlanan bir çanta olduğunu Balenciaga delisi biri olarak güvenle söyleyebilirim. Çok yumuşak keçi derisinden yapılma. Aynası, toz çantası ve çıkabilen omuz askısı var. Yeni gibi, kullanıldığı hiç belli olmuyor. Belirgin bir lekesi, izi vs. yok.
İki yıl önce İngiltere'den almıştım, aldığımdan beri sadece 2-3 kez kullanmış olduğum için satıyorum. Ben kullanmıyorsam bari başkası kullansın.
Kesinlikle orijinaldir, sahte çantaya elimi bile sürmem. İstediğiniz mağazada ya da Purse Forum'daki Authenticate This Balenciaga bölümündeki uzmanlara onaylatabilirsiniz.
İlgilenenler yorum atarak ulaşabilirler.
Fiyat 900 TL. İzmir'de elden de teslim edebilirim. Çantanın satış fiyatı bunun bilmem kaç katı olduğundan maalesef daha ucuza satmam mümkün değil.
Friday, 23 December 2011
Wednesday, 21 December 2011
don't leave me here with only mirrors watching me
Bu şarkıyı henüz dinlemediyseniz, mutlaka dinleyin.
Conor Oberst'in sesinin 2:50'de aldığı hale bayılıyorum. "Don't leave me here" derken nasıl bir çaresizlik, ne kadar çıplak bir acı var sesinde. Sadece bu şarkı için konuşmuyorum; hislerini sesine bu adam kadar iyi yansıtabilen bir başka kişi yok bu dünyada kesinlikle. Bu şarkıda ya da Haligh, Haligh, A Lie, Haligh'da falan bazen öyle bir titriyor ki sesi, yüzünü bile görmeden "Ağlıyor" diyor insan.
**
Staj bitişi neye uğradığını şaşırmış, fazla boş vakitten kafayı yemiş bir ruh halindeydim. Şimdi hayatım yine fena halde rutine bağladı. Ve yine "Zaman yetmiyor" moduna geçtim. Sabah 9.25'e saatimi kuruyorum. Uyanıp ilaç içiyor, bir yarım saat daha kedimle birlikte uyukluyorum. 10.10'da "The Glee Project" eşliğinde kahvaltı ediyorum. O bitince maillerime, Facebook'uma ve diğer hesaplarıma bakıyorum. Kitap okuyorum. Sonra Digiturk'teki dizilerimi izleyerek öğle yemeği yiyorum. Ruh halime göre Wii oynuyor ya da Agatha Christie romanlarının TV uyarlamalarını izliyorum. Yazdığım online dergi için İngiliz basınını takip edip, birkaç haber derliyorum. Çocukluğumun favori oyunlarından RollerCoaster Tycoon'u yeniden buldum bu aralar, biraz onu oynuyorum. Akşam yemeği yiyorum, Digiturk'te izlemek istediğim dizi ya da film varsa izliyorum, yoksa kitap okuyorum. Gece 1'de National Geographic'te yurtdışında yasadışı işlere bulaşıp hapse giren insanları konu alan Banged Up Abroad diye bir program oluyor; televizyonu o bittikten sonra kapanacak şekilde ayarlayıp yatağımda onu izliyor ve uyuyakalıyorum. Ertesi gün yine aynı şeyler baştan.
Peki sıkıcı mı, hayır, değil.
Tuesday, 20 December 2011
battle for the sun
Blogger'a birkaç gündür bir şey yazmıyordum, yokluğumda değişmiş mi, yoksa benim bilgisayarım mı kafayı yedi? Yukarıda foto ekle ve spellcheck imgelerinden başka şey kalmamış, yazı yazılan sayfada. İlginç.
**
İstanbul'dan geleli 5 gün oldu. Alışılmadık bir biçimde 5 gündür aralıksız, sular seller gibi yağmur yağıyor. Hava öyle kapalı ki, öğleden sonra 2 gibi falan ışık yakma ihtiyacı duymaya başlıyorum, hatta bazen daha erken. İnsanın ruhunu karartıcı bir hava gerçekten. Ve bunu ne zaman dile getirsem, "E Londra'da hep böyle değil mi, sen orada ne yapıyorsun o zaman" türü bir laf ediyor karşımdaki insan. Neden bilmiyorum, Londra'da havanın günler boyunca gri olması beni çok rahatsız etmiyordu. Belki genelde güneşli olan İzmir'in aksine Londra çoğu zaman gri olduğu için ve yaz dışında güneş çok nadir görüldüğü için havanın kapalı olması sıradan bir şey haline geliyordu, bir tür "blasé" olma durumu. Ya da belki insan öyle bir şehirde başka türlü yaşamanın mümkün olmadığını bildiği için kendini ruh halinin havadan olabildiğince az etkilenmesi için şartlıyor. Bilmiyorum.
İzmir'de (ya da Türkiye'nin çoğunda diyelim) güneşin değerini bilmiyoruz. Ancak olmadığı zaman onun bizim için ne kadar önemli olduğunu fark ediyoruz. Kış günü bile güneş gözlüğümüz çantamızdan, arabamızdan eksik olmuyor. Hiç hazzetmediğim bir insan modeli olan "otobüste/uçakta yüzüne güneş geldiği anda perdeyi çeken cam kenarı insanları"na dönüşüyoruz.
İngiltere'ye ilk taşındığımda hava yağmurlu ya da buz gibi bile olsa, güneş yüzünü gösterdiği an yarı çıplak bir şekilde parklara akın eden insanları hep garipsemiştim. Ya da "Bugün hava güneşli, dersten sonra mutlaka bahçesi olan bir pub bulmalıyız" diyen sınıf arkadaşlarımı. Ama bir süre sonra onları anlamaya başladım. Güneşli günlerde laptop'umun ekranı görünmez hale gelse bile *asla* odamın perdesini çekmez hale geldim. "Daha güneşin batımına bir saat var" diye mutlu olup, o son bir saati kendimi 10 kez arkamı dönüp güneşe uzun uzun bakmak zorunda hissederek geçirdim. Güneş ne kadar gözlerimi rahatsız ederse etsin, asla güneş gözlüklerimi takmadım; dünyayı güneşin parlaklığı altında görmektense koyulaşmış, grileşmiş bir şekilde görmek, bana bir tür "günah" gibi göründü. Hava güneşliyken mutsuz olamazmışım gibi hissediyor ve gözlük takarsam bir şekilde güneşin bu ruh halimi koruyucu etkisini kaybedeceğimi düşünüyordum. O yüzden havanın günlerdir kapalı olması ve birkaç gün daha bu şekilde devam edeceğini bilmek hoşuma gitmiyor.
Öte yandan, tam olarak rengini bilemediğim bej bir Balenciaga Day çanta sahibiyim artık. Day'lerde çantanın hangi sezona ait olduğunu belirten metal etiket olmadığından çantanın sezonunu ve dolayısıyla renginin adını bilemiyorum. Praline, Sahara ve Granny adlı 3 renkten biri olduğunu sanıyorum. Ama bu üç rengin hiç birini gerçek hayatta görmediğimden, sadece internetteki fotoğraflara bakarak tahminde bulunmaya çalıştığımdan ve Balenciaga çantaların renkleri ışığa/kameraya/flaşa vs bağlı olarak deli gibi oynayabildiğinden emin olamıyorum. Çantamın fotoğraflarını çekip Purse Forum insanlarına sormayı planlıyordum, ama hava gri olduğu için rengi fotoğraflarda olduğundan daha gri çıkıyor. Normalde biraz daha yeşilimsi/sarımsı bir tonu var, o ton fotoğrafa yansımıyor nedense. Güneşli havada çekersem yansıyacağını ve çantamın renginin adını bulacağımı umuyorum. Böyle yazınca baktım ki bir renk ismi için bu kadar kasmam saçma geliyor göze, ama çok kafaya taktım cidden.
PS. 5 gündür bir de aralıksız balık yiyorum. Hala sıkılmış değilim. Her gün deniz ürünü yesem hayat ne güzel olur.
**
İstanbul'dan geleli 5 gün oldu. Alışılmadık bir biçimde 5 gündür aralıksız, sular seller gibi yağmur yağıyor. Hava öyle kapalı ki, öğleden sonra 2 gibi falan ışık yakma ihtiyacı duymaya başlıyorum, hatta bazen daha erken. İnsanın ruhunu karartıcı bir hava gerçekten. Ve bunu ne zaman dile getirsem, "E Londra'da hep böyle değil mi, sen orada ne yapıyorsun o zaman" türü bir laf ediyor karşımdaki insan. Neden bilmiyorum, Londra'da havanın günler boyunca gri olması beni çok rahatsız etmiyordu. Belki genelde güneşli olan İzmir'in aksine Londra çoğu zaman gri olduğu için ve yaz dışında güneş çok nadir görüldüğü için havanın kapalı olması sıradan bir şey haline geliyordu, bir tür "blasé" olma durumu. Ya da belki insan öyle bir şehirde başka türlü yaşamanın mümkün olmadığını bildiği için kendini ruh halinin havadan olabildiğince az etkilenmesi için şartlıyor. Bilmiyorum.
İzmir'de (ya da Türkiye'nin çoğunda diyelim) güneşin değerini bilmiyoruz. Ancak olmadığı zaman onun bizim için ne kadar önemli olduğunu fark ediyoruz. Kış günü bile güneş gözlüğümüz çantamızdan, arabamızdan eksik olmuyor. Hiç hazzetmediğim bir insan modeli olan "otobüste/uçakta yüzüne güneş geldiği anda perdeyi çeken cam kenarı insanları"na dönüşüyoruz.
İngiltere'ye ilk taşındığımda hava yağmurlu ya da buz gibi bile olsa, güneş yüzünü gösterdiği an yarı çıplak bir şekilde parklara akın eden insanları hep garipsemiştim. Ya da "Bugün hava güneşli, dersten sonra mutlaka bahçesi olan bir pub bulmalıyız" diyen sınıf arkadaşlarımı. Ama bir süre sonra onları anlamaya başladım. Güneşli günlerde laptop'umun ekranı görünmez hale gelse bile *asla* odamın perdesini çekmez hale geldim. "Daha güneşin batımına bir saat var" diye mutlu olup, o son bir saati kendimi 10 kez arkamı dönüp güneşe uzun uzun bakmak zorunda hissederek geçirdim. Güneş ne kadar gözlerimi rahatsız ederse etsin, asla güneş gözlüklerimi takmadım; dünyayı güneşin parlaklığı altında görmektense koyulaşmış, grileşmiş bir şekilde görmek, bana bir tür "günah" gibi göründü. Hava güneşliyken mutsuz olamazmışım gibi hissediyor ve gözlük takarsam bir şekilde güneşin bu ruh halimi koruyucu etkisini kaybedeceğimi düşünüyordum. O yüzden havanın günlerdir kapalı olması ve birkaç gün daha bu şekilde devam edeceğini bilmek hoşuma gitmiyor.
Öte yandan, tam olarak rengini bilemediğim bej bir Balenciaga Day çanta sahibiyim artık. Day'lerde çantanın hangi sezona ait olduğunu belirten metal etiket olmadığından çantanın sezonunu ve dolayısıyla renginin adını bilemiyorum. Praline, Sahara ve Granny adlı 3 renkten biri olduğunu sanıyorum. Ama bu üç rengin hiç birini gerçek hayatta görmediğimden, sadece internetteki fotoğraflara bakarak tahminde bulunmaya çalıştığımdan ve Balenciaga çantaların renkleri ışığa/kameraya/flaşa vs bağlı olarak deli gibi oynayabildiğinden emin olamıyorum. Çantamın fotoğraflarını çekip Purse Forum insanlarına sormayı planlıyordum, ama hava gri olduğu için rengi fotoğraflarda olduğundan daha gri çıkıyor. Normalde biraz daha yeşilimsi/sarımsı bir tonu var, o ton fotoğrafa yansımıyor nedense. Güneşli havada çekersem yansıyacağını ve çantamın renginin adını bulacağımı umuyorum. Böyle yazınca baktım ki bir renk ismi için bu kadar kasmam saçma geliyor göze, ama çok kafaya taktım cidden.
PS. 5 gündür bir de aralıksız balık yiyorum. Hala sıkılmış değilim. Her gün deniz ürünü yesem hayat ne güzel olur.
Subscribe to:
Posts (Atom)