Saturday, 30 October 2010

london after midnight

"You'll find no man, at all intellectual, who is willing to leave London. No, Sir, when a man is tired of London, he is tired of life; for there is in London all that life can afford."

Ne kadar da doğru bir laf bu. Londra'yla fazlasıyla bütünleşmiş bir haldeyim bu aralar. Kent'te yaşarken de haftada bir falan gidip geliyordum buraya, ama yaşamak bambaşka bir şey. O zamanlar bana Londra çok kalabalık ve insanlarının sürekli koşuşturma halinde ve soğuk olduğu bir şehir gibi gelirdi. Burada yaşamak yerine Brighton'ı tercih ediyordum (eğer blog'umu okuyorsanız biliyorsunuz "Nerede yaşasam" muhabbetlerimi).

İnsan Londra'da yaşamaya başlayınca şehir nasıl da tamamen değişiyormuş meğer. Şehrin en ghetto semtlerini gördükçe, yüzlerce milletten bir sürü "Londralı" insanla karşılaştıkça, metroya binmeyip otobüslerde zaman harcadıkça, turistlerle dolu caddelerde turist olmayarak yürüdükçe insan kendini daha bir Londra'ya ait hissediyor.

Yıllardır kendimi hiç bu kadar huzurlu, mutlu ve hayatından memnun hissetmemiştim. Öyle ki, bunun üstüne bir master daha ya da doktora yapsam da Londra'da öğrencilik hayatımı uzatsam mı diye düşünüyorum bu aralar. Okul bittikten sonra buradan ayrılmaya niyetim yok gerçi. Bu ülkeden kovulana kadar Londra'dayım.

Sunday, 24 October 2010

don't stop now, just keep on going until i come

Geçen gece Finlandiyalı birkaç arkadaşımla beraberdim. İçimdeki Finlandiya aşkı bambaşka diye söylemiyorum ama bu Fin nüfusu gerçekten fena halde güzel. Gerçekten yani. Aynı masayı paylaşma şansına sahip olduğum 4 Helsinkili bayanın hepsi de birbirinden güzel ve seksiydi, "Niye model olmamışlar" derecesinde hem de. Böyle düşünen tek ben değilmişim ki bütün gece masamıza tanışma teklifleri yağdı. Hayatımda gördüğüm en seksi kadınlardan biri olan ve göt kalkıklığından bir gülümsemeyi bile müşterilere çok gören barmen bile içkisini alırken bir tanesine göz kırptı. Bir diğeri de tuvalet kuyruğunda fena butch bir kadın tarafından grup sekse davet edildi. Lol.

Bir de beni Finlandiya'ya davet ettiler sonra. Mükemmel.

O değil de en ilginç bulduğum şey hepsi Finlandiyalı olmalarına rağmen kızların sırf bana kabalık olmasın diye bütün gece İngilizce konuşup arada yanlışlıkla Fince bir kelime kullanınca bana dönüp özür dilemeleriydi. Çoğu milletin insanı böyle değil. Hollanda'ya gittiğimde Hollandalı arkadaşlarım ben yanlarındayken hep kendi aralarında Dutch konuşurlardı, sinir olurdum. Çok ayıp bir davranış, insana kendini dışlanmış ve fazlalık gibi hissettiriyor. O da değil, masadaki yemekten bile bahsediyor olsalar "Benim hakkımda mı konuşuyorlar" diye paranoyalara bağlıyor böyle durumlarda özgüvensiz bünyem.

Türkler bunu daha da fazla yapıyorlar. Bu yüzden Londra'da Türk bir arkadaşımla buluşacaksam Türk olmayan birini yanımıza davet etmiyorum. Israrla uyarmama rağmen Türk arkadaşlarım hep Türkçe konuşup duruyorlar çünkü. Hoş değil.

Hadi Türkler'in (malesef İngiltere'de okuyanlar da dahil olmak üzere) çoğunun İngilizcesi pek iyi değil. Ama Hollandalılar gibi hayatımda ana dili İngilizce olmayanlar arasında duyduğum en iyi İngilizce seviyesine sahip bir milletin bunu yapıyor olmasına anlam veremiyorum.

Sözlükte Erol Alkan'a Türk denip durmasına sinir olduğumla ilgili bir entry yazmıştım. Tam olarak "Türk olmakla en ufak alakası olanı Türk saymak" ifadesini kullanmıştım hatta. Bunun üzerine birisi bana "Türk asıllı olmak en ufak alaka mı, yuh artık" konseptli bir mesaj atmış. Erol Alkan İngiltere'de doğmuş büyümüş, Türkçe konuşmayan ve Türkiye'de hiç yaşamamış bir insan. Gayet İngiliz bir insan yani kısacası. Bu "asıllı" olayını falan da anlamıyorum hiç. Adamın ailesinin Türk olması ve dolayısıyla ona bir Türk ismi vermiş olması onun Harry Potter kadar İngiliz bir insan olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bırakın bu "asıl", köken falan olaylarını. Adam kendini İngiliz olarak tanımlıyor, nokta. Gerisi ne beni, ne de her başarılı olmuş ve ufaktan Türkiye'yle alakası olan insana Türk etiketi yapıştırıp başarısından pay kazanmak isteyenleri ilgilendirir. Bu tür muhabbetler bana Grey's Anatomy'de Christina Yang'in Çinli bir hastanın çevirmenliğini yapması istendiğinde "Ne Çincesi be, Amerikalıyım ben, Çince bilmiyorum ki" tepkisi vermesini hatırlatıyor.

Günün şarkısı: Brazilian Girls - Don't Stop