Friday, 4 March 2011

i don't want to take your heart, and i don't want a piece of history

Amsterdam'da başıma gelen garip bir olay aklıma geldi bugün: Geçen hafta katılacağım şehir turunun başlamasını beklerken önümden fena halde tanıdık bir adam geçti. "Kimdi ya bu adam" diye düşünürken birden kendisinin geçen dönemki Culture Industry dersimin hocası olduğunu hatırladım. Dünya çok küçük diyorum, inanmıyorsunuz. Anlaşılan reading week'i okumak dışında her şeyi yaparak geçiren tek insan ben değilmişim.

Bir de bugün okuldan eve dönerken otobüs Londra'nın en pahalı otellerinden birinin önünden geçiyordu ki otelin önünde bir Galatasaray otobüsü durduğunu fark ettim. Takım ya da takımla ilgili birileri Londra'da olmalı. İlginç.

Dünya küçük işte, dediğim gibi.

Dünya küçük demişken, Amsterdam'da bir dünya Türk'e denk geldim. Hatta kanal turu yaparken Türk bir grup İngilizce olarak benden fotoğraflarını çekmemi rica etti, ben de İngilizce olarak "Tabii ki" deyip çektim. Teşekkür ettikten sonra Türkçe olarak aralarında "Güzel çekmiş mi" falan diye konuşmaya başladılar. Londra'da da ne kadar sık Türkler'le karşılaşıyorum, anlatamam. Ve malesef Türk insanında fena halde "Yabancı ülkedeyim, beni kimse anlamıyor nasıl olsa, o yüzden aklıma gelen lafı edeyim" mantığı var. Hayır, hiç de öyle değil. Bunu okuyanlara tavsiyem: Kesinlikle o yanılgıya düşmeyin, çevrenizde Türk olduğunu tipinden asla tahmin edemeyeceğiniz insanlar olma ihtimali çok yüksek. Sırf Türk insanının bu alışkanlığı yüzünden otobüs, metro, restaurant vs türü bir yerde Türk bir gruba denk geldiğimde yakınlarında oturuyor/duruyorsam "Of, şimdi anlamadığımı düşünüp benim hakkımda konuşacaklar ve anlamıyor gibi yapmak zorunda kalacağım" diye düşünüyorum. Bu şekilde başıma gelen en abuk olayların biri Bodrum'da Lisa'yla tekne turu yaparken Lisa'yı İngiliz görünce beni de İngiliz sanan, dolayısıyla bütün gezi boyunca bizimle konuşmaya çabalayıp reddedildikten sonra arkadaşına Türkçe olarak "Aman zaten pek güzel değiller" yapan gerizekalıydı. Dediğini anladığımı hiç belirtmedim. Bir diğer olay ise yine Lisa'yla Londra metrosundaydı. Biz el ele oturuyorduk, karşımızda da kadın-erkek bir çift oturuyordu. Kadın Türkçe olarak "Şu iki kız sevgili herhalde, sağdaki erkek rolünde galiba" gibi idiotça bir laf etti, döndüm baktım, "Onlardan bahsettiğimizi anladı sanırım" falan dedi sonra. İneceğimiz durak geldi, kalkarken kadına Türkçe "Geçebilir miyim" dediğimde yüzündeki ifadeyi hatırladıkça hala çok eğleniyorum. Gerizekalı insanlar.

*Asla* çevrenizdekilerin Türkçe bilmediğini varsaymayın.

Thursday, 3 March 2011

laissez faire, laissez passer

Ünlü (ve favorilerimden olan) tasarımcı John Galliano'nun geçen hafta Paris'te bir cafede ettiği anti-semitik laflardan sonra başına gelmeyen kalmadığını duymuşsunuzdur büyük ihtimalle. Medyada yazılanlara göre Galliano mekanda oturup içerken bilinmeyen bir sebep yüzünden (ya da belki durup dururken) yan masadaki insanlara "Şerefe" diyor, görgü tanıklarının ifadelerine göre onlar Galliano'ya bir hakaretle cevap veriyor. Daha sonra ortaya Galliano'nun son derece sarhoş bir haldeyken ettiği anti-semitik lafları gösteren bir video çıkıyor, videoda Galliano'nun o lafları etmesine kadar olan olaylar gösterilmiyor. Sonuç olarak Galliano Dior'daki işini kaybediyor, ve Paris Moda Haftası'ndaki Galliano defilesi iptal ediliyor. Ve bunlar ne tesadüftür ki, Dior ve Galliano defilelerine günler kala oluyor.

Olayın zamanlaması, Galliano'nun birinin dış görünüşünden Musevi olduğunu anlayabileceğini sanmamam ve bir insanın durup dururken anti-semitik muhabbetlere girme olasılığının düşük olması bana bu olayın Galliano'dan tepki çekmeden kurtulmak isteyen Dior ya da Galliano'nun herhangi bir nedenden dolayı başarısız olmasını isteyen birileri tarafından planlandığı izlenimini veriyor. Galliano kışkırtılıyor, idiotça olduğuna sonuna kadar katıldığım o lafları ediyor, ve bunlar kaydedilip anında internete düşüyor.

Burada en garip bulduğum nokta Fransız anti-semitizm kanunları yüzünden Galliano'nun 6 ay hapis yatma olasılığının bulunması. 21. yüzyılda demokratik bir ülkede insanın düşüncelerini ifade ettiği için hapse atılması kadar gülünç bir şey var mı?

Bugünkü Rhetoric dersimin tartışma konusu buydu: İnsanlar nefret söyleminde (toplumu kışkırtmaya yönelik seksist, ırkçı, homofobik vs. laflar) bulunduklarında, düşünce özgürlüğü ilkesi ihlal edilmeli ve bu insanlar sansürlenmeli midir?

Bana göre isteyen istediği lafı edebilmelidir: ister homofobik, ister Musevi karşıtı, ister İslamofobik, ister kadın düşmanı olsun. Ama kışkırtıcı olmadığı (yani "Tüm eşcinselleri öldürmeliyiz" vs tadında olmadığı) sürece. Çünkü iş sansüre gelirse bunun sınırı yok; hangi lafların kabul edilebilir, hangilerinin edilemez olduğuna kim karar verecek? Ayrıca zaten bu tür idiotik lafları edenlere aklı başında insanlar tarafından ağızlarının payı veriliyor. İnsanlar saçma sapan laflar ederek kendilerini göt deliği yerine koymak istiyorlarsa, onları durdurmak kimin haddine?

Tuesday, 1 March 2011

revolution, dope, guns, fucking in the streets



Amazon'dan Dante's Cove Sezon 1-2-3, Judith Butler-Gender Trouble ve Pat Califia-Macho Sluts sipariş ettim bugün. Macho Sluts yıllardır istiyordum ama hep tükenmiş oluyordu, yeniden basılmış, sevindim. Gender Trouble ise okulun kütüphanesinden alıp okumuştum, ama her Gender Studies öğrencisinin evinde bulunması gereken bir kitap olduğundan satın almak istedim yine de. Fena halde hastası olduğum, Charmed'ın gay versiyonu denebilecek dizi Dante's Cove cd'lerim ise ayrıldıktan sonra tüm favori DVD'lerimin üzerine konan eski sevgilimde kalmıştı, 3 sezonu birden £10'a görünce alayım dedim.

Bu arada eski sevgilimin beynini karma tokatlasın inşallah. Hayatta üç tane uzun süreli (1 yıl ve üzeri) sevgilim oldu, şu anda hepsine de "Ben bu insanla o kadar zaman ne yapmışım, bana bok gibi davranmasına neden katlanmışım" gözüyle bakıyorum. İlki (yaş 14'ten 15'e) bana sigara ve alkolü yasaklayan (gizli gizli içiyordum), zayıflayayım diye beynimi ütüleyen (ama sayesinde 55 kiloydum o zamanlar, hakkını veriyorum), ve bir kavgamızdan sonra beni sigara içerken gördüğü için kafama bira şişesi fırlatıp boğazımı sıkmaya kalkan bir insandı. İkincisi (yaş 15'ten 17'ye) beni sayısını bile bilmediğim kadar insanla aldatan, takıntı derecesinde kıskanç, ve "Beni aldatıyorsun" dediğimde "Saçmalama, olur mu öyle şey, nasıl bana güvenmezsin" diye bana kendimi suçlu hissettirmeye çalışan manipülasyon ustası biriydi. Üçüncüsü (yaş 19'dan 21'e) ise birlikteliğimizin son bir yılında elimi bile tutmaz hale gelen, duygularıma en ufak bir önem vermeyen, ve beni yine aldatmak yoluyla gerizekalı yerine koyan bir insandı.

Bu aralar çıkıyor olduğum kızı da bir daha görmemeye karar verdiğimden bahsetmiş miydim?

"You are so magnetic, you pick up all the pins" demiş Marina, doğru demiş. Gerçekten de sorunlu insanları mıknatıs gibi çekiyorum, o yüzden kimseyle "ilişki içinde" olmamak gibisi yok.

can you find me space inside your bleeding heart


Bu şarkıyı 2000'de İstanbul Hilton'daki konserlerinde çaldıkları anı hatırlıyorum. 11 yaşındaydım, ve Placebo hayatımdaki en önemli şeydi. 10 yıl sonra Placebo hala kalbimin en güzel köşesinde yeri olan tek grup, eskisi kadar takıntılı davranışlar içine girmesem de. Bu şarkıyı seviyorum, "God's in crisis, fuck him, he's over" kısmını seviyorum (ama God'un hep "he" oluşuyla problemlerim var).


If you deny this
Then it's your fault
That god's in crisis
He's over

Every time I rise
I see you falling
Can you find me space
Inside your bleeding heart
It falls apart

Bu sene yıllardır istediğim o Placebo dövmesini yaptıracağım kesinlikle. Hayatımda bu kadar izi olan bir şeyi vücudumda da istiyorum, nereye gidersem gideyim benimle olması için.

Ruh eşim benim kadar Placebo manyağı olacak bence.

Monday, 28 February 2011

prisoners of ourselves

Şimdi Sözlük'te Türkiye'de blogger'a erişimin yasaklandığına dair bir şeyler gördüm. Doğru mu bilemiyorum, ama doğru galiba. Bu tür birbirinden idiot yasakları başımıza getirenler ve o getirenleri başımıza getirenlere laflar hazırlamak istiyorum, ama ülkemizin gittikçe köktenciliğe ve totalitaryanizme gönülden bağlı hale gelen bu ortamını gördükçe ettiğim laflar götüme girecek diye bir şey demiyorum. Aman blogumu falan kapatırlar sonra, belli olmaz.

Bence bundan sonraki adımları Facebook olmalı, ve hatta Google.

Klişe olmaktan hoşlanmıyorum ama Türkiye'nin %60'ı aptal cidden.

Böyle şeyler oldukça hiç dönmeyesim geliyor Türkiye'ye.

"raunchy" and "liberated" are not synonyms

Bugün tez danışmanımla ilk randevum vardı. Tez konum hala kafamda netleşmemişti, randevu saatini beklerken içtiğim kahve boyunca düşündükten sonra bir karara varmış gibiydim ama hala emin değildim. Danışmanıma kadınların kendilerini neden cinsel objeleştirdiği ve raunch culture denen aşırı derecede seksüelleşmiş popüler kültüre neden katkıda bulunduklarını araştırmak istediğimi söyledim. O da bana raunch culture üzerine bulabildiğim her şeyi okumamı, onların özetinin tezimin üçte biri olan literature review kısmını oluşturacağını söyledi. Yani 4 hafta içinde 4000 kelime (yaklaşık 10 sayfa falan) yazıp ona göstermem gerekiyor.

Danışmanım bana Rosalind Gill (eskiden Goldsmiths'de hoca olan, şu anda LSE Gender Institute kadrosunda olan bir akademisyen) ve daha önce burada "Goldsmiths'i seçme nedenlerimden biri" diye bahsettiğim Angela McRobbie okumamı önerdi. Ofisinden çıktım, tuvalete gittim. Tam elimi yıkıyordum ki, girdiğimin yanındaki kabinden kim çıktı tahmin edin: Angela McRobbie. Bunu doğru konuyu seçtiğime dair bir işaret olarak algıladım.

Sonuç olarak bu dönem 3 tane essay, bir tane de essay uzunluğunda literature review yazmam gerekiyor. Şu ana kadar hiç bu kadar çok şey yazmamıştım bir dönemde, nasıl altından kalkacağımı bilmiyorum. O kadar panik yaptım ki bugün, Gill ve McRobbie'yi şimdiden okumaya başladım. Beni tanıyorsanız deadline'a daha 1 ay varken araştırmaya başlamamın fazlasıyla anormal olduğunu biliyorsunuz.

Bugün 2011 London Lesbian and Gay Film Festival kitapçığı geçti elime. Bu seneki filmler muhteşem. Geçen senekinden çok daha fazla görmek istediğim film var. Bütçemin ve zaten kısıtlı olan zamanımın baya bir kısmını götürecek gibi bu sene festival.

Son olarak tez konumun ilham perisi Ariel Levy'nin Female Chauvinist Pigs kitabından bir paragraf:

"This new raunch culture didn't mark the death of feminism, they told me; it was evidence that the feminist project had already been achieved. We'd earned the right to look at Playboy; we were empowered enough to get Brazilian bikini waxes. Women had come so far, I learned, we no longer needed to worry about objectification or misogyny. Instead, it was time for us to join the frat party of pop culture, where men had been enjoying themselves all along. If Male Chauvinist Pigs were men who regarded women as pieces of meat, we would outdo them and be Female Chauvinist Pigs: women who make sex objects of other women and of ourselves."

today my heart swings

Amsterdam'da bir duvarda denk geldiğim bu cümle çok hoşuma gitti, paylaşmak istedim.


Ekim ayında sürekli gittiğim barda çalışan ve bahsedip durduğum o zamanki platoniğim Çek insan D ülkesine dönüyormuş. Artık kendisine karşı bir şey hissetmiyor olsam bile artık mekanda çalışan arkadaşımın kalmaması sinir bozucu. Yine orada çalışan ve baya sevdiğim insanlardan biri de geçen ay Berlin'e taşındığı için işi bırakmıştı.

Son 1 yıldır falan karşıma çıkan tuvalet duvarı/kapısı yazılarını fotoğraflıyorum. Özellikle bir sanat üniversitesi olan okulumun tuvalet duvarları çok ilginç şeylerle kaplı. Önümüzdeki günlerde Facebook'ta hepsini yayınlamayı düşünüyorum, eğer üşenmezsem.

Bugünlerde içimde yeniden alevlenen bir Interpol sevgisi.

Yarın Rhetoric dersimden sonra tez danışmanımla buluşacağım ilk kez. Şans dileyin.

Sunday, 27 February 2011

baby went to amsterdam

Şu anda Brüksel Eurostar istasyonunda oturmuş trenimi beklemekteyim. Trene binmeme daha bir saat var. Ben de o sırada sizinle Amsterdam gezi notlarımı paylaşayım dedim.

Amsterdam'a 3. gidişimdi bu. İlk gelişim babamla Batı Avrupa turumuz sırasındaydı, yalnızca iki gün kalmamıza rağmen o iki günün tamamı ikimiz için de sürekli sarhoş/kafası güzel olarak geçti. Ayrıca bu gezi ilk kez babamla birlikte ot içtiğim zamandı. Dediğim gibi hiç ayık olmadığımızdan hiç gezilesi görülesi yerleri ve tarihi mekanları gezmedik: sadece restaurant, bar ve coffee shop'lar (bilmeyenler için coffee shop = Hollanda'da yasal olarak marijuana ve hash satın alıp içebildiğiniz cafeler). Ayrıca o zaman Last.fm'den tanışıp bir süredir nette konuşuyor olduğum Menno'yla ilk buluşmamızdı.

Amsterdam o kadar içimde ukte kalmıştı, ve Menno'yla o kadar iyi anlaşmıştık ki, 2.5 ay sonra "Anne, ben Amsterdam'a tatile gitmeye karar verdim" şeklinde tek başıma bir kez daha Amsterdam'a gidecektim. Gidişimden önceki gece (3 Ekim 2007 tam olarak) daha sonradan benim için şimdiye kadar "hayatımın aşkı" kavramına en yaklaşan insan olduğunu anlayacağım ilk kız arkadaşımla tanıştım. Tarifi imkansız derecede, kamyon çarpması modunda beni çarpan bir etkilenmeydi. Akşamı evimde geçirdiğimizi, sonra onun eve gittiğini, "Sabah erken kalkamıyorum" dediğim için sabahın 6'sında falan beni uyandırmaya geldiğini, bavulumu topladığını hatırlıyorum. Sonra havaalanına gittim, uçağı beklerken o günden sonra bir daha hiç konuşmadığım erkek arkadaşımla değil onunla telefondaydım bekleme salonundayken. Tanışalı 24 saat geçmeden birine onu sevdiğimi söylediğim tek andı. 2. Amsterdam gezim de ilki kadar hızlı geçti. Kafam sürekli o kadar güzeldi ki, hayatımda ilk kez alkol alma gereği duymuyordum. Bütün haftasonunu Menno ve onun erkek arkadaşıyla birlikte ot içip şehrin gay barlarını gezerek geçirdik. Döndüğümde Türkiye'de okumaya devam etmek istemediğime karar vermiştim: Ne yapıp edip bir sonraki sene Amsterdam'da yaşıyor olacaktım.

Çocukluğumdan beri ani bir şekilde "Ben bunu yapacağım" diye çok büyük, hayat değiştirici kararlar vermeme alışmıştı ailem, ve ne derlerse desinler bir şeyi kafaya koydum mu fikrimin değişmeyeceğini biliyorlardı. Annemin tayini çıktığı için ilkokulda Edirne'ye gittiğimizde hayatımdaki en önemli insan olan annemi bırakıp İzmir'de babamla yaşamaya karar vermem, babamla yaşamayı beceremeyince annemin işini bırakıp benimle yaşamaya İzmir'e dönmesine karar vermem, lisedeyken gittiğimiz bir okul gezisinde Yeditepe'nin kampüsüne aşık olduktan sonra "Ben Yeditepe'de okuyacağım" diye tutturmam, herkes yurtta yaşamamı isterken eve çıkmaya karar vermem, ve son olarak burslu okuduğum Yeditepe'yi bırakıp Hollanda'da yeniden üniversiteye başlamaya karar verişim bu ani kararlarımın örneklerinden (daha sonra Kent'e, o da yetmedi Londra'ya taşınmaya karar verişimden, ailemin tüm karşı çıkışlarına rağmen "Gideceğim ben" yapıp gitmemden ve bu sene sonunda hangi ülkede ne bok yiyeceğimin belli olmamasından, ama ailemin tüm "Türkiye'ye dön sana istediğin işi bulalım"larına rağmen dönmemekte kararlı olduğumdan bahsetmiyorum bile). Sonuç olarak annemler beni okulu bırakmayıp Erasmus'la bir dönem Hollanda'ya dönmem için ikna ettiler. Ama bunun üstüne az önce bahsettiğim insanla olaylı ayrılışımız denk gelince, intihar girişimi derecesinde depresyonda olduğumu ve artık İstanbul'da kalmaya tahammülümün olmadığını gördüklerinde İngiltere'ye taşınmam fikrini herkes kabul etti, İstanbul bana iyi gelmiyordu: Şimdi bile "Ben birkaç günlüğüne İstanbul'a gideceğim" dediğimde merak içinde kalıp "İstanbul sana iyi gelmiyor, ne zaman gitsen o zaman hayatında olan insanlarla bir şeyler yaşayıp sinirini bozuyorsun, gitme" tepkisi veriyor annem.

O Amsterdam gezisi benim hayatımı değiştirme yolunda attığım ilk adımdı: İlk kız arkadaş, ilk gay barlar, ilk kez verilen yurtdışında okuma kararı (sonuç olarak Amsterdam'da okumuyor olsam bile). O yüzden bu kez de bir şeyler bekliyordum Amsterdam'dan. Bu son gidişim diğer iki gidişimden çok, çok daha farklıydı. İlk olarak tamamen yalnızdım, babam ya da Menno yoktu. 5 gün boyunca tanıdığım tek bir insan görmedim, ailemle tek bir kez telefonda konuşmadım, günde 5-10 dakika dışında nete girmedim, tamamen yalnız başıma geçirdiğim bir 5 gündü. Kimseye bağlı olmadan aklıma ne estiyse onu yaptım.

İlk gün sabah 6 gibi evden çıktıktan sonra Brüksel üzerinden trenle Amsterdam'a geldim. Otelime gidip birkaç bölüm True Blood izledikten sonra otelin çevresinde biraz dolanmaya çıktım. Otelim şehrin gay bölgesindeydi, hatta şehrin kadınlar için olan tek barı otelimle aynı sokaktaydı. Yemek yedim, o bara gittim, bir sürü Westmalle Tripel içtim, gayet sarhoş bir şekilde otelime geldim ve sızdım.

İkinci gün öğlene kadar uyudum. Öğleden sonra şehir türü yapmak için Central Station tarafına gittim. Tur acentasındaki gerizekalı kadın bana turun başlayacağı yeri yanlış tarif ettiği için turu kaçırdım. Bir sinirle acentaya gidip "Nerede bu tur??" diye bağrındıktan sonra kızın işe yeni başladığı ve bana yanlış yeri söylediği ortaya çıktı. Turumu ertesi güne ertelediler. Boş öğleden sonramı değerlendirmek için bir spacecake (marijuana ya da hash ile yapılan kek) alıp otele gideyim dedim, sorduğum coffeeshop'ta kek yoktu. Ben de onun yerine truffle (mantar yasaklandığından beri onun yerine satılan halüsinojen mantarımsı bir şey, ne olduğunu tam olarak bilmiyorum) aldım. Satıcı çocuk bana "Çok halüsinasyon yapmaz bu, ama bütün gün her şeye güleceksin" demişti. Otele gittim, truffle'ları yedim (hayatımda yediğim en tiksinç tada sahip şeydi), True Blood açıp etkisini beklemeye koyuldum. 2 saat sonra gayet normal şeyler fena ilginç görünmeye başladı gözüme. Banyoya gittim, ayna karşısında kendime bakıp saçlarımın banyonun ışığı altında alevlere benzediğini falan düşündüm, salak salak yüz ifadeleri yaparak yüzlerce foto çektim, sonra onlara bakıp kahkahalarla güldüm, sonra "Ne minik burnum var benim, düğmeye benziyor bu açıdan" falan diye biraz daha güldüm, yatağa geri döndüm ve baktım ki 1,5 saat boyunca ayna karşısında takılmışım. Biraz daha True Blood izledim, ve şunu söyleyebilirim ki True Blood o kafamla hayatımda izlediğim en komik şeydi, bildiğiniz kahkahalarla güldüm dizi boyunca, bazı sahneleri tekrar tekrar izleyip tekrar tekrar güldüm, çok acayip bir kafa yapısındaydım dediğim gibi, abuk subuk şeyler bana çok felsefi falan geliyordu. Tabii o sırada kafamın güzel olduğunun farkında değildim, "Bu muymuş, hiç etki etmedi bunlar" falan modundaydım. O yüzden dışarı çıkmaya karar verdim, etrafımda daha çok hareket olursa kafam daha güzel olur gibi bir düşünceyle. Hayatımda verdiğim en kötü karardı kesinlikle. Çıktığımda kar yağıyordu, kafam ayıkken bile karda "Ay şimdi düşücem" diye yavaş yavaş yürüyen bir insanım, o halimde yürümek bile çaba gerektiren, "Evet, şimdi sağ ayağını öne at, sonra solu, evet evet, oluyor, yürüyorsun" modunda bir eylemdi. Yakınlarda bir restauranta oturdum, herkes bana bakıyor gibi hissediyordum (bakıyorlar mıydı bilmiyorum) ve benim kafamın güzel olduğunu biliyorlar gibi geliyordu. Sanki herkes hakkımda konuşuyordu. Yemek geldi, onu yiyene kadar etrafımdakilere çaktırmamak için nasıl insanüstü çabalar içinde olduğumu anlatamam. "Normal davran, olabildiğince çabuk bunu ye, buradan çık, ve oteline git, anlayacaklar kafanın güzel olduğunu" diye düşünüyordum sürekli. Fena, fena bir anksiyete krizi geçirdim oturduğum yerde. Satıcı çocuk portakal suyu içersem truffle'ların etkisinin geçeceğini söylediği için yemekle birlikte portakal suyu içtim, bir işe yaramadı, otele döndükten 2 saat sonra ancak normale dönmüştüm (toplam 6-7 saat falan sürdü). Sizlere not: Alışık değilseniz *kesinlikle* tek başınıza halüsinojen/kafa yapıcı maddeler kullanmayın, kullanacaksanız otel odasından ya da evinizden asla çıkmayın. Dışarıda geçirdiğim o bir saat hayatımın en cehennem anıydı diyebilirim.

Üçüncü gün yine öğlene kadar uyudum, biraz True Blood izledim, şehir turu yaptım. Özellikle kanal gezisi süperdi. Akşam bir şeyler yedim, otele döndüm, True Blood izledim, uyudum. Şehri keşfetmek ve sonrasında tembelliğimin tadını çıkarmaktan ibaret güzel bir gündü. Yemekten sonra bir coffeeshop'a gidip ot içecektim, ama üşendim. Ertesi güne kaldı.

Dördüncü gün kahvaltıdan sonra uzun araştırmalar sonucu bulduğum bir coffeeshop'a gittim, ama kapalıydı. Yakındaki başka bir coffeeshopa gitmek zorunda kaldım. Kendim sarmayı beceremediğimden hazır sarılmış, hash'li bir joint aldım, onu içtim. Gitmek istediğim coffeeshop'u iyice araştırıp özenle seçmemin nedeni çoğunun ortamını beğenmemem: genelde leş insanlarla (neredeyse tamamı erkek) dolu, leş müzikler çalan, girdiğinizde herkesin turistsiniz diye tip tip baktığı, pis görünümlü, karanlık mekanlar oluyorlar, ve tek başına bir kadın olarak öyle yerlerde olmaktan hoşlanmıyorum. Bu gittiğim mekanda benden başka sadece 2-3 insan vardı, ama yine de ortam leşti dediğim gibi, ve uzun kalmak istemedim. Otele döndüm, True Blood izledim, kafam hafif güzeldi, pek etkilenmedim, zaten hash/marijuana beni fazla etkilemiyor çok çok güçlülerini içmedikçe, onları da tek başımayken içmek istemedim çünkü hipoglisemi hastasıyım ve ot şekerimi fena düşürüyor, bayılma ihtimalim %80 falan oluyor. Neyse, birkaç True Blood bölümü sonrası tamamen ayılmıştım, dışarı çıktım, yemek yedim, çevredeki gay barları gezmeye karar verdim. Az önce bahsettiğim kadınlar için olanı dışında hepsi erkek doluydu (benden başka kadın yoktu), içeri bir kadın girdiğini görünce kötü kötü bakıyorlardı falan. Birer içki içip kalktım o yüzden. Kadınlar için olan baya güzeldi, içerideki kadınların hepsi *inanılmaz* güzellikteydi. Gerçekten, şu ana kadar Avrupa'daki bir çok şehrin gay ortamlarında bulundum, ve hiç birindeki kadınlar bu kadar güzel değildi. Ama yine de insanlar soğuktu, ve Cuma olmasına rağmen barlar boştu (saat 11'i biraz geçe kalktım, muhtemelen daha sonra kalabalıklaşmıştır, ama 11 yine de aşırı erken bir saat değil). En önemlisi, mekan seçeneği yoktu. O yüzden Londra'nın gay ortamını her şekilde tercih ederim.

**

Eve dönmüş bulunuyorum dün gece (dün = üstteki kısmı yazdığım gün). Dün sabah rüyamda ilk kız arkadaşımı görmüş olarak uyandım. Onu her rüyamda görüşümde olduğu gibi içimi bir hüzün kaplamıştı. Rüyamda çok, çok mutluyduk, rüya bile olsa öyle hissedebilmek güzeldi yine de. Onu özlüyorum.

Öğlen Amsterdam'dan ayrılıp Brüksel'e doğru yola çıktım. 3 saate yakın bir tren yolculuğundan sonra Brüksel'e ulaştığımda Amsterdam'ın aksine fena halde yağmur yağıyordu. Şehrin görülesi yerlerini 20 dakika falan içinde gördükten sonra (evet, Brüksel o kadar küçük bir şehir) oha dediğim bir bira menüsüne sahip olan Delirium'da bir Belçika birası içtim. Bu sırada cebimde 15 euro para kalmıştı. Yemek yemeye ve daha sonra Eurostar'ın kalktığı tren istasyonuna taksiyle gitmeye yetmeyeceği kesindi, bankadan para çekmek istemiyordum çünkü komisyon alıyorlardı, yanımdaki poundları da değiştirmek istemedim çünkü küçük exchange ofisleri bankalardan çok daha fazla komisyon alıyordu. O yüzden kartla yemek yiyebileceğim bir yer aramaya koyuldum o yağmurda. En sonunda kapısında Visa çıkartması olan bir yer buldum, bir şeyler yedim, biraz daha Belçika birası içtim, hesabı istedim ve öğrendim ki 12.50 euro altına kart kabul etmiyorlarmış. "Of ne malsınız" diye düşündüm, son paramı harcadım ve çıktım.

Amsterdam ve (özellikle) Brüksel'de çoğu cafe/restaurant/bar türü mekanda kredi kartı geçmiyor. İngiltere'de şu ana kadar kart geçmeyen bir mekana rastlamadım hiç, sadece "5 pound/10 pound altına kabul etmiyoruz" falan diyorlar, ve bu bir duvarda, menüde falan yazılı oluyor ki insanlar ona göre sipariş versinler. Ayrıca Belçikalı garsonlar fena halde uyuz insanlar; Fransızlar'ın turistlere sinir olan, doğru düzgün İngilizce bilmeyen, kaba ve suratsız hali onların da çoğunda mevcut. Amsterdam'da ise 1-2 istisna dışında karşılaştığım herkes oldukça güleryüzlü ve ilgiliydi; ayrıca hepsi mükemmel İngilizce konuşuyordu. Fransa'ya gittiğimde genelde "Fransızca bilmediğim için insanlar bana bir ters davranıyor" düşüncesine kapılırım, ve menüler bilmemneler genelde Fransızca olduğundan kendimi hep yabancı bir yerde hissederim. Brüksel'de de kısmen öyle. Amsterdam'da hiç öyle hissetmedim, İngilizce 2. dil haline gelmiş tamamen. Hatta oradayken düşündüm de, eğer İngiltere'den çalışma izni alamazsam, kendimi Amsterdam'da yaşarken görebiliyorum. Amerika olasılığının yanına Amsterdam'ı da ekledim. Bakalım.

Neyse, beş parasız bir şekilde yağmurun altında yarım saat falan dolanıp bir tek ATM bulamadıktan sonra kendimi trenden indiğim istasyonda buldum. Kırık olan ayağım acıdan ölüyordu o sırada, ve çoraplarıma kadar sırılsıklam olmuştum. Eurostar biletimle bedava trene binebiliyordum, onu kullanarak Eurostar istasyonuna gittim. Gelmem gereken saatten 1.30 saat önce gelmiştim, sinirlerim de bozulmuştu bu yağmur ve para olayına. Ayrıca genel olarak Brüksel canımı sıkıyor, yemeklerinin ve biralarının hastasıyım, dünyadaki favori biralarım kesinlikle, ama yeme-içme dışında bir bok yok şehirde, gerçekten. Neyse, Subway'e gittim içecek almak için istasyonda, "Pardon ama dudaklarınız çok güzel ve belirgin, bunu söyleyerek sizi rahatsız etmedim değil mi" diyen Subway çalışanı beni mutlu etti. İngiliz pasaport kontrolünden geçerken adamın İngiliz pasaport polislerinin genel uyuz halinin aksine gayet eğlenceli bir amca çıkıp bana Türkçe "Merhaba, nasılsın" ve "Güle güle" demesi gayet ilginçti. Trene bindim, akşam treni olduğundan mıdır nedir herkes içiyordu, arka vagonda insanlar 2 saatlik yolculuk boyunca sürekli olarak koro halinde Katy Perry, Rihanna falan söylediler. İlk kez böyle acayip bir Eurostar yolculuğunda bulundum.

10'a doğru eve geldim, kapımın önünde postacının eve bir şey getirdiğine ama çok büyük olduğu için posta deliğine sığmadığına dair bir yazı vardı. Ben bir şey sipariş vermedim, yani ne geldiğine dair en ufak bir fikrim yok. Merak ediyorum baya, ama yeniden getirtirsem £1.50 ödemem gerekiyor. Jack Daniels ya da diğer markalar bazen reklam için ıvır zıvır gönderiyorlar, öyle bir şeydir diye tahmin ediyorum, ama abuk bir şeyse o para boşa gidecek. Çok değil, evet, ama boşa harcamak istemem. Ne yapsam karar veremedim.

Özetle, süper bir 5 gün, maliyeti 1500TL. Bir daha yapar mıyım? Gayet.

Baby went to Amsterdam
She put a little money into travelling
Now it's so slow, so slow
Baby went to Amsterdam
Four, five days for the big canal
Now it's so slow, so slow

And I got to go away
To a place of my own
Working hard, fill my time
From that day on, till I hit the bed
Amsterdam was stuck in my head