Şu anda Brüksel Eurostar istasyonunda oturmuş trenimi beklemekteyim. Trene binmeme daha bir saat var. Ben de o sırada sizinle Amsterdam gezi notlarımı paylaşayım dedim.
Amsterdam'a 3. gidişimdi bu. İlk gelişim babamla Batı Avrupa turumuz sırasındaydı, yalnızca iki gün kalmamıza rağmen o iki günün tamamı ikimiz için de sürekli sarhoş/kafası güzel olarak geçti. Ayrıca bu gezi ilk kez babamla birlikte ot içtiğim zamandı. Dediğim gibi hiç ayık olmadığımızdan hiç gezilesi görülesi yerleri ve tarihi mekanları gezmedik: sadece restaurant, bar ve coffee shop'lar (bilmeyenler için coffee shop = Hollanda'da yasal olarak marijuana ve hash satın alıp içebildiğiniz cafeler). Ayrıca o zaman Last.fm'den tanışıp bir süredir nette konuşuyor olduğum Menno'yla ilk buluşmamızdı.
Amsterdam o kadar içimde ukte kalmıştı, ve Menno'yla o kadar iyi anlaşmıştık ki, 2.5 ay sonra "Anne, ben Amsterdam'a tatile gitmeye karar verdim" şeklinde tek başıma bir kez daha Amsterdam'a gidecektim. Gidişimden önceki gece (3 Ekim 2007 tam olarak) daha sonradan benim için şimdiye kadar "hayatımın aşkı" kavramına en yaklaşan insan olduğunu anlayacağım ilk kız arkadaşımla tanıştım. Tarifi imkansız derecede, kamyon çarpması modunda beni çarpan bir etkilenmeydi. Akşamı evimde geçirdiğimizi, sonra onun eve gittiğini, "Sabah erken kalkamıyorum" dediğim için sabahın 6'sında falan beni uyandırmaya geldiğini, bavulumu topladığını hatırlıyorum. Sonra havaalanına gittim, uçağı beklerken o günden sonra bir daha hiç konuşmadığım erkek arkadaşımla değil onunla telefondaydım bekleme salonundayken. Tanışalı 24 saat geçmeden birine onu sevdiğimi söylediğim tek andı. 2. Amsterdam gezim de ilki kadar hızlı geçti. Kafam sürekli o kadar güzeldi ki, hayatımda ilk kez alkol alma gereği duymuyordum. Bütün haftasonunu Menno ve onun erkek arkadaşıyla birlikte ot içip şehrin gay barlarını gezerek geçirdik. Döndüğümde Türkiye'de okumaya devam etmek istemediğime karar vermiştim: Ne yapıp edip bir sonraki sene Amsterdam'da yaşıyor olacaktım.
Çocukluğumdan beri ani bir şekilde "Ben bunu yapacağım" diye çok büyük, hayat değiştirici kararlar vermeme alışmıştı ailem, ve ne derlerse desinler bir şeyi kafaya koydum mu fikrimin değişmeyeceğini biliyorlardı. Annemin tayini çıktığı için ilkokulda Edirne'ye gittiğimizde hayatımdaki en önemli insan olan annemi bırakıp İzmir'de babamla yaşamaya karar vermem, babamla yaşamayı beceremeyince annemin işini bırakıp benimle yaşamaya İzmir'e dönmesine karar vermem, lisedeyken gittiğimiz bir okul gezisinde Yeditepe'nin kampüsüne aşık olduktan sonra "Ben Yeditepe'de okuyacağım" diye tutturmam, herkes yurtta yaşamamı isterken eve çıkmaya karar vermem, ve son olarak burslu okuduğum Yeditepe'yi bırakıp Hollanda'da yeniden üniversiteye başlamaya karar verişim bu ani kararlarımın örneklerinden (daha sonra Kent'e, o da yetmedi Londra'ya taşınmaya karar verişimden, ailemin tüm karşı çıkışlarına rağmen "Gideceğim ben" yapıp gitmemden ve bu sene sonunda hangi ülkede ne bok yiyeceğimin belli olmamasından, ama ailemin tüm "Türkiye'ye dön sana istediğin işi bulalım"larına rağmen dönmemekte kararlı olduğumdan bahsetmiyorum bile). Sonuç olarak annemler beni okulu bırakmayıp Erasmus'la bir dönem Hollanda'ya dönmem için ikna ettiler. Ama bunun üstüne az önce bahsettiğim insanla olaylı ayrılışımız denk gelince, intihar girişimi derecesinde depresyonda olduğumu ve artık İstanbul'da kalmaya tahammülümün olmadığını gördüklerinde İngiltere'ye taşınmam fikrini herkes kabul etti, İstanbul bana iyi gelmiyordu: Şimdi bile "Ben birkaç günlüğüne İstanbul'a gideceğim" dediğimde merak içinde kalıp "İstanbul sana iyi gelmiyor, ne zaman gitsen o zaman hayatında olan insanlarla bir şeyler yaşayıp sinirini bozuyorsun, gitme" tepkisi veriyor annem.
O Amsterdam gezisi benim hayatımı değiştirme yolunda attığım ilk adımdı: İlk kız arkadaş, ilk gay barlar, ilk kez verilen yurtdışında okuma kararı (sonuç olarak Amsterdam'da okumuyor olsam bile). O yüzden bu kez de bir şeyler bekliyordum Amsterdam'dan. Bu son gidişim diğer iki gidişimden çok, çok daha farklıydı. İlk olarak tamamen yalnızdım, babam ya da Menno yoktu. 5 gün boyunca tanıdığım tek bir insan görmedim, ailemle tek bir kez telefonda konuşmadım, günde 5-10 dakika dışında nete girmedim, tamamen yalnız başıma geçirdiğim bir 5 gündü. Kimseye bağlı olmadan aklıma ne estiyse onu yaptım.
İlk gün sabah 6 gibi evden çıktıktan sonra Brüksel üzerinden trenle Amsterdam'a geldim. Otelime gidip birkaç bölüm True Blood izledikten sonra otelin çevresinde biraz dolanmaya çıktım. Otelim şehrin gay bölgesindeydi, hatta şehrin kadınlar için olan tek barı otelimle aynı sokaktaydı. Yemek yedim, o bara gittim, bir sürü Westmalle Tripel içtim, gayet sarhoş bir şekilde otelime geldim ve sızdım.
İkinci gün öğlene kadar uyudum. Öğleden sonra şehir türü yapmak için Central Station tarafına gittim. Tur acentasındaki gerizekalı kadın bana turun başlayacağı yeri yanlış tarif ettiği için turu kaçırdım. Bir sinirle acentaya gidip "Nerede bu tur??" diye bağrındıktan sonra kızın işe yeni başladığı ve bana yanlış yeri söylediği ortaya çıktı. Turumu ertesi güne ertelediler. Boş öğleden sonramı değerlendirmek için bir spacecake (marijuana ya da hash ile yapılan kek) alıp otele gideyim dedim, sorduğum coffeeshop'ta kek yoktu. Ben de onun yerine truffle (mantar yasaklandığından beri onun yerine satılan halüsinojen mantarımsı bir şey, ne olduğunu tam olarak bilmiyorum) aldım. Satıcı çocuk bana "Çok halüsinasyon yapmaz bu, ama bütün gün her şeye güleceksin" demişti. Otele gittim, truffle'ları yedim (hayatımda yediğim en tiksinç tada sahip şeydi), True Blood açıp etkisini beklemeye koyuldum. 2 saat sonra gayet normal şeyler fena ilginç görünmeye başladı gözüme. Banyoya gittim, ayna karşısında kendime bakıp saçlarımın banyonun ışığı altında alevlere benzediğini falan düşündüm, salak salak yüz ifadeleri yaparak yüzlerce foto çektim, sonra onlara bakıp kahkahalarla güldüm, sonra "Ne minik burnum var benim, düğmeye benziyor bu açıdan" falan diye biraz daha güldüm, yatağa geri döndüm ve baktım ki 1,5 saat boyunca ayna karşısında takılmışım. Biraz daha True Blood izledim, ve şunu söyleyebilirim ki True Blood o kafamla hayatımda izlediğim en komik şeydi, bildiğiniz kahkahalarla güldüm dizi boyunca, bazı sahneleri tekrar tekrar izleyip tekrar tekrar güldüm, çok acayip bir kafa yapısındaydım dediğim gibi, abuk subuk şeyler bana çok felsefi falan geliyordu. Tabii o sırada kafamın güzel olduğunun farkında değildim, "Bu muymuş, hiç etki etmedi bunlar" falan modundaydım. O yüzden dışarı çıkmaya karar verdim, etrafımda daha çok hareket olursa kafam daha güzel olur gibi bir düşünceyle. Hayatımda verdiğim en kötü karardı kesinlikle. Çıktığımda kar yağıyordu, kafam ayıkken bile karda "Ay şimdi düşücem" diye yavaş yavaş yürüyen bir insanım, o halimde yürümek bile çaba gerektiren, "Evet, şimdi sağ ayağını öne at, sonra solu, evet evet, oluyor, yürüyorsun" modunda bir eylemdi. Yakınlarda bir restauranta oturdum, herkes bana bakıyor gibi hissediyordum (bakıyorlar mıydı bilmiyorum) ve benim kafamın güzel olduğunu biliyorlar gibi geliyordu. Sanki herkes hakkımda konuşuyordu. Yemek geldi, onu yiyene kadar etrafımdakilere çaktırmamak için nasıl insanüstü çabalar içinde olduğumu anlatamam. "Normal davran, olabildiğince çabuk bunu ye, buradan çık, ve oteline git, anlayacaklar kafanın güzel olduğunu" diye düşünüyordum sürekli. Fena, fena bir anksiyete krizi geçirdim oturduğum yerde. Satıcı çocuk portakal suyu içersem truffle'ların etkisinin geçeceğini söylediği için yemekle birlikte portakal suyu içtim, bir işe yaramadı, otele döndükten 2 saat sonra ancak normale dönmüştüm (toplam 6-7 saat falan sürdü). Sizlere not: Alışık değilseniz *kesinlikle* tek başınıza halüsinojen/kafa yapıcı maddeler kullanmayın, kullanacaksanız otel odasından ya da evinizden asla çıkmayın. Dışarıda geçirdiğim o bir saat hayatımın en cehennem anıydı diyebilirim.
Üçüncü gün yine öğlene kadar uyudum, biraz True Blood izledim, şehir turu yaptım. Özellikle kanal gezisi süperdi. Akşam bir şeyler yedim, otele döndüm, True Blood izledim, uyudum. Şehri keşfetmek ve sonrasında tembelliğimin tadını çıkarmaktan ibaret güzel bir gündü. Yemekten sonra bir coffeeshop'a gidip ot içecektim, ama üşendim. Ertesi güne kaldı.
Dördüncü gün kahvaltıdan sonra uzun araştırmalar sonucu bulduğum bir coffeeshop'a gittim, ama kapalıydı. Yakındaki başka bir coffeeshopa gitmek zorunda kaldım. Kendim sarmayı beceremediğimden hazır sarılmış, hash'li bir joint aldım, onu içtim. Gitmek istediğim coffeeshop'u iyice araştırıp özenle seçmemin nedeni çoğunun ortamını beğenmemem: genelde leş insanlarla (neredeyse tamamı erkek) dolu, leş müzikler çalan, girdiğinizde herkesin turistsiniz diye tip tip baktığı, pis görünümlü, karanlık mekanlar oluyorlar, ve tek başına bir kadın olarak öyle yerlerde olmaktan hoşlanmıyorum. Bu gittiğim mekanda benden başka sadece 2-3 insan vardı, ama yine de ortam leşti dediğim gibi, ve uzun kalmak istemedim. Otele döndüm, True Blood izledim, kafam hafif güzeldi, pek etkilenmedim, zaten hash/marijuana beni fazla etkilemiyor çok çok güçlülerini içmedikçe, onları da tek başımayken içmek istemedim çünkü hipoglisemi hastasıyım ve ot şekerimi fena düşürüyor, bayılma ihtimalim %80 falan oluyor. Neyse, birkaç True Blood bölümü sonrası tamamen ayılmıştım, dışarı çıktım, yemek yedim, çevredeki gay barları gezmeye karar verdim. Az önce bahsettiğim kadınlar için olanı dışında hepsi erkek doluydu (benden başka kadın yoktu), içeri bir kadın girdiğini görünce kötü kötü bakıyorlardı falan. Birer içki içip kalktım o yüzden. Kadınlar için olan baya güzeldi, içerideki kadınların hepsi *inanılmaz* güzellikteydi. Gerçekten, şu ana kadar Avrupa'daki bir çok şehrin gay ortamlarında bulundum, ve hiç birindeki kadınlar bu kadar güzel değildi. Ama yine de insanlar soğuktu, ve Cuma olmasına rağmen barlar boştu (saat 11'i biraz geçe kalktım, muhtemelen daha sonra kalabalıklaşmıştır, ama 11 yine de aşırı erken bir saat değil). En önemlisi, mekan seçeneği yoktu. O yüzden Londra'nın gay ortamını her şekilde tercih ederim.
**
Eve dönmüş bulunuyorum dün gece (dün = üstteki kısmı yazdığım gün). Dün sabah rüyamda ilk kız arkadaşımı görmüş olarak uyandım. Onu her rüyamda görüşümde olduğu gibi içimi bir hüzün kaplamıştı. Rüyamda çok, çok mutluyduk, rüya bile olsa öyle hissedebilmek güzeldi yine de. Onu özlüyorum.
Öğlen Amsterdam'dan ayrılıp Brüksel'e doğru yola çıktım. 3 saate yakın bir tren yolculuğundan sonra Brüksel'e ulaştığımda Amsterdam'ın aksine fena halde yağmur yağıyordu. Şehrin görülesi yerlerini 20 dakika falan içinde gördükten sonra (evet, Brüksel o kadar küçük bir şehir) oha dediğim bir bira menüsüne sahip olan Delirium'da bir Belçika birası içtim. Bu sırada cebimde 15 euro para kalmıştı. Yemek yemeye ve daha sonra Eurostar'ın kalktığı tren istasyonuna taksiyle gitmeye yetmeyeceği kesindi, bankadan para çekmek istemiyordum çünkü komisyon alıyorlardı, yanımdaki poundları da değiştirmek istemedim çünkü küçük exchange ofisleri bankalardan çok daha fazla komisyon alıyordu. O yüzden kartla yemek yiyebileceğim bir yer aramaya koyuldum o yağmurda. En sonunda kapısında Visa çıkartması olan bir yer buldum, bir şeyler yedim, biraz daha Belçika birası içtim, hesabı istedim ve öğrendim ki 12.50 euro altına kart kabul etmiyorlarmış. "Of ne malsınız" diye düşündüm, son paramı harcadım ve çıktım.
Amsterdam ve (özellikle) Brüksel'de çoğu cafe/restaurant/bar türü mekanda kredi kartı geçmiyor. İngiltere'de şu ana kadar kart geçmeyen bir mekana rastlamadım hiç, sadece "5 pound/10 pound altına kabul etmiyoruz" falan diyorlar, ve bu bir duvarda, menüde falan yazılı oluyor ki insanlar ona göre sipariş versinler. Ayrıca Belçikalı garsonlar fena halde uyuz insanlar; Fransızlar'ın turistlere sinir olan, doğru düzgün İngilizce bilmeyen, kaba ve suratsız hali onların da çoğunda mevcut. Amsterdam'da ise 1-2 istisna dışında karşılaştığım herkes oldukça güleryüzlü ve ilgiliydi; ayrıca hepsi mükemmel İngilizce konuşuyordu. Fransa'ya gittiğimde genelde "Fransızca bilmediğim için insanlar bana bir ters davranıyor" düşüncesine kapılırım, ve menüler bilmemneler genelde Fransızca olduğundan kendimi hep yabancı bir yerde hissederim. Brüksel'de de kısmen öyle. Amsterdam'da hiç öyle hissetmedim, İngilizce 2. dil haline gelmiş tamamen. Hatta oradayken düşündüm de, eğer İngiltere'den çalışma izni alamazsam, kendimi Amsterdam'da yaşarken görebiliyorum. Amerika olasılığının yanına Amsterdam'ı da ekledim. Bakalım.
Neyse, beş parasız bir şekilde yağmurun altında yarım saat falan dolanıp bir tek ATM bulamadıktan sonra kendimi trenden indiğim istasyonda buldum. Kırık olan ayağım acıdan ölüyordu o sırada, ve çoraplarıma kadar sırılsıklam olmuştum. Eurostar biletimle bedava trene binebiliyordum, onu kullanarak Eurostar istasyonuna gittim. Gelmem gereken saatten 1.30 saat önce gelmiştim, sinirlerim de bozulmuştu bu yağmur ve para olayına. Ayrıca genel olarak Brüksel canımı sıkıyor, yemeklerinin ve biralarının hastasıyım, dünyadaki favori biralarım kesinlikle, ama yeme-içme dışında bir bok yok şehirde, gerçekten. Neyse, Subway'e gittim içecek almak için istasyonda, "Pardon ama dudaklarınız çok güzel ve belirgin, bunu söyleyerek sizi rahatsız etmedim değil mi" diyen Subway çalışanı beni mutlu etti. İngiliz pasaport kontrolünden geçerken adamın İngiliz pasaport polislerinin genel uyuz halinin aksine gayet eğlenceli bir amca çıkıp bana Türkçe "Merhaba, nasılsın" ve "Güle güle" demesi gayet ilginçti. Trene bindim, akşam treni olduğundan mıdır nedir herkes içiyordu, arka vagonda insanlar 2 saatlik yolculuk boyunca sürekli olarak koro halinde Katy Perry, Rihanna falan söylediler. İlk kez böyle acayip bir Eurostar yolculuğunda bulundum.
10'a doğru eve geldim, kapımın önünde postacının eve bir şey getirdiğine ama çok büyük olduğu için posta deliğine sığmadığına dair bir yazı vardı. Ben bir şey sipariş vermedim, yani ne geldiğine dair en ufak bir fikrim yok. Merak ediyorum baya, ama yeniden getirtirsem £1.50 ödemem gerekiyor. Jack Daniels ya da diğer markalar bazen reklam için ıvır zıvır gönderiyorlar, öyle bir şeydir diye tahmin ediyorum, ama abuk bir şeyse o para boşa gidecek. Çok değil, evet, ama boşa harcamak istemem. Ne yapsam karar veremedim.
Özetle, süper bir 5 gün, maliyeti 1500TL. Bir daha yapar mıyım? Gayet.
Baby went to Amsterdam
She put a little money into travelling
Now it's so slow, so slow
Baby went to Amsterdam
Four, five days for the big canal
Now it's so slow, so slow
And I got to go away
To a place of my own
Working hard, fill my time
From that day on, till I hit the bed
Amsterdam was stuck in my head