Thursday, 24 March 2011

the northern line is the loudest

Bugün bana İngiltere'de okumakla ilgili bir şey soran birinin sorusunu cevaplamak için devletin vize veren organının web sayfasına bakıyordum ki, 2 gün önce öğrenci vizeleriyle ilgili yeni değişikliklerin açıklandığını gördüm. Nefesimi tutarak korka korka açtım sayfayı, ve öğrendim ki post-study work vizesi Nisan 2012'de kalkacakmış. Ben Aralık 2011 gibi falan mezun olmuş olacağım, bir dersten kalma gibi beklenmedik bir şey olmazsa bu vizeye başvurabileceğim yani. Post-study work vizesi İngiliz üniversitelerinden mezun olanlara 2 yıl ülkede kalıp iş arama/çalışma imkanı veriyor. Sonra iş bulursanız bu süreyi uzatabiliyorsunuz.

Ben mezun olmadan psw vizesi kalkacak ve başvuramayacağım diye çok korkuyordum, inanın şu son 6 aydır en büyük stres kaynağım buydu, her gün mutlaka kafama takılıyor ve içime dert oluyordu bu "Mezun olduktan sonra burada kalmaya devam edemeyecek miyim" korkusu. Hell, bugün otobüste okul yolunda Thames nehrini geçerken London Eye'a bakıp Londra'dan ayrılmak zorunda kalırsam diye üzülmüştüm kendi kendime. Umarım bir sorun çıkmaz ve psw vizesi alıp 2 yıl daha kalabilirim, bu şehirden gitmeye hazır değilim çünkü henüz.

Wednesday, 23 March 2011

hunting for witches

Az önce bu Facebook'ta Kaos GL'nin bir status update'i sayesinde şu habere denk geldim.

RTÜK paralı sinema kanallarından birinde Sex and the City 2'yi yayınlayan Digiturk'e filmdeki eşcinsel evlilik sahnesi yüzünden ceza kesmeye uğraşıyormuş.

RTÜK başkanı demiş ki:

''Kuşkusuz kendisini homoseksüel olarak tanımlayan kimselerin de yasal ve kültürel imkanlar elverdiği ölçüde bir akit dahilinde birleşmeleri mümkündür. Böyle bir durumun, olağanlaştırılarak, sunulması ise, çocuklar ve gençler üzerinde olumsuz etki oluşturacak, toplumun temeli aile kurumunu zafiyete uğratacaktır. Bu tür ilişkilerin normal gösterilmeye çalışılması, Türk aile yapısına zarar verici niteliktedir.''

- "Kendini homoseksüel olarak tanımlayan kimseler" nedir bir kere? "Aslında eşcinsellik 'gerçek' bir şey değil, bu insanlar öyle kendi çapında takılıyor" demeye getirir gibi. Eşcinsel insanın kimliğini, varlığını bir evcilik oyununa indirgemeye çalışan, inanılmaz derecede patronluk taslayan bir kelime grubu. Aklıma bunu getirdi.

- Eşcinsellik son derece "olağan" bir şey. Çevrenizde en az bir kere hemcinsine ilgi duymuş bir sürü insan olduğundan emin olabilirsiniz.

- Kimse bir filmde eşcinsel evlilik sahnesi gördü diye eşcinsel olacak değil. Dünya öyle yürüseydi günde 204820 tane heteroseksüel birlikteliğe maruz kalan eşcinseller eşcinsel kalmaya devam etmezdi, bu mantıkla.

- Bütün bu homofobinin altında korkunun yattığına inanıyorum. Gerçekten. Ya çoğu insan hiç eşcinsel birini tanımadığına (yanlış olarak) inandığı için ortaya çıkan bir bilinmeyen şeyden korkma durumu, ya da zihninin derinliklerinde kendi heteroseksüelliğinden emin olamamaktan ortaya çıkan bir korku. Sanıyorum ki insanların eşcinselliği bu kadar toplumun kenarına itme isteğinin sebebi bu. Çevrelerinde çok eşcinsel olursa sanki içlerindeki eşcinsel eğilimleri içeride tutamayacağından korkuyor gibi insanlar, ve eşcinselliğini açık açık yaşama cesareti olanlara kıskanma ve korku arası garip bir duygu besleyip bunu nefret olarak dışa vuruyorlar.

Kısacası bu çağda komik kaçan şeyler bunlar. Size ne kardeşim elalemin eşcinsel evliliğinden. Sizinle evleniyorlar sanki.

- Bir de, Türk aile yapısı, my ass. Türkiye'de herhangi bir gazeteye göz attığınızda her gün mutlaka eşini ya da çocuğunu döven, bilmemkaç yerinden bıçaklayan, taciz eden insan haberi görebilirsiniz. Varsın "Türk aile yapısı" biraz daha zarar görsün.

Tuesday, 22 March 2011

leave all your love and your longing behind...

... you can't carry it with you if you want to survive.

İngiltere Starbucks Mart ayı boyunca her Perşembe bir içecek alana bedava bir şeyler veriyor. Önceki Perşembe yeni çıkan mini tatlı serisi Starbucks Petites'i tanıtım amacıyla ücretsiz dağıtıyorlardı, ama popomu kaldırıp 2 dakika yürümeye üşendiğimden gidip almamıştım.

Kira ödemeye çıktım az önce, para çekmek için HSBC'ye gittim. Hesabımda para olduğu halde günlük 1300TL'den fazla para çekemiyormuşum nedense, bunu fark ettim. 1300TL ancak kirama yetiyordu, cebimde 5 kuruş para yoktu, bu akşam da dışarı çıkacaktım, dolayısıyla nakite ihtiyacım vardı, ama salak makine bana kiramın üstüne 10 pound bile vermedi. Sinirlenip annemi aradım tam "Bu makine para vermiyor bana bankayı arasana bik bik bik" falan derken karşımda bir taksi durdu. İçindeki kadın inmek için kapıyı açtı, bir tak sesi geldi, baktım kapı kaldırıma falan mı çarptı diye, hayır çarpmamış. Kadın ve taksici bir şey konuştular, kadın taksiden bavulunu alıp bir hışımla kaldırıma fırlattı, taksici de inip kadının çantasını ve bavulunu çekiştirmeye başladı, kadın çantayı kaptırmadı ama adam bavulu almayı başardı, geri arabaya koyup kapıyı kapattı, "Kapımı kırdın, ben de senin bavuluna el koyarım" falan diye bağrınmaya başladı. Sonradan Amerikan olduğunu fark ettiğim kadın da "Fucking crazy man" diye bağırarak bavulunu geri almaya çalıştı, herif bildiğiniz kolundan tutup gayet sert bir şekilde itmeye başladı kadını. Baya bir itiştikten sonra birileri polisi aradı, polis geldi, taksici hala "Kapımı kırdı, ödesin" diye bağırıyordu. Kapımı kırdı dediği de kadının kazara kapının belli bir dereceden fazla açılmasını önleyen mekanizmayı kırmış olmasıydı, onun dışında kapı gayet açılıp kapanıyordu normal bir şekilde. O sırada diğer bir polis de kadınla konuşuyordu, çevredeki insanlar taksicinin kadını itip kaktığını söylediler, taksici de bu sefer kendisinin suçlu duruma düşeceğini fark edip "Neyse, sorun değil" deyip gitti, polisler kadını başka bir taksiye bindirdi, olay kapandı. Kazara olan bir şey için bu kadar olay yaratıp, sadece kadın olduğu için birine saldırıp sonra da haklı bulunmayı beklemek ne kadar da komik bir şey, ne insanlar var dünyada.

Neyse, o sırada annem arayıp günlük para çekme limitinden bahsettiği için İş Bankası kartımı kullanıp komisyon ödemek zorunda kaldım. Kiramı ödedim, Starbucks'tan 2 tane petite alıp eve geldim. Bu miniler süper, tavsiye ederim Türkiye'ye geldiyse.



Boyner'in yeni alışveriş sitesi Morhipo.com bugün açıldı, Balenciaga satışı vardı. Fena, fena ucuza (160TL mi ne) bir minik bozuk para çantası satıyorlardı. Almak istiyorum, ama geçen sene Koodos ve SecretSales gibi normalde gayet orijinal ürünler satan sitelerde sahte Balenciaga'lar belirdiğinden beri en güvenilir yerlere bile güvenemiyorum. Öyle ki, bir Balenciaga butiğinden bile sahte Balenciaga alma ihtimaliniz var (geçenlerde birinin Balenciaga'dan bir çanta aldığı, sonra "Geri vermek istiyorum" diyerek inanılmaz kaliteli bir sahteyi geri verdiği ve daha sonra başka birinin o sahteyi satın aldığı ortaya çıkmıştı The Purse Forum'da). Dolayısıyla, risk almak istemiyor insan. Keşke daha fazla fotoğraf koysalarmış, cüzdanların içindeki logo falan mesela.

Monday, 21 March 2011

if i could break your heart of stone, would you be mine?

Son birkaç post'umu okuduysanız bugünlerde nostaljik ve depresif bir modda olduğumu biliyorsunuz. Hep hormonlarımın suçu, cidden.


3 Ekim 2007 gecesi bir vodka diyet kola içmiştim Benzin'de.

When you disappeared I cried
Not my fault, but my loss
Still I search the seven stars
For your love
It's a dream that I follow
Forget me, forget me not
Hurts a lot, hurts a lot
The wind could blow you back to me
In some time
Dazzle me with your smile

Oh sympathy I understand
An empty heart, an empty hand
If I could break your heart of stone
Would you be mine, would you be mine?

No sympathy, you're much too cold
Now I feel bad, now I feel bad
If I could break your heart of stone
Would you be mine, would you be mine?

Kristina, could you just forget my love
Kristina, could you just forget my name
Kristina, could you just forget my love
Kristina, was it only just a fantasy?

holding on to the memory of what didn't last

"History is always ambiguous, always messy, and people remember - and therefore construct - the past in ways that reflect their present need for meaning." - Ien Ang

Geçmişe özlem duymaya yatkın bir yapım var fazlasıyla. Çoğu zaman bir nostalji hissi içinde yaşarken şimdiyi görmez olduğumu, ama bir kaç yıl sonra o şimdinin değerini anladığımı daha önce yazmıştım galiba bir yerlerde. Geçmişi o kadar gözümde büyütüyorum ki, yaşanırken önem vermediğim şeyler sonradan "geçmiş" kategorisine dahil olduklarında değere biniyorlar. O zamanlar kafamda ve kalbimde fazla yeri olmamış olan düşünce ve duyguları sonradan gözümde büyütüyorum çoğu zaman. Özlem duyacak, tutunacak bir şeyler aradığım için geçmişimdeki olay ve insanlara o zaman yüklememiş olduğum anlamlar yüklüyorum. Çoğu insan "Birlikteyken ona aşık olduğumu sanıyordum ama şimdi geçmişe dönüp bakınca olmadığımı fark ediyorum" diye düşünür, ben tam tersiyim: Birlikteyken hiç ona aşık olduğumu düşünmemiştim, şimdi ayrıldıktan çok sonra o zaman ona aşık olduğumu düşünüyorum. Çünkü birine aşık olup kaybetmiş olmak düşüncesi duygu dünyamı zenginleştiriyor, blog yazasım geliyor, şarkı sözleri ve filmler daha bir anlamlı oluyor kafamda.

O yüzden yukarıdaki alıntı hoşuma gitti.

**

Ekşi Sözlük'te her 15 dakikada bir tamamen troll'lük amacı ile açılmış bir başlığa rastlamak mümkün. Az önce "dinsiz olduğu halde insan yerine konulmayı istemek" diye bir başlığa denk geldim.

Başlığı açan insan altına şöyle yazmış:

yurdum dinsizlerinde mana veremediğim istek durumu. bu milletin değerlerini, kutsalını, örfünü, adetini hiçe sayacaksın, gelecek nesillere kötü örnek olacaksın, zarar vereceksin, tecavüz gibi eylemlere kalkışacaksın; sonra da "vay efendim nüfus cüzdanındaki din hanesi değişsin" falan filan diyeceksin. olabilir mi böyle bir şey yahu?
(mickey balboa, 21.03.2011 19:00)













Bir insan niye böyle bir şey yapar? Troll'lüğün amacı nedir? Başlığın altında başlık açan insana "nefret saçan eşşek" denmiş, beyinsiz olduğu ima edilmiş. Ki bunlar bazen troll'lere edilen küfürlerin yanında solda sıfır kalıyor. Kendine böyle küfürler, hakaretler edilmesine göz yumacak kadar ilgi delisi olmayı benim aklım almıyor şahsen. Hadi ilgi çekmek için abuk subuk, kışkırtıcı laflar ediyorsun, iyi tamam, belki "Reklamın kötüsü olmaz" diye düşünüyorsun, ama hangi insan kendine edilen bir sürü hakareti en ufak bir şekilde üstüne alınmamayı becerebilir? Ben kesinlikle beceremem. Eskiden olduğumdan daha vurdumduymazım artık hakaretlere ve hakkımda söylenen negatif şeylere karşı; artık çok çok hassas olduğum bir konu değilse ya da düşüncelerini umursadığım birinden gelen bir laf değilse duyduğum kötü şeylerin üzerinde durmuyorum. Ama onlarca insan birden yüklense sanmıyorum takmamayı başarabileceğimi. Başarırım diyen var mı?



Sunday, 20 March 2011

i remember

Yeasayer'ın multikültürellik ve dünyadışılığı toz pembe tonlarına bulayıp sunan (evet, bu albüm bana tam o hissi veriyor) albümü Odd Blood geçen sene aşağı yukarı bu zamanlar piyasaya çıktığında verdiğim ilk tepki "Ne kadar garip bir müzik, ve ne kadar mükemmel" olmuştu. Yıllardır hiç bir gruptan ilk dinleyişte etkilenmediğim derecede etkilenmiştim Odd Blood CD'sini güneşli bir öğleden sonra Lisa'nın arabasında Kent kırsalından geçerken ilk kez dinlediğimde.

Daha sonra Paskalya tatili için Türkiye'ye döndüm, İstanbul'da The Marmara'da geçirdiğim o uzun haftasonunun soundtrack'i oldu bu albüm benim için. Eskiden kendimi çok ait hissettiğim bir şehre artık tamamen yabancılaşmış olarak, bir otelde kalmak üzere gittiğim bir geziydi. Alize, Yağmur ve Cansu'yla geçti o haftasonu; birisi o günden beri konuşmadığım ve o akşamdan sonra hiç tanımadığım birisi haline gelmiş olduğunu anladığım bir insan, birisi tanıştığıma lanet ettiğim biri, diğeri de arada hala konuşuyor olsam da sonra bir daha görmemiş olduğum bir insan.

O haftasonu Adalar'a gittim. Cansu'yla birlikteyken ona hep Adalar'a gitmek istediğimi söylerdim; o zamanlar onunla bir kış akşamı Adalar'a gidip boş sokaklarda gezindikten sonra oda kahvaltı küçük bir yerdeki odamıza gidip güzel bir şarap içme, sonra da sarılıp uyuma hayali vardı kafamda. İstanbul'da yaşarken yapmadığıma pişman olduğum tek şey bu oldu hep. Onunlayken bunu hiç yapmadık, bir sürü nedenden dolayı, ondan sonra da birlikte oraya gitmek isteyeceğim biri çıkmadı karşıma. 2 yıl sonra İstanbul'a döndüğümde güneşli bir bahar günü annemle hayatımda ilk kez Adalar'a gitmek garipti o yüzden. Hüzünlüydü. Dönüşte Cansu'yla buluşmak, hiç zaman geçmemiş gibi eskiyi aramamız ama ikimizin de artık çok başka yerlerde olduğunu fark edişimiz, ve sonra her şeyin kopma noktasına ulaşması da öyleydi. Ve bunlar olurken iPod'umda çalan albüm Odd Blood'dı. Ne zaman bu albümü dinlesem, hep günün son saatlerinde Adalar'dan dönerken vapurda birazdan Cansu'yu göreceğim için içimde olan o endişe, mutluluk, heyecan ve hüzün karışımı hissi hatırlayacağım.

Bahara adım attığımız, Londra'ya uymaz derecede güneşli bu Pazar öğleden sonrasına bu şarkı gitmez de ne gider bilmiyorum. Ve sözlerini o kadar hissediyorum ki, anlatamam.

You're stuck in my mind, all the time.


I remember making love on a Sunday
Bright golden hearts in a fresh cut grass in May

I remember making out on an airplane
Still afraid of flying, but with you I'd die today

I remember the smell of your skin forever
Love us being stupid together

I remember Monday making your eyes red
Still don't know what it is that I said

I remember thinking this would never end
Even when you're gone your eyes running through my head

You're stuck in my mind
All the time

Bu bahsettiğim zamandan yaklaşık 6 ay sonra ilk kez bir Yeasayer konserine gittiğimde 2 yıllık bir ilişkiden yeni çıkmıştım. Ayrıldığım insan bana Yeasayer'ı ilk dinleten kişi olduğundan o konserde o da yanımda olacaktı normalde. Ama olaylar gelişti ve kendimi yalnız başıma Yeasayer konserinde buldum.

Bu sene One Love'a geleceği söyleniyor Yeasayer'ın. Acaba bu sene yanımda kim olacak, merak ediyorum.

Saturday, 19 March 2011

middle-aged teenagers

Çok ilginç bir gece geçirdim. Aslında gayet evde sakin sakin oturup tezimle ilgili bir şeyler okumayı planlıyordum. Her şey dersten sonra bölümün hazırladığı bir seminere katılmamla ve hocaların seminerde bir masayı şarap şişeleriyle doldurup "İstediğiniz kadar için" demeleriyle başladı. Beni tanıyorsanız alkol alınca evde sakin gece isteğimin yok olduğunu tahmin edebiliyorsunuz. Neyse, seminerden sonra Soho'ya sadece haftasonu için burada olan Türkiye'den bir arkadaşımı görmeye gittim. First Out'ta buluştuk, 1 saat sonra falan onun evinde kaldığı arkadaşı ve onun kız arkadaşı gelecekti, 2.5 saate anca geldiler. Ve geldikleri gibi "Biz çok açız, hemen bir şey yememiz lazım" dediler. "Burada yiyin" dedim, "Olmaz" falan dedi evinde kaldığı kadın (EKK), ve "Hadi McDonaldsa gidelim" yaptı. Yakın zamanda ayağımın kırılmış olduğunu, hala iyileşmediğini, 5 dakika uzaklıkta bile olsa McDonalds'a yürüyemeyeceğimi söyledim (zaten iş yürümekle bitmiyor, Cuma gecesi Soho'da McDonalds'ta yemek yemek = 15 dakika ayakta sıra beklemek). Arkadaşımı da alarak yemek yemeye gittiler. Tek başıma 1 saat gelmelerini bekledim, geldikten sonra "Burdan nereye gitsek" muhabbeti başladı. "G-A-Y'a gitmek istiyorum" diye tutturdu EKK. Ben de çeşitli nedenlerden dolayı oraya gitmek istemediğimi söyledim.

1- Önceki bir yazımda da belirttiğim gibi hiç hoşlanmadığım bir mekan G-A-Y.

"G-A-Y fena halde mainstream olduğundan, cheesy pop tabir edilen şeyler çaldığından, içerideki kitle 18-24 yaş arası skinny jean'li queen erkeklerle ya aşırı kadınsı ya da chav kızlardan oluştuğundan, biraz önce bahsettiğim gibi hetero olduğu halde meraktan gelen kitle bol olduğundan ve genel olarak clublardan artık hazzetmediğimden gideceğim bir mekan değil."

2- Sabah otobüs bozulup okula 2 durak kala durduğundan, ve zaten geç kalmış olduğumdan 20 dakika boyunca koştura koştura yürümek zorunda kaldım. Sonra yine metroya koşturdum, metroda ayakta gittim, sonra yine koşuşturmaca hat değiştirdim, sonra First Out'un yanındaki metro istasyonu kapalı olduğundan bir önceki durakta inip yine bir 15 dakika yürümek zorunda kaldım. Yani oraya gittiğimde ayağımın fena halde ağzına sıçılmıştı çoktan. G-A-Y'a gitmek demek 15 dakika yürümek, bütün geceyi ayakta geçirmek ve sonra o 15 dakikayı otobüs durağına geri yürümek anlamına gelecekti.

Sonuç olarak kadına ayağımın durumunu bir kez daha açıklayıp daha yakında olan bir mekan önerdim. "Bu saatte orda ortam yoktur" diye istemediğini söyledi. Londra'yı ziyarete gelen arkadaşıma sordum nereye gitmek istediğini, fark etmediğini söyledi. Biz hala karar vermeye çalışırken EKK gayet assolist havalarında masadan kalkıp bana "Valla ben G-A-Y'a gideceğim, gelirsen gelirsin, gelmezsen gelmezsin" deyip mekandan çıktı. Bu noktada ben kadına fena halde sinir olmuş olduğumdan G-A-Y'a gideceğim varsa da böyle bir tavırdan sonra o insanla aynı mekanda olmak istemediğimi söyledim. Biz de dışarı çıktık, benim o sırada sinirden, aşırı alkolden ve fena premenstrual olmaktan gözlerim dolmuştu, onlar G-A-Y'a gittiler, ben de dışarıda bir sigara yaktım. Gayet sokak ortasında bildiğiniz ağlıyordum ki, First Out'tan çıkan çok güzel bir kadın yanıma geldi, "İyi misin" diye sordu, biraz konuştuk, onun sigarası bitti, içeri girdi, beni de yanına çağırdı ama o sırada keyfim çok kaçmış olduğundan eve gittim.

Bütün bu olaylar arasında en acayip bulduğum nokta EKK insanının 35 yaşında falan olmasıydı. Böyle "Kim ne derse desin ben bunu yapıcam, istemeyen siktirsin gitsin" türü anaokulu çocuğu tutturmalarının o yaşta bir insandan gelmesini çok ilginç buldum; ama G-A-Y gibi ergen bir mekana gitmek için bu kadar çıngar çıkartan ve neredeyse annem yaşında olup hala "ortam mekan" arayan birinin böyle davranması normal galiba.

Ageist olmak istemiyorum ama belli bir yaşı aşmış insanlardan daha az saçma sapan davranış bekliyorum. Ben bile böyle davranmayı 16-17 yaşında bıraktım.

Ve sanırım benim ayağımın durumunu insanlar yeterince ciddiye almıyorlar.

2,5 yıl önce 1 saat boyunca mega hızlı yürümek zorunda kaldığım bir günden sonra sol ayağımda inanılmaz bir ağrı başladı. 2 ay boyunca geçmeyince röntgen çekildi ve parmaklarımı bileğimle birleştiren kemiklerin birinde iyileşen bir stres kırığı olduğu tespit edildi. O zamandan bu zamana kadar olan 2,5 yıllık süre boyunca o kemik aynı yerden defalarca yeniden çatladı, ve acilen 20 kilo falan vermediğim sürece ya da ameliyatla düzeltilmediği sürece iyileşme ihtimali yok. Tüm bu süre boyunca sürekli ayağıma göre plan yapmak zorunda kaldım: Çok gezip görmek istediğim bir sürü yere gidemedim uzun süre yürüyemediğimden, yapmak istediğim bir sürü şeyi yapamadım, ayakta duramadığımdan club/konser/müze türü yerlere gidemiyorum kaç yıldır, dışarı çıkarken metro ya da otobüse yakın yerlerde plan yapabiliyorum sadece, ve bir mekana oturduktan sonra o mekanda kalıyorum genelde bütün gece, diğer insanlar gibi oradan oraya gezme imkanım yok çünkü. Ve bir kere olsun 5 dakikadan fazla ayakta durmak ya da yürümek bana 3-4 gün boyunca ayağımda sürekli bir ağrı ve sızı olarak geri dönüyor. Dışarıda geçirdiğim ve yarım saat falan ayakta kaldığım bir geceden sonra 2 gün üstüne basamıyorum bazen ayağımın, sadece tuvalete gitmek için yataktan çıkıyorum.

Dolayısıyla insanlar bana "Oraya yürüyemem" dediğimde "Nolucak canım, 5 dakikalık yol" dediklerinde sinirim tepeme çıkıyor. Sizin gözünüze kolay görünen o 5 dakika eğer o gün zaten ayağımı çok zorlamışsam benim için gerçekten yürünmesi imkansız bir mesafe. Bu durumuma engelli bir insana gösterileceği kadar saygı gösterilmesi için (ki bana göre bu gayet "engel" kategorisine giriyor, çok uzun süreli olduğu için) illa koltuk değneğiyle mi gezmem gerekiyor?

O yüzden lütfen bunu okuyorsanız bana "Aa hadi ama, 2 dakika alt tarafı" türü şeylerle gelmeyin.

Wednesday, 16 March 2011

my sweet prince

Portakal ve nilüfer aromalı yeşil çayımı alıp bilgisayarımın başına oturmuştum ki aklıma birden Placebo-Lady of the Flowers geldi.

Dünyadaki en güzel "down" diyen insan Brian Molko'nun grubu Placebo kadar hayatımda hiç bir grubu ya da şeyi sevmedim, eğer beni tanıyorsanız bunu zaten biliyor olmalısınız. O yüzden eğer bir insan benim kafamda bir Placebo şarkısı ile özdeşleşmişse, kesinlikle benim için özel birisidir.

"She's got vacuum cleaner eyes that suck you in."

Bu şarkı ile özdeşleştirdiğim iki insan oldu şimdiye kadar. Birisi şarkıyı ilk kez duyduğum zamanlardan kalma, birisi daha yakın bir zamana ait; ikisi de farklı nedenlerden dolayı benim için değerli olan, ama yine farklı nedenlerden dolayı şu anda pek hayatımda olmayan insanlar.



Ama hayatımda şu ana kadar kimseyle özdeşleşmemiş olan, ve bir gün bu olduğunda sadece tek bir insana ait olacak bir tane Placebo şarkısı var, o da bu:



O insanı öylesine iyi hayal edebiliyorum ki, gerçek gibi.

Never thought you'd make me perspire.
Never thought I'd do you the same.
Never thought I'd fill with desire.
Never thought I'd feel so ashamed.

Never thought I'd get any higher
Never thought you'd fuck with my brain
Never thought all this could expire
Never thought you'd go break the chain

Me and you baby,
Still flush all the pain away
So before I end my day
Remember..

My sweet prince
You are the one.

Her insanın zayıf noktası olan birisi vardır ya, yaptığı her şeyi affedebileceğiniz, yıllarca görüşmeseniz de hala içinizde ukte kalan, size sizin ona verdiğinizin yarısı kadar bile değer vermediğini bildiğiniz halde her zaman sizin için önemli olacak birisi. Size ne kadar bok gibi davranırsa davransın, her zaman öyle kalmaya devam edecek birisi. Ben birileri için o insan mıyım, merak ediyorum.

Tuesday, 15 March 2011

one love's not enough

Bu seneki One Love Festival'in sponsorun Efes Pilsen olması nedeniyle +24 olacağını öğrendim az önce. Ruh halim: livid (ing. çok kızmış, öfkeli, hiddetten mosmor kesilmiş).

Bir sinirle annemi arayıp olayı anlattığımda da "İşte Türkiye'ye dönünce oyunu kullan ki bu adamlar gitsin başımızdan" tepkisi aldım. "Bu adamlar"ın yakın zamanda başımızdan gideceğine dair bir umudum yok malesef.

Ve sinirliyim.

En sevdiğim gruplardan biri olan Yeasayer'ı izleyemeyeceğim için sinirliyim.

Yıllardır görmediğim arkadaşlarımla yeniden bir araya gelebileceğim bir ortamdan mahrum bırakılacağım için sinirliyim.

16 yaşındayken bile Rock'n Coke'a gidebiliyorken, 22 yaşında olduğum halde bir festivale gidemeyeceğim için sinirliyim.

Hayatı yaşamışlığı muhtemelen benden çok daha az olan insanların benim bu yaşımda nereye gidip nereye gidemeyeceğime, nelerden "korunmam gerektiğine" karar verme hakkı olmasına sinirliyim.

Bu insanları başımıza getiren cahil Türk halkına sinirliyim.

"Bu sene +24 olacağız" açıklaması yaparken yıllardır festivallerine bir ton para kazandırmış olan ve hedef kitlelerinin çoğunluğunu oluşturan 18-24 yaş arası kitleye en azından bir "Çok üzgünüz, ama..." deme saygısını gösterememiş One Love organizatörlerine sinirliyim.

Çok daha şeye sinirliyim aslında, ama 22 yaşındaki blog yazarına dava açan başbakanın bir sonraki kurbanı olmak istemiyorum.

O zaman Yeasayer'dan Madder Red gelsin.


Bir de insanlar soruyorlar "Neden İngiltere'de yaşamak istiyorsun, neden ülkene dönüp vatandaşlarına hizmet etmek istemiyorsun" falan filan diye. Peh.

Monday, 14 March 2011

maybe it's because you're a londoner



Bu aralar Londra metrosunda The Londoner başlıklı reklamlar var. Çok hoşuma gittiği için paylaşmak istedim.







Bugün uzun zamandır merak ettiğim, ama konusu nedeniyle izlemekte tereddüt ettiğim bir film olan The Kids are All Right'ı izledim. İzlemediyseniz gerisini okumayın, spoiler olmasın.






----------spoiler------------






- Filmde lezbiyen bir çiftin çocukları sperm donörlerini bulup onunla tanışıyorlar, annelerini de tanıştırıyorlar, daha sonra annelerden biri adamla seks yapıyor, diğer anne öğreniyor, bir süre aldatan anneye surat yapıyor, sonra hiç bir aldatanın kendini affettirmeye çalışması/aldatılanın aldatıldığı gerçeğini kabullenmeye çalışması süreci olmadan "Madem uzun süredir birlikteyiz, barışalım" türü bir şekilde barışıyorlar.

- "Eşcinsel kadınlar asla erkeklerle birlikte olmaz" gibi bir mit var insanların kafasında. Hayır, bir kadın gayet erkeklerle birlikte olup kendine lezbiyen diyebilir bana göre. Biseksüel olmakla aynı şey değildir bu. Nasıl hetero bir kadın bir kadınla birlikte olunca otomatik olarak biseksüel ya da gay olmuyorsa, gay bir kadın da bir erkekle birlikte oldu diye lezbiyen kimliğini kaybetmez. Filmde bu tabuya el atılmasını sevdim.

- Ama, filmde dediğim gibi barışma olayı doğru düzgün işlenmemişti. Aldatılan eş aldatan eşin ağzına bir kere olsun sıçmadı, aldatan eş bir kere olsun "Nolur beni affet" modunda özür dilemedi, özür sahnesi "Pardon ya" modundaydı. Aldatılmaya olabildiğince az yargılayarak bakmaya çalışıyorum, ama ortada çocuk olunca asla ve asla kabul edilebilir bir şey değil aldatmak. Eğer benim birlikte iki çocuk sahibi olduğum eşim beni (hem de bir erkekle) aldatsaydı, bağıra çağıra ağzıma gelen lafı eder, eşyalarını toplayıp evden defolması için ona 24 saat verir ve 1 hafta içinde de boşanıp çocuklarımın velayetini almak için gereken işlemleri başlatırdım. Çoğu insan da belki sonradan barışmaya karar verecek bile olsa ilk anda benzer bir tepki verirdi zannediyorum ki. O yüzden filmde aldatma olayının ortaya çıkmasından sonra gelişenler bana gerçekçi gelmedi.

PS. Şimdi Milliyet'te filmle ilgili bir eleştiriye denk geldim. Bazı yerlerin altını çizerek aynen alıntılıyorum:

"Lezbiyen ve homoseksüel ilişkilerin normal karşılandığı, Annette Bening ve Julianne Moore'un başrölleri paylaştığı 'İki Kadın Bir Erkek' ilginç konusu ve sürpriz sonuyla acaba Oscar adaylığını hak ediyor mu?

Sevgilinizle ya da kız arkadaşlarınızla filme gidecek olursanız, lezbiyen ve homoseksüel görüntülere hazır olun. Herkes bu görüntüleri kaldıramayabilir. Tamamıyla açık sahneler yer almıyor ancak görüntüleri aklınızdan birleştiriyorsunuz. Bu da bizim gibi seksi ayıp gören bir toplumda hoş karşılanmayabilir. Nitekim filmi izlerken bazı sahnelerde çok zorlandım. İki erkek birbirine bunu nasıl yapabilir diye düşündüm. Hem de kaslı kaslı yakışıklı adamlar."

İlk olarak neden bu filme sevgilimizle ya da arkadaşlarımızla değil de, sevilimizle ya da "kız" arkadaşlarımızla gidiyoruz? Erkek arkadaşlarımızla gidemez miyiz? İlginç bir kelime seçimi.

Ama asıl söylemek istediğim şey şu ki, Milliyet gibi ülkenin en büyük gazetelerinden birinde eşcinselliğin anormal olduğunu iddia eden, bariz homofobik bir insanın nasıl bu kadar açık açık böyle bir yazı yazabiliyor olduğuna gerçekten hayret ediyorum.

Öyle ki, Milliyet internet yayın yönetmenine bunun kabul edilemez bir durum olduğuna dair bir email attım az önce. Lütfen siz de Milliyet.com.tr'nin altındaki İletişim link'ine tıklayıp aynısını yapın. Yeterince insan şikayet ederse bu tür şeylerin gelecekte tekrarlanma olasılığı azalır.