En son işsizlik üzerine yazdığım yazıdan iki gün sonra kayıtlı olduğum bir iş bulma ajansından arayarak bana kısa süreli eleman arayan bir devlet kurumundan bahsettiler. Aynı ajans aracılığıyla daha önce başvurduğum işlerin hiç birinden dönüş olmadığından hiç işi alacağım beklentisinde olmadan başvurdum. Birkaç gün sonra görüşmeye çağırdılar.
Görüşmeyi yapan insanlar çok tersti ve onların bu negatif enerjisi, soru sorma tarzları vs. beni çok demoralize ettiğinden biraz panikledim ve istediğim cevapları veremedim. Görüşmeden çıktıktan sonra ajanstan arayıp nasıl geçtiğini sordular, kötü geçti dedim. Hayatım boyunca gittiğim en kötü iş görüşmelerinden biriydi hatta. Buna moralim bozulmuş bir halde arkadaşımla buluştum, sinemada izleyeceğimiz filmin saatinin gelmesini bekliyorduk. Tam o sırada ajans aradı, görüşmeyi yapanların en çok beni beğendiğini ve işi bana teklif ettiklerini söyledi. Hem az önce "çok kötü geçti" dediğim ajans çalışanı hem de ben çok şaşırdık. Görüştüğüm ve müdürüm olacak insanlardan iyi bir enerji almamama rağmen nasıl olsa altı hafta çalışacağım diye işi kabul ettim ve pazartesi günü başladım.
Bu işin tek olumlu yanı Westminster'da parlamentonun dibinde, nehir kıyısında, yemyeşil bir parkın tam karşısında çalışıyor olmam. Onun dışında ilk haftam çok boktandı. Bir iki kişi dışında birlikte çalıştığım herkes inanılmaz derecede soğuk ve ters. Normalde yeni gelenlere oryantasyon yapılır, hiç öyle bir şey yapmadan beni işin ortasına attılar. En temel şeylerin bile ne/nasıl/nerede olduğunu ben sormadan kimse söyleme gereği duymadı. Kurumun yaptığı iş zaten inanılmaz teknik ve sıkıcı, o teknik bilgiye sahip olmadığımdan duyduğum ve okuduğum şeylerin çoğunu anlamıyorum, toplantılarda bahsedilen projelerin ne olduğunu açıklamayı da akıl edemiyor kimse. Bir de devlet kurumu olduğundan her şey ve herkes çok resmi; eski iş yerlerimde olduğu gibi kot-spor ayakkabı işe gidemiyorum, her şey %100 prosedürüne göre yapılıyor, çok katı kurallar var. O yüzden bütün hafta çok dışlanmış hissetmenin yanında bir hata yapacağım diye çok fena diken üstündeydim. Hem fiziksel, hem de ruhen bu kadar yorulduğum başka bir hafta daha hatırlamıyorum son yıllarda.
Bir daha hayatta kamu sektörüne adımımı dahi atmam. Hiç bana göre bir ortam değil.
**
Mayıs ayı boyunca izlediğim, bende iz bırakan ve yeniden izlemek için buraya kendime not düştüğüm filmler:
- The Great Beauty (Blue is the Warmest Colour'dan sonra en sevdiğim filmler listesinde anında iki numaraya oturdu)
- Princess Mononoke
- Paris, Texas
- WALL-E
- Frank
- The Two Faces of January (ve hatta BFI'daki özel gösterimde dünya gözüyle Kirsten Dunst, Viggo Mortensen, Oscar Isaac ve Hossein Amini görmüş oldum)
The Great Beauty hakkında uzun uzun yazmam gerek zamanım olduğunda.
Sizi Michael Fassbender'lı Frank şarkısıyla bırakıyorum:
No comments:
Post a Comment