Dün akşam Testament of Youth'un Bafta gösterimindeydim. Öğleden sonra ikinci kez The Imitation Game filmini izledikten hemen sonra bir savaş filmi daha izlemek ruhumu kararttı. Özellikle de böyle ölüp gidenlerin ardı arkasının kesilmediği bir savaş filmi. Birinci Dünya Savaşı'nda olup bitenler aşağı yukarı tahmin edilebilir olduğundan bahsedeceğim şeyler spoiler sayılmaz diye düşünüyorum, ama yine de ona göre okuyun.
Vera Brittain'ın anılarından uyarlanan film kızların üniversite eğitimine değer görülmediği bir dönemde Oxford'a kabul edilmeyi başaran, ancak tam o sırada savaşın patlak vermesiyle dünyası alt üst olan Vera'nın hikayesini anlatıyordu. Birinci Dünya Savaşı başladığı sırada genç olan jenerasyonun, savaşa katılanlar ve geride kalanlar dahil olmak üzere kayıp bir nesil olduğu; gençlikleri ve hatta hayatları savaş tarafından ellerinden alınan bu nesli hep hatırlamamız gerektiğiydi filmin ana teması.
Savaştan önce sıradan birer genç olan insanları hayatlarındaki önemli anların gerçekleştiği yerler yoluyla gördük önce filmde: Vera'nın kardeşi ve arkadaşlarıyla yüzdüğü göl, birlikte yürüdükleri uzun toprak yol, ağaçlar arasından sızan güneş ışınlarıyla aydınlanan orman, savaşa giden erkekler izin alıp evi ziyaret ettiğinde dalgalar vuran sahilde oturdukları yosunlarla kaplı kayalar. Savaş bittikten sonra buralara geri döndük, ama bu kez her yer bomboştu. Bir zamanlar orada ve mutlu olan insanlar artık yoktu.
Mekanlara çok bağlı olan, anılarını çoğu zaman mekanlar üzerinden hatırlayan biri olarak bu düşünce bana çok dokundu. Sevdiğim insanlarla güzel anılarımın olduğu yerlerin yıllar sonra biz artık varolmadığımızda boş ve yalnız kalacağı gibi depresif düşüncelere kapıldım.
Kış mevsimi bana iyi gelmiyor.
No comments:
Post a Comment