Saturday 5 February 2011

she puts the weights into my little heart

Birkaç gündür pişmanlıktan bahsedeceğim, üşeniyorum. "Hiç pişmanlığınız var mı" sorusuna ne cevap verirdim diye düşündüm. "Evet, var" dedim önce, aklıma 2007 Ekim'i geldi.

3 Ekim 2007 akşamı Taksim'den gelen dolmuştan inip Caddebostan Migros önünde beklerken hayatımı değiştirecek insanı beklediğimi bilmiyordum. Onu ilk kez caddenin diğer tarafında trafik ışıklarında karşıya geçmeyi beklerken gördüm. "Beklediğimden çok daha güzelsin, ve tüm o androjenliğinin altında fotoğraflarında farkına varamadığım bir kadınsılık varmış aslında" diye düşündüğümü hatırlıyorum onu ilk gördüğümde. Ona sarılmayı sevdiğim kadar annem dışında hiç kimseye sarılmayı sevmediğimi hatırlıyorum; teninin nasıl koktuğunu, ellerinin ne kadar yumuşak olduğunu, o gün üzerinde olan gökkuşaklı tshirtü bana vereceğini söylediği halde hiç vermediğini, evimin kapısına bırakıp gittiği en sevdiğim Starbucks kahvesini, sabahın köründe evime benimle uyumaya geldiğini, ben okula gitmeye üşeniyorum diye kendi sınavını ekip ta Kayışdağı'na beni okula götürdüğünü, beni hayatımın ilk gay cafe'sine götürdüğünü hatırlıyorum. O cafeye gidişimizin akşamı ilk olmak üzere defalarca kez onun kalbini kırdığımı, kendi kararsızlıklarım ve korkularımın acısını ondan çıkardığımı hatırlıyorum. Ve hatalarımın farkına vardığımda beni nasıl geri çevirdiğini, artık beni istememesinin bana hissettirdiği (ve şükür ki bir daha asla o kadar şiddetle hissetmediğim) o kıvrılıp ölme isteği uyandıran lanet çaresizlik hissini hatırlıyorum.

O çaresizlik hissi onu son gördüğüm zamana kadar (2010 ilkbaharı) peşimi hiç bırakmadı, en beklemediğim zamanlarda o ilk anki kadar güçlü olmasa da kendini gösterip durdu yıllarca. En hayatımdan memnun olduğum zamanlarda bile, o zamanki sevgilimle mutlu olduğumda bile hep onu ve o hissi hatırladım. O çaresizlik hissi, zamanı geri döndürememenin verdiği çaresizlik. Dünyada her şeyden çok o Datarock konserinin gecesine dönüp ona söylediğim lafları geri almayı istemek, ama bunun mümkün olmadığını bilmek. Bildikçe çığlık çığlığa ağlamak, o günün üzerinden 3 yıldan fazla zaman geçmiş olsa bile binlerce kilometre uzakta Londra'da oturup bunları yazarken ağlamak, onun hakkında yazdığım onlarca yazının her birinde olduğu gibi.

Pişmanım ona davranış biçimim için, ama gerçekten elimde olan bir şey değildi. Korkuyordum, Türkiye'de gay olma gerçeğinden, bu gerçekle yaşayabileceğimden emin olmamaktan, hayatımın ayak uyduramadığım bir hızla değişiyor olmasından, insanların vereceği tepkilerden, onun bana hissettiğini iddia ettiği şeylerin gerçek olmamasından korkuyordum. Sanırım geçmişe dönsem, şu anki aklımla dönmediğim sürece yine o korku içimde olurdu. Ama ona korkularımı açıklardım, kendime saklamak yerine.

Onu kaybetmemiş olmayı çok isterdim. Ama defalarca burada söylediğim gibi, onu o eski, masum, tatlı haliyle isterdim, şimdiki haliyle değil. Zamanı geri döndürme isteğimin sebebi bu, onun o halinin asla geri gelmeyeceğini bilmem. Ama zamanı geri döndürme isteği bu dediğim gibi, pişmanlık değil bana göre. Çünkü tüm bu hissettiklerime rağmen onunla ayrılmasaydık şu anda büyük ihtimalle İstanbul'da yaşayan, Yeditepe mezunu bir insan olacaktım, ortam insanlığıma da devam ediyor olurdum muhtemelen. Londra'da olmayacaktım, şu son 3 yılda yaşadıklarımı hiç yaşamayacak ve benim için çok önemli olan bir sürü deneyimi edinmeyecektim. Ve şu anda o kadar memnunum ki hayatımdan, "Pişmanım" demek istemiyorum, çünkü biliyorum ki onunla birlikte olsak ben bırakıp gitmeye cesaret edemezdim.

Ama yine de o zamanki blog post'larıma bakınca şunu fark ettim: hiç senden bahsetmemişim. Gerçekten bilemeyeceğin kadar çok, çok üzgünüm. Her şey için.

It's different now that I'm poor and aging
I'll never see this place again
You'll go stabbing yourself in the neck

She's always calling my bluff
She puts the weights in to my little heart and she gets in my room and she takes it apart
She puts the weights into my little heart

No comments: