Thursday 3 February 2011

spiritual home

Bundan sonra işim olmayan her Çarşamba Londra dışında bir yeri gezmeye gideceğimden bahsetmiştim. Geçen hafta Stratford-upon-Avon'a gittim.

Londra'da 10 tane falan tren istasyonu var, her şehre giden tren farklı yerden kalkıyor. Oraya giden trenler eve 5 dakika uzaklıktaki Marylebone istasyonundan kalktığı için Stratford-upon-Avon'u seçmiştim. Fena akşamdan kalma olmama rağmen azimle kalkıp sabah 9.30 treniyle yola çıktım (ve bindiğim tren Eurostar kadar lükstü, Kent'te yaşarken bindiğim Southeastern trenleri ne kadar boktanmış). 2 saat sonra Stratford'daydım. Google Maps sayesinde Shakespeare'in doğduğu evi buldum, bir sürü fotoğraf çektim. Patisserie Valerie'de çayımı içtikten sonra nehir kıyısını bulmak için yola çıktım. Hava kar havası derecesinde soğuk olmasına ve nehir kıyısının tüm rüzgarına rağmen nehir maceramdan acayip zevk aldım. Minicik, kıyısına kadar yaklaşabildiğiniz, etrafı yeşillikle dolu, kuğu ve ördeklerin yüzüp durduğu inanılmaz şirin bir nehir.

Nesnelerin enerjisi olduğuna inananlardanım. Nehirlerden genelde maskülen bir enerji alıyorum, Avon nehri bende kadınsı bir izlenim uyandırdı. Nehir kıyısında benden başka sadece yürüyüş yapan 1-2 amca ve köpeğini gezdiren bir kadın vardı. Normalde yürümekten ve ayakta durmaktan nefret eden bir insan olarak 2 dakikada bir durup uzun uzun baktım nehire. Ve normalde 5 dakikalık yolu taksiyle giden biri olarak yarım saat yürüdüm nehir kıyısında. Akan bir nehrin yanında, tepeleri sincap dolu yemyeşil ağaçlar arasında etrafta başka tek bir insan olmadan yürümek ne kadar zevkli bir şeymiş, anlatamam. Keşke hava o kadar soğuk ve rüzgarlı olmasaydı da nehre karşı oturup biraz zaman geçirebilseydim diye düşünerek eve döndüm.

Spiritual home diye bir başlık vardı üyesi olduğum bir forumda, oradan aklıma geldi. Kendi ruhsal evlerimi düşündüğümde ilk aklıma bu geldi. İnsana bazı mekanlar nedeni anlaşılamaz bir huzur hissi verir ya, benim için öyleydi Avon nehrinin kıyısı. Su burcu olduğumdan suya yakın olduğumda kendimi daha bir "evde" hissediyorum, ondan olabilir. Ya da belki tanıdığım en yakındaki insan 2 saatlik bir tren yolculuğu uzaklıkta olduğundan, ve bütün o yürüyüş boyunca kimseyle karşılaşmamanın bu yalnızlık hissimi pekiştirmesindendi, bilmiyorum. Ama ben hayatımda çok az yerde o kadar huzurlu hissettim kendimi. Gerçekten, orada *bir şey* vardı. Ne olduğunu bilmiyorum, ama oraya dönmek istiyorum.



Nehir kıyısındaki patikamsı yürüyüş yolu sona erdiğinde Shakespeare'in mezarının olduğu Holy Trinity Church'e erişiyorsunuz. Kiliseye giriş ücretsiz, ama mezar kısmına geçmek için £1 vermek gerekiyor. Tam mezar bölümünün girişinde "Acaba içeride fotoğraf çekiliyor mu, yasaktır herhalde" diye düşünürken yanıma hayatımda gördüğüm en güleryüzlü amca geldi. Elime kilisenin geçmişini anlatan bir broşür tutuşturdu, "Mezarlar şurada, istediğin gibi bakabilirsin, bir sürü de fotoğraf çek" dedi, ?! şeklinde içeri girdim. 500 yıl önce ölmüş insanların mezarlarına bakmak insana çok garip bir his veriyor. Nedense böyle durumlarda ilk olarak aklıma gelen şey hep kadınların mezartaşlarına "Wife of bilmemkim" yazılırken erkeklerinkinde sadece isimlerinin yazmasına sinir olduğum. İçimdeki feminist hiç uyumuyor.



Mezarlardan çıktıktan sonra amcaya para vermek istedim, amca almamakta ısrar etti, "Lütfen, ödemek istiyorum" dedim tekrar, en sonunda "50p ver o zaman" dedi. Bozuğum yoktu, £1 verdim, "Üstü kalsın, tabelada £1 yazıyordu zaten" dedim, amca ısrarla üstünü verdi o güleryüzüyle.

Çok ilginç, ve genel olarak çok huzurlu bir gündü. Havadan mı nedir, sokaklar bomboştu, her yere bir sessiz sakinlik hakimdi. Londra'da gecenin köründe bile sokaklar uyumuyor. Oraya tekrar gitmek istiyorum.

1 comment:

İDEA said...

*Huzur*
Yola çıktığım zamanlarda peşinde koştuğum şeyin ne olduğunu sorgularken buluyorum kendimi. Sonra ''her şeyde bir 'Neden' aranmalı mı ki?'' diyorum. Diyorum ama içimde konuşan o sesi bir türlü susturamıyorum. Şuan seni sessizliğinle baş başa bırakmak isteğime karşı çıkışı gibi.