Thursday, 16 August 2012

chariots of fire

Çok uzun zamandır yokum, farkındayım.

En son yazdığımdan beri bir sürü şey oldu, ama öyle bir "Gerçek hayattan olabildiğince uzun süre kaçmak istiyorum" modundaydım ki, gelişmeleri bildirme isteği bulamadım içimde. Bu 3 hafta boyunca yapmam gereken her şeyi ya tamamen geçiştirdim ya da geciktirdim, sorumluluklarımın çoğunu görmezden geldim. Aynı şekilde arkadaşlarımı da. Facebook mesajlarına ya da email'lere bazen okuduktan günler sonra cevap verme huyu olan biri olduğumu biliyor olabilirsiniz, ama bu dönem boyunca mesajlara cevap vermeme sürem "Yarın cevaplarım" diye diye neredeyse bir aya ulaştı. Mesaj attıysanız ve hala cevap vermediysem nedeni bu içimdeki daralma hissidir, çok özür diliyorum.

En son yazdığımdan beri neler oldu?

Ayrılmamıza rağmen D ile her gün konuşmaya devam ettik. İlk birkaç gün tamamen didişme/birbirini suçlama modunda geçtikten sonra ayrılmanın D için sandığım kadar kolay olmadığını, evini ve ailesini bırakıp kafa dinlemeye Manchester'daki bir arkadaşına gittiğini öğrendim. Onun da "aşk acısı" çektiğini bilmenin verdiği memnuniyetle nasıl olduysa verdiğimiz arkadaş kalma kararı, birbirimiz olmadan yapamadığımız kararına dönüştü. D'nin en kısa zamanda çocuğunun velayet durumunu halletmesine, kendisine bir ev bulmasına ve şu anki durum ne kadar boktan olsa da bunu atlatabileceğimize karar verdik. Eskisi kadar görüşemiyoruz, ama (eğer öyle bir şey mümkünse) kendimi eskisinden çok daha fazla aşık hissediyorum.

D'nin birlikte yaşadığı kız arkadaş (T) fena halde depresyonda. Hani intihar edebileceği gerekçesiyle hastaneye kapatılmasına ramak kalmış derecede bir depresyon. Birkaç haftadır D'ye bakıyorduk, ama T'nin iyice çıldırması ve D'nin çocuğu böyle dengesiz bir haldeyken T'ye emanet etmek istememesi nedeniyle ev işini bir süre ertelemeye karar verdik. Bugün T'nin psikiyatristiyle randevuları var, T'ye hastaneye yatma ya da   benzeri yoğun bir psikiyatrik yardım türü nasıl bir çözüm bulunabileceğini konuşacaklar. D ve T dün mahkemeye gidip velayet işi için gereken belgeleri teslim ettiler. T'nin de gerekli psikiyatrik desteği en kısa zamanda bulacağını ve ben Türkiye'den dönene kadar (1 ay var) bu işin hallolmuş olacağını umuyorum.

Biz tam barışma modundayken Olimpiyatlar başladı ve tüm mutsuzluğumu alıp götürdü. Canlı canlı iki voleybol maçı ve erkekler maratonunu izleme şansı elde ettim. 16 gün boyunca tüm hayatım Olimpiyatlar çevresinde döndü, abartısız her gün sabahtan akşama BBC'nin sitesinden Olimpiyatlar'ı izledim. Yüzme olduğu günler akşam finalleri kaçırmayayım diye arkadaşlarımı ektiğim bile oldu.

Olimpiyat yapılan bir şehirde yaşamak gerçekten bir başka oluyormuş. Londra Olimpiyatlar'da ne kadar güzeldi, hayat ne kadar dolu doluydu anlatamam. Her yer atlet ve turist kaynıyordu. Her evden çıkışımda mutlaka birkaç atlete denk geliyordum. Televizyonlar, gazeteler, her yer Olimpiyat doluydu. Olimpiyatlar'ı yayınlamayan bir pub'a ya da Olimpiyatlar'dan bahsedilmeyen bir sohbete denk gelmek imkansız gibiydi. Çoğu restoran/pub/dükkan Olimpiyat promosyonları yapıyor, hediyeler dağıtıyordu. Şehrin dört bir köşesine büyük ekranlar kurulmuştu. Hyde Park'ta 16 gün boyunca her gün bir sürü ekrandan o anda gerçekleşmekte olan tüm karşılaşmalar/etkinlikler izlenebiliyordu, ardından da bedavaya dünyaca ünlü grupları (Feeder, The Enemy, The View, Temper Trap, Noisettes vs) canlı izleyebiliyordunuz. Belli başlı sinemalar birer salonlarını Olimpiyatlar'a ayırmıştı, yine bedava her şey büyük ekranda izlenebiliyordu. Her gün bir sürü bedava konser, tiyatro, sergi, gösteri vs vardı. Şehrin turistik yerlerine dev Olimpiyat maskotları yerleştirilmiş, ünlü binaların önüne Olimpiyat halkaları dikilmişti. Maraton, bisiklet yarışı gibi şehir merkezinden geçen etkinlikler bedava izlenebiliyordu. Tüm şehre inanılmaz bir dostluk ve beraberlik havası hakimdi. Pub'da arkadaşınızla oturmuş içki içiyor ve Olimpiyat izliyorsunuz, bir bakıyorsunuz işten çıkmış takım elbiseli insanlarla dolu pub'daki herkes ayaklanmış, rekor kırıldı diye mutluluk çığlıkları atıyor. Öyle bir ortamdı. Hayatımın en güzel 16 günü ve kesinlikle benzersiz bir deneyimdi. Hayatta yapılacaklar listenize ne yapıp edip Olimpiyatlar'ın düzenlendiği bir şehirde bir ay falan yaşamayı ekleyin.

Bitti diye içimde nasıl bir boşluk var, anlatamam.

Thursday, 26 July 2012

emotion is dead

D ile olan ilişkimiz bana dün sabah utanmadan sonuna öpücük koyduğu bir ayrılık emaili göndermesiyle sona erdi. T ve çocukları ile bir aile olduklarını ve bunu kaybetme riskine girmek istemediğini yazmıştı. Bunu aylar öncesinde düşünemedi mi merak ediyorum. Ve bunun olmasından korktuğumu söylediğimde (yine aylar önce) bana bu işin içinde duygularımın olduğunu bildiğini söyleyip öyle bir şey yapmayacağına dair söz vermesine rağmen yapmasına çok sinirliyim. İki yetişkin insanın verdiği kötü bir kararın tüm yükünün benim üzerime kalması, onlar bir şey olmamış gibi hayatlarına devam edecekken yaptıkları saçma açık ilişki denemesinde kobay niyetine kullanılan ve kalbi kırılan insan olmam beni gerçekten çok sinirlendiriyor. Sinirlenmek bir bakıma iyi, çünkü sinirli olmadığım zaman içimi hayatımda hiç hissetmediğim kadar fena bir üzüntü kaplıyor. Dün sabahın köründe o maili okuduktan sonraki 7 saati aralıksız, gözlerim şişene kadar hıçkıra hıçkıra ağlayarak geçirdim (bundan önceki 2 yıllık sevgilimle ayrıldığımızda bunu 20 dakika falan yapmıştım). Dışarı çıktım, arkadaşlarımla buluşup yerlerde sürünecek hale gelene kadar içtim, içimi döktüm ve her şey düzelecek gibi görünüyordu. Arkadaşlarım gittiği ve boş eve geldiğim gibi yeniden başlayan ağlama krizim eşliğinde uyuyakaldım.

Şu anki hislerim çılgın bir öfke, geçici "Unutacağım" gaza gelmeleri ve dayanılmaz bir hüzün arasında gidip geliyor. Aşık oluyor olduğumu fark ettiğimde bunu hiç durdurmaya çalışmadığım ve aksine tüm uyarı işaretlerini görmezden gelerek bodoslama daldığım için çok pişmanım. Belki de zamanımı boşa harcamış ve boşuna acı çekmiş gibi hissetmemek için her biten ilişkide kendime bir ders buluyorum. Bunun dersi? Bir daha asla ne istediğini bilmeyen biriyle birlikte olmamak. Başkasıyla birlikte olan birilerine kapılıp bana yeterince aşık olurlarsa o başkasından ayrılacakları gibi romantik ve gerçekdışı hayallere dalmamak. Hislerin kendi kendilerine gelişmelerine izin vermek yerine dikkatli olmak.

Hayat yeniden normale dönsün istiyorum.

Monday, 23 July 2012

there is no harm in hoping for change

Dün Belçika'dan döndük. Her şey yolundaydı, ta ki T D'ye çemkirip duran mesajlar atmaya başlayana kadar.

Bu haftasonu tüm stresimizi Londra'da bırakacağımız konusunda anlaşmıştık. Ancak ne kadar denediyse de D T'nin salak mesajlarının kendisini etkilemesine engel olamadı. Onun o ruh hali ufacık bir şeyin kısa süreli de olsa ilk tartışmamıza dönüşmesine neden oldu. Tam konuşup olayı halletmiş ve süper bir akşam geçirmiştik ki,   T ertesi sabah yine mesajlarıyla günümüzün içine etti. Pazar sabahı uyandığımda D tıkır tıkır mesaj yazıyordu. Bir daha bilmem kaç hafta birlikte uyanamayacağımız için içimde olan sarılma isteği daha uyandığım anda hissettiğim bir soğukluk ve negatif ruh hali içerisinde yok oldu. Brüksel'deki otelden çıktığımızda sahilde bir yerlerde kahvaltı edip biraz kafa dinlemeyi planlıyorduk. D yol boyunca her kırmızı ışıkta, yemek yediğimiz sırada ve tüm feribot boyunca SMS üzerinden T ile kavga ettiği için bütün gün diken üzerinde hissettim. Londra'ya geldiğimizde beni öyle ani ve damdan düşer bir şekilde bıraktı ki, araba kapısını kapattığım an gaza basıp gitti desem abartmış olmam.

Dün tüm bunlara kafa yoramayacak kadar yorgundum ve erkenden kafayı vurup uyudum. D ve T akşam "ilişkilerinin nereye gittiğine dair" konuşacaklardı. Bu sabah D ile konuştuğumuzda konuşmalarının nasıl gittiğini sordum. İyi geçtiğini, ama halletmeleri gereken çok şey olduğunu söyledi. Sinirlendim. Daha 24 saat önce bana artık bıktığını, kendisine yeni bir ev bulduğunu ve ciddi anlamda taşınmayı planladığını söylerken birden "Sorunlarımızı halletmeye çalışacağız" moduna geçmesine çok sinirlendim gerçekten. İki aydır araları %80 bozuk, iki aydır "ilişkimizin geleceği" konseptli konuşmalar yapıp duruyorlar, iki aydır D bana ayrılmayı planladığı izlenimini verip duruyor, sonra T birkaç saatliğine cadı ruh halinden kurtulup D'ye canım cicim yapıyor ve D bana "İlişkimizi yürütmek için elimden geleni yapacağım" konseptli laflar ediyor. İki gün sonra yine "Ev bakıyorum, yetti artık". Sonra yine baştan sona aynı şey. Gerçekten artık bana yetmeye başladı.

Tüm bu muhabbetin üzerine bir de aralarını düzeltmeye çalıştıklarını ve bana bu aralar pek mesaj atamayacağını söyledi. Peki o zaman neden T ile birlikte yaşadığı ve benimle ancak üç haftada bir bir haftasonu geçirdiği halde, üstelik de doğumgünü haftasonumda ve birlikte gittiğimiz ilk tatilde bütün gün T ile mesajlaşıp duruyordu? Hem de bana bu haftasonu her şeyi geride bırakmaya söz verdiği halde?

Duygusala bağlayıp ileride pişman olacağım bir karar vermek istemiyorum, ama geçen haftaiçi arkadaşlarımın evine yemeğe gidişim ve bu haftasonu sonrası ilişkimizi ciddi anlamda sorgulamaya başladım. Bu davranış biçimi D'nin ya bir ipte iki cambaz oynatmaya çalıştığına, ya da gerçekten bu kadın ona ne kadar bombok davranırsa davransın kalkıp gidemeyecek olmak gibi fena bir karakter kusuruna sahip olduğuna işaret ediyor. Her ikisi de beni bir insandan soğutacak durumlar.

Bu haftasonu bana her şeyden çok bir insanın tamamını istediğimi gösterdi. Böyle yarım yamalak, ayda yılda bir bir ilişki istemiyorum. Birlikte yaşayacağım, tatile gideceğim, mum ışığında yemek yiyip yorgan altında DVD izleyeceğim birini istiyorum. D ile zamanla bunun olabileceğini düşünmüştüm, ama kitaptaki en eski yalanlardan olan "Senin için eşimi terk edeceğim"in ağına düştüm sanırım.

Thursday, 19 July 2012

tell your mom you need a day off, so we can play out in the rain

Yarın sabah D'nin arabasına atlayıp Belçika'ya doğru yola çıkıyoruz. Bir şeylerin ters gitmesi halinde üzülmemek için kendimi bu gezinin gerçekleşemeyeceğine inandırmıştım ve çok umutlanmak istemiyordum. Ama tahtaya vurarak söylüyorum ki, gitmemize 18 saat falan kalmışken artık gerçekten gidiyor olduğumuza inanmamda bir sorun yok herhalde.

Sabah 7'de Londra'dan yola çıkıp Dover'a gidecek, oradan Fransa'ya giden feribota bineceğiz. Bir saat sonra Bruges'deyiz. Doğumgünümü orada kutladıktan sonra Cumartesi sabahı Brüksel'e geçeceğiz. Deli gibi midye yiyip bira içtikten, yerel gay barlara göz attıktan ve bilmem kaç kasa birayı bagaja depoladıktan sonra Pazar öğleden sonra döneceğiz. Lütfen benim için bir dilek dileyin ve her şey yolunda gitsin. 10. yaşıma Amerika'da yaz okulunda bir başıma girişimi saymazsak ailemden ve yakın arkadaşlarımdan uzakta, soğuk ve kasvetli bir havada kutlayacağım ilk doğumgünü bu. Gelecek konusunda biraz umutsuz olduğum ve kendimi yalnız hissettiğim şu dönemde bu haftasonunun güzel geçmesine gerçekten çok ihtiyacım var.

**

Salı günü D'yi ve diğer kız arkadaşını (T) tanıyan arkadaşlarımın evinde yemekteydim. Neden bilmiyorum ama bana 'öğüt' verme ihtiyacı duydular ve neden D ile aramızdaki şey ciddiye bindiğinde D'ye T ile içinde bulunduğu karmaşık durumu çözüp öyle gelmesini söylemediğimi sordular. Bu durumun üçümüzden en az birinin üzülmesiyle sonuçlanacağını ve istemeden de olsa D ve T'nin yuvalarını yıkıyor olduğumu söylediler. Yıkılan ailelerin sonuçlarını çocukluğumda bizzat deneyimlemiş olmama rağmen bu durumda kendimi sorumlu görmüyorum. Eğer ilişkileri kötü gitmeye başlayan iki yetişkin insan başkalarıyla birlikte olmanın sorunlarını çözeceğine inanmak gibi naif ötesi bir karar veriyorsa, ilişkilerine olacaklar tamamen kendi sorumluluklarında değil midir? Yıllardır o ilişkiye emek vermiş ve yatırım yapmış kişiler olarak D ve T durup bir düşünme ihtiyacı duymuyorlarsa, neden onların ilişkisine en ufak bir duygusal yatırımı olmayan biri olarak benim bu durumda büyüklük gösteren kişi olup bunu onlar için yapmam gereksin ki?

**

Geçen hafta All Bar One'da yemek yemiş, ama hem başlangıcımın hem de ana yemeğimin 40'ar dakika gecikmesi üzerine yemekten sonra gideceğim gösteriyi kaçırmıştım. O kadar sinirlenmiştim ki, eve geldiğim gibi kendilerine uzun bir email yazdım. Bu sabah müşteri hizmetlerinden biri beni aradı ve çok özür dilediklerini, çalışanlarla bu durum hakkında konuşulduğunu ve bana yaşadığım inconvenience sebebiyle bedava iki kişilik akşam yemeği teklif etmek istediklerini söyledi. Böylece bir daha asla adımımı atmayacağımı düşündüğüm bir mekan yeniden gözüme girmiş oldu. Müşteri hizmetleri dediğin böyle olur.

Saturday, 14 July 2012

show me love

Şu anda Efes Pilsen One Love Festival'da alkol satışının son anda yasaklandığını duydum. Organizasyonun açıklamalarına göre yasağın ardında Santralistanbul mudur, Bilgi Üniversitesi midir, kim olduğunu bilemediğim "ruhsat sahipleri" yatıyor. Bu duruma artık diyecek laf bulamıyorum. Göt zekalılık ve dünyada yanlış giden çoğu şeyin nedeni olan din kavramı toptan yasaklansın istiyorum Türkiye'de böyle günden güne artan sikko yasakların haberini aldıkça. Sanıyorum bu konuda çoğumuz hemfikiriz.

Benim anlayamadığım şey, festival konuklarının bu konuya verdikleri tepki.

Herkes "Festivali iptal etseydiniz de tepkinizi koysaydınız", "Protesto ediyor ve gitmiyoruz, biletimizi iade edeceğiz" modunda.

Çok afedersiniz ama siz saf mısınız? Aklım almadı gerçekten.

Eğer gerçekten bu durum bize yansıdığı gibiyse, organizasyonun (üşendiğim için EP olarak kısaltacağım) şu anda bu konuyla ilgili yapabileceği bir şey yok. İmzalanan anlaşmalar olduğu ve her şey mevzuata uygun olduğu halde alkol ruhsatlarını kullandırmayı reddeden işletme sahipleriyle mahkemede hesaplaşmaktan başka bir şansları yok. Ruhsat olmadan alkol satışı yapabilmeleri ve son günde karşılarına çıkan böyle bir engele zamanında çözüm bulabilmeleri ağızlarıyla kuş tutsalar MÜMKÜN DEĞİL. Bunun nesini anlamıyorsunuz?

Burada size haksızlık yapıldığı kadar bu iş yüzünden organizasyonlarının içine sıçılan ve bir dünya zarar edecek olan EP'ye de haksızlık ediliyor. Bu yasağı kaldırmak onların elinde değil, sorun onlardan kaynaklanmıyor. Neden özgürlüğünüzü kısıtlamak isteyen göt zekalılara inat, alkol olmasa da EP'ye destek vereceğinizi göstermek için festivale gitmiyorsunuz? Asıl protesto budur. Biletinizi iade edip evinizde oturduğunuz yerden Twitter'da galeyana gelmek neyi protesto etmek oluyor?

EP festivali iptal edip tepkisini koysun diyorsunuz da, o kadar müzisyen bu iş için kalkıp Türkiye'ye gelmiş, onlara ödenmiş/ödenecek bir sürü para var, festivali iptal edip EP neden zararını bilmem kaça katlasın? Bu yüzden festival iptal etseler yarın öbür gün Türkiye'ye gelecek hangi yabancı grup bu organizatörleri ciddiye alır? İptal etmenin nesi protestodur, festivali alkolsüz de olsa devam ettirmenin neresi dinci kitleye boyun eğmektir? Gerçekten aklım almıyor.

Eğer tepkinizi yanlış yere yönlendirir ve protesto edeceğim diye ya da alkolsüz eğlenemem diye bu haftasonu bu festivale gitmezseniz, seneye çok büyük ihtimalle böyle bir organizasyon yapılamayacak. Ve bu yasağı getirenler istediklerini elde etmiş olacak. İstediğiniz bu mu?

Bu işin odak noktası müzik, alkol değil. Kabul ediyorum, alkol olmaması çok boktan, ama ben şu anda İstanbul'da olabilseydim sırf bu yasağı getirenlere inat olsun diye gider, deliler gibi eğlenir, festival bittikten sonra da gider Taksim'de istediğim kadar içerdim. Nasıl olsa gece uzun.

Festivalde upuzun içki kuyruklarına girip bir içkiye normalin 5 katı para vermek ve sonra da saat başı tuvalete gitme ihtiyacı duyup iğrenç pis tuvaletler için yarım saat sıra beklemek benim gibi üşengeç birine fazla geliyor, o yüzden son bir yıldır falan konserdir, festivaldir ortamlarında içmiyorum zaten. Ve size garanti veririm ki tamamen ayık bir şekilde deneyimlenen konserler sarhoşluktan yarısı hatırlanmayanlara 10 basıyor. Bir deneyin, zarar gelmez.

Friday, 13 July 2012

you take me back there

Haftaya D ve ben doğumgünümü kutlamak için Belçika'ya gidiyoruz. Göreceğimiz yerlerden, yemek yiyeceğimiz mekanlara kadar her şey ayarlandı. Ama içimde bu gezinin gerçek olamayacak kadar güzel olduğuna ve her an iptal olabileceğine inanan, kendimi çok umutlandırmamamı söyleyen bir ses var bu planlar yapıldığından beri. Bu aralar kafam o kadar meşgul ki bahsettim mi hatırlamıyorum, D'nin lenf bezinde bir kütle bulundu, doktoru tehlikeli bir şey olabileceğinden korkuyor, henüz ne olduğu belli değil. Onunla ilgili bir sorun çıkmasından korkuyorum.

Aynı zamanda D'nin annesinin sağlık durumu kötü, çok bencilce biliyorum ama ona bir şey olacağından ve her şeyin iptal olacağından endişe duyuyorum.

Bir de bunların üzerine şu anda diğer kız arkadaşla ilişkilerinin geleceği üzerine bir konuşma yapıyorlar. Ne konuşulduğunu deli gibi merak ediyorum. Ayrılırlarsa gerçekten Londra'nın dört bir yanında kına arayıp bulup bir taraflarıma yakacağım. Ve hatta buraya fotoğrafını koyabilirim.

Son iki haftada 20 tane falan iş başvurusu yaptım. Hiçbirinden cevap yok. Otomatik cevap falan gönderir insan. Sinir oluyorum.

Boğazı ağrıyınca "Boğazlarım ağrıyor" diyen insanlara da sinir olduğumu belirtmek istiyorum. Boğazın o, bir tane.

Bu aralar bedava ıvır zıvırlara takmış durumdayım. Parasını ödeyebilecek durumda olduğum halde bir şeyleri bedavaya getirmekten çok büyük bir zevk alıyorum, beleşin tadı bir başka oluyor gerçekten.

Showfilmfirst diye bir site var, sinema/tiyatro/komedi vs. türü etkinliklere sınırlı sayıda bedava bilet veriyor. O kadar sınırlı ki, anında kapmak gerekiyor. Ve nedense bu etkinliklerin çoğu evime yürüme mesafesinde denk geliyor. Geçen hafta Old Vic'te Democracy diye bir tiyatro oyununa gittim. O sıkıcı ötesi oyuna 25 pound ödeyenlere acımama rağmen evde boş boş oturmaktan iyiydi. Oyun sonrası TGI Fridays'te bedava yemek yedim. Şu anda az önce aldığım altı kutu bedava Grolsch'tan birini içiyorum. Çarşamba akşamı yine evin dibinde biletleri 25 pound'a satılan Saturday Night Live konsept sinemasına bedava gittim. Waterloo tren istasyonunun altındaki tünelleri 70'ler New York sokaklarına çevirmişlerdi. Çöp tenekelerinin içinde yanan ateş üzerinde marshmallow kızartan, New York aksanıyla hot dog satan tipler vardı. Mekanın barı o geceye özel The Pussy Lounge adında bir striptiz kulübüydü, ayaküstü striptiz de izlemiş oldum. Kesinlikle evde nette takılmaya tercih edeceğim bir akşamdı.


Paramı ise tahmin edebileceğiniz gibi çanta ve türevi gereksiz şeylere harcıyorum. Beşinci Balenciaga çantam gelecek yarın. Aynı modelde (Day) üçüncü çantam oldu bu. Hadi bakalım.

Tuesday, 10 July 2012

there's something in your eyes

Cumartesi sabahı 9'da kendimi yataktan sürükleyerek çıkardıktan sonra Pride yürüyüşünün başlayacağı Baker Street'e doğru yol aldım. Üzerinde "Throw me to the lesbians" yazan t-shirt'üm, dünyanın en büyük lezbiyeni Justin Bieber'ı anmak için takmış olduğum Bieber Fever rozetim ve sabahın o saatinde fena halde göze batan simlerle dolu mavi göz makyajımla turistlerin meraklı bakışları altında metroya bindim, yürüyüş alanına ulaştım. Hayal bile edemeyeceğim kadar büyük bir kalabalıktı, yürüyüş için toplanan grubun başı ve sonu arasında kilometreler vardı. Belediyenin yürüyüşe verdiği bütçeyi kesmesi ve daha az insan gelsin diye başlangıç saatini iki saat öne alması anlaşılan tam bir ters tepkiye yol açmıştı: Yıllardır görülmemiş, rekor boyutta bir kalabalık.

10 bin kişi beklendiği halde yürüyüşe en az 25 bin kişinin katılması nedeniyle geçit geç başladı. Gökkuşağı renklerine ayrılmış grubun başı 11.30 gibi yürümeye başladı, benim de içinde bulunduğum ve sonlara doğru olan mavi bölüm hareket etmeye başladığında saat 12.30 falandı. Önümüzde Lady Gaga çalan bir senfoni orkestrası, arkamızda çek çekli bir bavula monte edilmiş bir iPod ve anfi eşliğinde 3 kilometre yürüdük. İki buçuk saat süren yürüyüş öyle coşku doluydu ki, içimi ancak "Kafam güzel" lafıyla özetleyebildiğim acayip bir yükselme hali kapladı. Kilometreler boyunca iki tarafımızda sıralanmış ve geçerken bizleri alkışlayan, çığlıklar atan, "Süpersiniz" yapan insanlar;o insanların vücutlarındaki her boş noktaya LGBT hakları sloganlı çıkartmalar yapıştırarak yürüyenler; yüzlerce çıkartmayla kaplanmış ve kendilerini o coşkuya kaptırdıkları yüzlerinden okunan polisler; yürüyüşe katılan pek çok ünlü isim; inanılmaz bir deneyimdi. Birlikte yürüdüğüm insanlara sanki kimsenin bilmediği bir sırrı paylaşıyormuşuz gibi yakın hissettim.

Favorilerim Amnesty International'ın "Love is a human right" pankartları, Google'ın "Legalise love" çıkartmaları ve rastgele birinde gördüğüm, Londra Belediye Başkanı Boris Johnson'a "Boris you suck, but do you swallow" diyen pankarttı.

Yürüyüş sonrası Trafalgar Square'de toplanan kalabalık arasında Stephen Fry, Gok Wan, Boy George ve Syd Blakovich gözüme çarptı. Ve hatta Syd B ile bildiğiniz çarpıştık, birlikte fotoğraf çekilmek istedim ama cesaret edemedim.

Arkadaşlarımla yemek yiyip ayaklarıma kara sular inmiş bir biçimde eve geldiğimde saat 18.30'du. İki saat sonra D'den diğer kız arkadaşıyla sabahtan beri tartıştıkları, birlikte yaşadıkları evden taşınmaya karar verdiği ve arkadaşlarıyla Soho'ya içmeye gittiği şeklinde bir mesaj geldi. Tüm yorgunluğuma rağmen kalkıp tekrar Soho'ya gittim. Arkadaşlarıyla tanıştım, birer içki içtikten sonra gruptakilerden birinin evine gitme muhabbeti başladı. Ev bana çok uzak olduğundan gitmek istemedim, ama sonunda beni ikna ettiler. Bir taksiye atlayıp kadınlardan birinin evine gittik, bütün akşam içtik, muhabbet süperdi. Çook uzun zamandır o kadar eğlenceli bir gruba denk gelmemiştim. Daha sonra evine gittiğimiz kadın gitarını alıp şarkı söylemeye başladı. Sıradan bir şeyler bekliyordum, melek gibi sesini duyunca çok şaşırdım. Kadının zamanında İngiltere garage listelerini silip süpüren şu şarkıyı söyleyen insan olduğu ortaya çıktı:



Sonunda taksi çağırıp eve geldiğimizde saat sabaha karşı 4'e geliyordu. Mükemmel bir haftasonuydu.

Pride fotoğrafları

Biliyorum çok fazla fotoğraf var, ama 10 dakikanız varsa bakmanızı tavsiye ederim. Çok güzel olanlar var.

Friday, 6 July 2012

we recruit

En son yazdığımdan beri yine bir sürü şey oldu.

Geçen haftasonu D buradaydı. Cuma günü evde takıldık, yemek yaptık, şarap içtik, Jeux d'Enfants izledik. Sabah uyandık, full English kahvaltı edelim diye evden çıktık. Hava çok güzeldi, kahvaltıdan sonra nehir kıyısına gidip biraz hava almaya karar verdik. Nehir kıyısı dediğim South Bank: bilmeyenler için, London Eye'a gelen turistlerden para koparmak için acayip kostümler giyip heykellik yapan, gösteri yapan, enstrüman çalan vs. insanların olduğu bir yer. Tam çimlere yayılmıştık ki, önümüzde bir grup insan gitar çalmaya ve "İsa hepinizi çok seviyor" konseptli şarkılar söylemeye başladı. Gelen geçen dalga geçiyordu, tiplere acıdım gerçekten. Ama komiktiler. Bir tanesi yanımıza gelip Hristiyanlık propagandası yapan bir broşür vermeye kalktı, "İsa gay çiftleri de seviyor mu dostum" diye sormak istedim.

Bunun üzerine nehir turu yapmaya karar verdik. Yanımda çanta bile yok, sadece anahtarlarım ve cüzdanım var, sıfır makyaj, saç baş fena, üzerimde uyurken giymiş olduğum t-shirt, o halde tekneye binip Greenwich'e gittik. Sıfır meridyeni üzerinde bir mekanda oturup Belçika birası içtik. Belçika birasını çok sevdiğimden bahsederken konu tabii ki Belçika'dan açıldı. Sonuç olarak doğumgünümü Belçika'da geçirmeye karar verdik. Londra'dan arabayla 20 Temmuz sabahı yola çıkıp 22 Temmuz akşamı döneceğiz. Toplam iki buçuk saat araba + bir buçuk saat feribot sürüyor.

Amele yanığı olmuş bir halde South Bank'e geri döndük. Eve uğrayıp üstümüzü değiştirdik ve Oxford Street tarafına doğru yola koyulduk. Güney Afrikalı çok şirin bir deniz ürünü mekanında yemek yedik. İngiltere'deki pek çok restoranda %50 indirim yapan Tastecard'ım sayesinde birer bütün ıstakoz, bebe kalamar ve midye kişi başı 20 pound'a geldi!





O akşamı evde sakin bir şekilde geçirdikten sonra sabah uyandık, canımız sushi çekti. YO! Sushi'de 20 pound'a sınırsız sushi yapacaktık, ama daha açılmamıştı. Onun yerine güne sabahın köründe acılı acılı burrito yiyerek başladık. Daha sonra D evine gitti. O gittiği zaman içimi birkaç saat süren, fena bir ağırlık kaplıyor. O da aynı şekilde hissediyormuş.

Hayatımın rahat en güzel haftasonlarından biriydi.

**

Belçika'ya gitmek için sabırsızlanıyorum. Ama yanlış gidebilecek pek çok şey var. D'nin annesi kötü durumda, ona bir şey olur da gidemeyiz ya da erken dönmemiz gerekir diye otel, feribot vs. her şeyi ekstra para ödeyerek flexible ayırttık. D boynunda bir şişlik fark etti, doktoru kötü bir şey olabileceğinden şüpheleniyor ve test sonuçları henüz gelmedi. Ayrıca D'nin diğer kız arkadaşı birlikte tatile gideceğimiz için çıldırmış durumda, her gün gitmemizi istemediğini söyleyip D'ye benden ayrılması için baskı yapıyor. Baskılarının işe yaramayacağını biliyorum, ama her gün D'nin başının etini yemesine üzülüyorum. Benim için dua edin ve her şey yolunda gitsin, nolur nolur nolur.

**

Yarın London Pride var. Göt zekalı Pride komitesi işi fena halde batırdı. Ve üstelik bu seneki World Pride ve  bu olayı organize etmeye dört yıl önce başlamışlar. Para sıkıntısı nedeniyle güvenlik firmasının işi bıraktığı ve bu nedenle Pride'ın tehlikeye girdiği açıklandı. Bunun aylardır bilinmesine rağmen açıklamanın yürüyüşe 1 hafta kala yapılması insanları ayağa kaldırdı. Sonuç olarak yürüyüşe katılan, dekore edilen ve üzerinde insanların falan durduğu float denilen araçlar iptal edildi. İki bin pound verip bunları kiralayan dernek ve türevi charity'ler çok ihtiyaçları olan o parayı boşuna ödemiş oldu. Ayrıca araçların yürüyüşe katılması yasaklandığı için engelliler ve 3 km yürüyemeyecek olanlar yürüyüşe katılamıyor. Yürüyüş iki saat öne alındı, bu nedenle ülkenin diğer ucundan gelenler başlangıcına yetişemeyecekler ve tren/uçak biletlerini buna göre alanlar yürüyüşe katılamayacak. Resmi Pride partileri de iptal edildi. Soho'da sokakta içki içme izni de bu sene olmayacak, insanlar barlara akın edeceğinden her yer tıklım tıkış olacak. Pek çok grup organizasyonu protesto etme amacıyla yürüyüşe katılmayacak. Yürüyüş iki saat öne alındığı için o iki saati yürüyüşün başlayacağı noktada oturma eylemi yaparak geçirmeyi planlayan insanlar var. Ve sırf bunun için dünyanın pek çok yerinden gelen yüzlerce, belki binlerce insan bekledikleri coşkulu kutlama ve karnaval havası yerine birkaç bin insanın ellerinde 3-5 pankartla caddeden aşağı yürümesini seyredecek.

Özetle yarın Londra'da yapılacak olan Dünya Eşcinsel Onur Yürüyüşü Londra için tam bir utanca dönüştü.

Önde gelen bazı LGBT hakları aktivistleri para sıkıntısının nedeninin Londra Belediyesi'nin komiteye söz verdiği 100 bin pound yerine çok daha az bir miktar vermesi ve ayrıca komiteyle imzaladığı bir anlaşmayla komitenin para bulma/medyaya resmi açıklamada bulunma hakkını ciddi anlamda kısıtlaması olduğunu öne sürdü. Homofobik olduğunu sağır sultanın bile duyduğu muhafazakar Belediye Başkanı Boris Johnson'un komitenin önünü bilerek kestirdiği iddia edildi.

İddialarda doğruluk payı gerçekten olabilir, çünkü geçen hafta Gaydar ve Smirnoff'un gereken parayı ödeyerek Pride'ı kurtarma teklifleri belediye tarafından "çok geç olduğu" gerekçesiyle reddedildi. Eski komite görevlilerinden biri aslında çok geç olmadığını, belediye isteseydi Smirnoff ve Gaydar'ın katkısıyla Pride'ın kurtarılmış olabileceğini söyledi.

Nedir ne değildir bilemiyorum. Ama organizasyon komitesi günlerce en ufak bir özür bile dilemedi ve kendi başarısızlıklarını "Köklerimize dönüyoruz, Pride'ın amacı eğlenmek değil dünyanın diğer yerlerinde yürüyemeyenler için yürümektir" gibi sikko bir açıklama yaparak gizlemeye çalıştı. Gereken parayı denk getiremeyeceklerini aylardır bilmelerine rağmen böyle bir açıklamayı son anda yaptılar. Eminim böyle bir çözüm bulmak yerine birkaç ay öncesinden sıkıntıda olduklarını söyleseler ve katılacaklardan birkaç pound ücret talep etseler bu iş bu noktaya gelmezdi. Dört senede insan nasıl bunu organize edemez?

Yarın yürüyüşte nasıl bir atmosfer olacak en ufak bir fikrim yok. İnsanlar -haklı olarak- çok sinirli.

Sunday, 24 June 2012

watch the throne

BBC Radio 1 Hackney Weekend'den yeni eve geldim. Hayatımın en acayip ve hatırlanası günlerinden birini geçirdim. Hala inanamıyorum. Bütün gün oradaydım ve fena yorgunum, o yüzden uzun uzun yazmak yerine her şeyi unutmadan listeleyesim var:

- Güne Example ile başladım. Radyoda duyup sevdiğim şarkılardandı Changed The Way You Kiss Me, Example şarkısı olduğunu bilmiyordum. Güzel bir sürpriz oldu.

- Daha sonra The Maccabees'in olduğu sahneye geçtim. No Kind Words ile başladılar, mutlu oldum.

- The Maccabees sonrası devekuşu etli hamburger yemek istedim, ama milyon kişilik sırayı görünce vazgeçtim. Devekuşu eti yemeyi gelecekte yapılacaklar listeme ekledim.

- Will.i.am'in olduğu çadıra gittim. Çoğu insan Calvin Harris'e gittiği için pek kalabalık değildi, en önden izledim. Hayatımda izlediğim en iyi canlı performanslardan biriydi (Jay-Z'yi izledikten sonra bu lafımı geri aldım, az sonra değineceğim). Konuk sanatçılardan biri Eva Simons idi. Daha sonra will.i.a.m Red Hot Chili Peppers'dan girip Gotye'den çıktı.

- Ondan sonra aynı sahnede Flo Rida vardı. Bir düzine gülle gelip onları izleyicilere dağıtan Flo Rida daha sonra kendini iyice kaptırıp üstünü ve çıkarıp imzaladığı spor ayakkabılarını seyircilere fırlattı. Şarkılarını sevdiğimi söylediğimde arkadaşlarımdan "ıyy" tepkisi aldığım guilty pleasure'larımdan biriydi, izlediğime sevindim.

- Kasabian'ın vokali kesinlikle bir şeylerin kafasını yaşıyordu. Sürekli yeterince eğlenmiyorlar diye seyirciyi azarlayıp durdu, sevdiğim bir grup olmalarına rağmen sinir bozucuydu. Daha sonra vokal abi sahneden inmek istemedi, süreleri dolunca grubun diğer üyeleri hala enstrümansız bir şekilde şarkı söylemekte olan abiyi çekiştirerek götürdüler (hayır, şaka değil).

- Kasabian'dan sonra gün boyunca arada çiseleyen yağmur birden bastırdı. Jay-Z'nin de bir saat gecikeceği tuttu. Tam küfretme moduna geliyor ve Jay-Z'yi beklemeyip dönme hayalleri kurmaya başlıyordum ki, Jay-Z ve Rihanna sahnede belirdi. Rihanna'yı görmenin şaşkınlığını üzerimden atamadan birden Paper Planes çalmaya başladı ve M.I.A. ortaya çıktı. Daha sonra Justice - D.A.N.C.E. sample'ı eşliğinde biraz daha Jay-Z. Sahne önünde mosh pit içinde kendinden geçen bir adet Beyonce. Birden sahneye atlayan Kanye West. Acayipti dediğim gibi. Müziğin en önemli insanlarından bir kısmı, hepsi bir arada.

Ve bunların hepsi bedavaydı.

Bu Jay-Z ve insanüstü konukları performansının üzerine çıkabilecek bir grup/insan/vs. sanmıyorum ki olsun.

Saturday, 23 June 2012

you are so magnetic, you pick up all the pins

Bu aralar ne kadar acayip insan varsa beni buluyor.

Salı günü Londra'nın Soho'yla birlikte en gay semti olan Vauxhall'da bir gay bar'da tek başıma oturmuş içkimi içiyordum. Yanımdaki masaya takım elbiseli bir adam oturdu, göz göze geldik, gülümsedi, gülümsedim. Sonra adam yanıma geldi ve "Çok sarhoşum, arkadaşlarımı kaybettim, oturabilir miyim" dedi. Oturabileceğini söyledim. Adamın iş arkadaşlarıyla içmeye gittiği, sonra arkadaşlarından ayrıldığı ve karşısına çıkan ilk pub'a giren hetero biri olduğu ortaya çıktı. Muhabbeti de oldukça eğlenceliydi. Daha sonra bana sarılıp "Çok güzelsin" falan filan demeye başladı. 30 kere falan aynı şeyi tekrarladıktan sonra beni Ascot'a at yarışı izlemeye davet etmesinin üzerine "Gay barda olduğunun ve benim de gay olduğumun farkındasın değil mi" dedim adama. Zavallım nasıl üzüldü, nasıl şaşırdı anlatamam. Özür diledi ve kalktı gitti. Oysa ben gitmesini falan söylememiştim. Çok da iyi adamdı. Bir yandan gay olduğum açıklamasını "Ama nasıl olur, sen çok güzelsin" gibi önyargılı ve saçma bir tepkiyle karşılamasına sinir oldum, bir yandan da kendini kötü hissetmesine neden olduğum için üzüldüm. Bir yanım ise bir pub'a adım atalı 10 dakika geçmeden güzel bulduğu birinin masasına giderek onunla tanışma cesaretine sahip olmasına imrendi. Hayatımda hiçbir zaman öyle bir şey yapmadım, ne zaman birilerinden hoşlansam sadece bol bol bakıyor ve onların adım atmasını bekliyorum. Ve %99.9 ihtimalle atmıyorlar, kalkıp gidiyorlar ve onlarla birlikte bir şeyler olması potansiyeli de gidiyor. Onu geçtim, birinin benden hoşlandığını anlama konusunda tam bir odunum. Ne zaman birilerinin benden hoşlandığını düşünsem sadece arkadaşça davranıyor çıkıyorlar. Ve şu anki sevgilimden öğrendiğime göre insanlar benden bariz şekilde etkilendiğinde de ruhum duymuyor. Neredeyse umutsuz vakayım yani.

**

Geçen cumadan beri üçüncü kez otobüs durağında alakasız herifler tarafından rahatsız edildim. Bunların üçü de saat 23.00 civarı Londra'nın en canlı, merkezi bölgesindeydi. Otobüs durağında tanımadığı kadınların yanına gidip "Çok güzelsiniz bik bik bik" yapmak, aynı otobüse binip aynı durakta inmeye kalkmak, ısrarla konuşma başlatmaya çalışmak nasıl bir taktiktir? İşe yaradığı görülmüş müdür? Bunları yapanlar gerçekten taciz ettikleri insanı elde etme şansları olduğuna inanıyorlar mı? Bu neyin kafası cidden?

Çok sinirleniyorum.

**

Yarın BBC'nin düzenlediği Hackney Weekend'e gideceğim. Biletleri bedava olan ama bulmak için bilmem kaç deveye hendek atlatmak gereken, über bir festival. Line-up mükemmel, ama nasıl olsa ikisini de izledim diyerek Lana Del Rey ve Florence and the Machineli Pazar gününe bilet almadığıma yanıyorum (herkesin tek bir güne bilet alma hakkı vardı).


Lana Del Rey takıntım geçen hafta canlı izlediğimden beri abartı boyutlara ulaştı. Evimde yaşasın istiyorum.