Tuesday 10 July 2012

there's something in your eyes

Cumartesi sabahı 9'da kendimi yataktan sürükleyerek çıkardıktan sonra Pride yürüyüşünün başlayacağı Baker Street'e doğru yol aldım. Üzerinde "Throw me to the lesbians" yazan t-shirt'üm, dünyanın en büyük lezbiyeni Justin Bieber'ı anmak için takmış olduğum Bieber Fever rozetim ve sabahın o saatinde fena halde göze batan simlerle dolu mavi göz makyajımla turistlerin meraklı bakışları altında metroya bindim, yürüyüş alanına ulaştım. Hayal bile edemeyeceğim kadar büyük bir kalabalıktı, yürüyüş için toplanan grubun başı ve sonu arasında kilometreler vardı. Belediyenin yürüyüşe verdiği bütçeyi kesmesi ve daha az insan gelsin diye başlangıç saatini iki saat öne alması anlaşılan tam bir ters tepkiye yol açmıştı: Yıllardır görülmemiş, rekor boyutta bir kalabalık.

10 bin kişi beklendiği halde yürüyüşe en az 25 bin kişinin katılması nedeniyle geçit geç başladı. Gökkuşağı renklerine ayrılmış grubun başı 11.30 gibi yürümeye başladı, benim de içinde bulunduğum ve sonlara doğru olan mavi bölüm hareket etmeye başladığında saat 12.30 falandı. Önümüzde Lady Gaga çalan bir senfoni orkestrası, arkamızda çek çekli bir bavula monte edilmiş bir iPod ve anfi eşliğinde 3 kilometre yürüdük. İki buçuk saat süren yürüyüş öyle coşku doluydu ki, içimi ancak "Kafam güzel" lafıyla özetleyebildiğim acayip bir yükselme hali kapladı. Kilometreler boyunca iki tarafımızda sıralanmış ve geçerken bizleri alkışlayan, çığlıklar atan, "Süpersiniz" yapan insanlar;o insanların vücutlarındaki her boş noktaya LGBT hakları sloganlı çıkartmalar yapıştırarak yürüyenler; yüzlerce çıkartmayla kaplanmış ve kendilerini o coşkuya kaptırdıkları yüzlerinden okunan polisler; yürüyüşe katılan pek çok ünlü isim; inanılmaz bir deneyimdi. Birlikte yürüdüğüm insanlara sanki kimsenin bilmediği bir sırrı paylaşıyormuşuz gibi yakın hissettim.

Favorilerim Amnesty International'ın "Love is a human right" pankartları, Google'ın "Legalise love" çıkartmaları ve rastgele birinde gördüğüm, Londra Belediye Başkanı Boris Johnson'a "Boris you suck, but do you swallow" diyen pankarttı.

Yürüyüş sonrası Trafalgar Square'de toplanan kalabalık arasında Stephen Fry, Gok Wan, Boy George ve Syd Blakovich gözüme çarptı. Ve hatta Syd B ile bildiğiniz çarpıştık, birlikte fotoğraf çekilmek istedim ama cesaret edemedim.

Arkadaşlarımla yemek yiyip ayaklarıma kara sular inmiş bir biçimde eve geldiğimde saat 18.30'du. İki saat sonra D'den diğer kız arkadaşıyla sabahtan beri tartıştıkları, birlikte yaşadıkları evden taşınmaya karar verdiği ve arkadaşlarıyla Soho'ya içmeye gittiği şeklinde bir mesaj geldi. Tüm yorgunluğuma rağmen kalkıp tekrar Soho'ya gittim. Arkadaşlarıyla tanıştım, birer içki içtikten sonra gruptakilerden birinin evine gitme muhabbeti başladı. Ev bana çok uzak olduğundan gitmek istemedim, ama sonunda beni ikna ettiler. Bir taksiye atlayıp kadınlardan birinin evine gittik, bütün akşam içtik, muhabbet süperdi. Çook uzun zamandır o kadar eğlenceli bir gruba denk gelmemiştim. Daha sonra evine gittiğimiz kadın gitarını alıp şarkı söylemeye başladı. Sıradan bir şeyler bekliyordum, melek gibi sesini duyunca çok şaşırdım. Kadının zamanında İngiltere garage listelerini silip süpüren şu şarkıyı söyleyen insan olduğu ortaya çıktı:



Sonunda taksi çağırıp eve geldiğimizde saat sabaha karşı 4'e geliyordu. Mükemmel bir haftasonuydu.

Pride fotoğrafları

Biliyorum çok fazla fotoğraf var, ama 10 dakikanız varsa bakmanızı tavsiye ederim. Çok güzel olanlar var.

No comments: