Saturday, 21 May 2011

yeni başlayanlar için ingiltere pt.1

Bunu neden yapmamıştım bilmiyorum, ama İngiltere'ye yeni taşınırken neler bilmek isterdim diye düşünüp aklıma gelenleri burada toplamaya karar verdim.

Öncelikle ulaşım konusundan bahsedeceğim.

-Ülke içi tren yolculukları

Londra'da yanlış hatırlamıyorsam 11 tane ana tren istasyonu var. Farklı bölgelere giden trenler farklı istasyonlardan kalkıyor, ve National Rail altında toplanan bir çok farklı tren işletmesi var. Örneğin Kent ve Doğu Sussex'le Londra'yı bağlayan Southeastern Railways trenleri Charing Cross ve Victoria'dan kalkıyor. Brighton'a giden trenler London Bridge ya da Victoria'dan kalkıp Southern ya da First Capital Connect tarafından işletiliyor. Her işletmenin trenleri farklı "kalitede" oluyor (ne desem bilemedim). Şu ana kadar bindiklerim arasında en leşi First Capital Connect, en konforlusu Chiltern ve First Great Western'dı. Genel olarak hızlı trenler daha temiz ve rahat oluyorlar, ama fiyatları da tuzlu oluyor. İngiltere fazla büyük bir ülke olmadığından hızlı-yavaş tren farkı genelde 1 saat falan oluyor (çok kuzeye gitmediğiniz sürece). Eğer para sorununuz varsa yavaş trenleri tercih edin.

Biletlerinizi önceden alın. Her zaman gününde almaktan daha ucuza geliyor, ama sadece seçtiğiniz trende seyahat edebiliyorsunuz. Kaçırırsanız yeniden bilet almanız gerekiyor. Bazı şirketler (mesela Southeastern) bunun için 1.50 pound falan bir ücret alıyor. FWG ve Chiltern'dan önceden bilet alırken online rezervasyon parası ödemenize gerek kalmıyor diğer tren işletmelerinin aksine. Biletinizi birkaç gün önceden alırsanız fiyat baya fark ediyor (Bath'a gitmek için 2 gün önce aldığım biletle yolculuk günü alınan bilet fiyatı 12 pound falan fark ediyordu, 16-25 yaş tren kartım olmasa 15-20 pound arası fark edecekti).

Size bir diğer tavsiyem ise Redspottedhanky. Bu sitede tüm tren biletlerini çok daha indirimli olarak bulabilirsiniz. Eğer önceden alırsanız Londra'dan Birmingham'a 5 pound'a gitmeniz dahi mümkün. Güvenilir bir sitedir, Facebook'tan takip ederek zaman zaman dağıttıkları indirim kuponlarından kaparsanız yolculuğunuz bedavaya dahi gelebilir.

Ayrıca İngiltere'ye yeni başlayanlara bir tavsiye daha: Eğer gezip dolaşacaksanız ve 16-25 yaşları arasındaysanız, mutlaka bir tren kartı (16-25 railcard) alın. Yıllık ya da 3 yıllık alabiliyorsunuz, yıllığı bu sene £28 oldu bildiğim kadarıyla. Google'da aratıp kartı online olarak alırsanız %10 indirim için kodlar bulabilirsiniz. Bu sene fazla gezmedim, ama yine de 2-3 kerede kart parasını çıkardı. Kart size bilet fiyatında üçte bir indirim sağlıyor, ülke içindeki tüm trenlerde geçerli. Mesela Bath'a giderken 33 pound olan advanced bilet fiyatında 11 pound kazanç sağladım. Dediğim gibi, yılda 1-2 kere bile gezseniz avantajlısınız.

Ayrıca railcard'ınız size Londra içinde geçerli travelcard'larda da aynı indirimi sağlıyor. En büyük avantajlarından biri ise Oyster kullanırken geçerli olan "cap" denen günde ödeyeceğiniz maksimum limiti düşürmesi. Şu anda sabah 9.30'dan sonra geçerli olan (off-peak) cap £4.60 yanlış hatırlamıyorsam. Yani 9.30'dan sonra kaç kere metroya otobüse vs. binerseniz binin 4.60'dan sonrasını ödemiyorsunuz. Günlük travelcard'dan daha ucuza geliyor.

Railcard ile bilet alacaksanız mutlaka trene binmeden alın. Uyuz bir bilet görevlisine denk gelirseniz trende bilet satarken railcard'ınızı kullanmanıza izin vermeyebilir. Zaten genel olarak biletinizi önceden alın. Londra'da ve diğer büyük/küçük şehirlerde biletsiz trene binebilmeniz/trenden inebilmeniz mümkün değil zaten. Hem giriş ve çıkışlarda biletsiz geçemediğiniz makineler var, hem de yolculuğun bir yerinde (hatta birden fazla yerinde) görevliler bilet kontrolü için treni dolaşıyor. Şehir olmayan, küçük yerlerin tren istasyonlarında bilet kontrol makineleri olmadığı için biletsiz trene binebilirsiniz, indiğiniz yer de küçük bir yerse ve makine yoksa biletsiz çıkabilirsiniz de, ama iki istasyon arasında bilet kontrol görevlisine denk gelme olasılığınız var. Görevliye denk gelirseniz "Kusura bakmayın, son anda yetiştim" ya da "Bilet kuyruğu çok uzundu/bilet satış makinesi bozuktu" gibi bir bahane uydurup biletinizi ondan satın alabilirsiniz. Ama şu ana kadar hiç denk gelmemiş olsam bile görevlinin size bilet fiyatından daha fazla bir ceza kesme ihtimali var. Yapmayın derim o yüzden.

Tren yolculuğu yapacağınız gün mutlaka tren saatlerini kontrol edin, çoook düşük bir ihtimal ama son anda trenler iptal falan olabiliyor, kalırsınız sonra istasyonda.

Bir de soğuk havada rayların donması yüzünden ya da azıcık bir kar yağışında trenlerin çoğunun iptal ya da gecikmeli olabileceği aklınızda bulunsun. Bu durumda saatleri internetten kontrol etmek de fayda etmiyor, gecikmeler/iptaller ağır hava koşullarında oraya yansımayabiliyor.

-Eurostar

Eurostar'la Londra'dan 2 saatte Paris'e, ve ondan daha az bir sürede Brüksel'e gidebiliyorsunuz. Ayrıca Eurostar biletinizle Brüksel'den Amsterdam ve diğer Hollanda şehirlerine ücretsiz olarak devam edebiliyorsunuz (diğer Avrupa ülkeleri için nasıl bir uygulama var bilmiyorum). Eğer 26 yaş altındaysanız ve biletinizi 1 ay falan önceden alırsanız kişi başı 49 pound'a gidiş-dönüş Paris bileti alabilirsiniz. Son ana bırakırsanız bilet fiyatları bunun 6-7 katına falan fırlıyor.

Eurostar Londra'da King's Cross'tan kalkıyor, ayrıca Ebssfleet ve Ashford'da da Eurostar istasyonları var.

Easyjet'ten de alabileceğiniz en ucuz Londra-Paris gidiş dönüş uçak biletı aşağı yukarı 49 pound'a denk geliyor. Ve Easyjet'in kullandığı fena halde şehir dışında olan Gatwick, Luton, Stansted gibi havaalanlarına giderken hem gidiş dönüş 20 pound civarı bir para ödüyorsunuz, hem de ekstra aşağı yukarı 1 saat harcıyorsunuz. Sonuç olarak daha fazla para verip sıkış tepiş koltuklarda Paris'e ulaşmanız günün yarısını alıyor. Eurostar'ın inanılmaz konforlu koltuklarında 2 saatte Londra şehir merkezinden Paris şehir merkezine gitmek varken uğraşmanızı hiç tavsiye etmem.

-Şehirlerarası otobüs yolculuğu

İngiltere içinde çok az otobüse bindiğimden pek yorum yapamıyorum. Bildiğiniz otobüs işte. Tek farkı biletlerin koltuk numarasız, önceden gelen kapar modunda olması; ve Easyjet gibi fiyatları gün geçtikçe artan bir şekilde satışa sunulması. National Express ve onun daha leş versiyonu olan Megabus'tan çok önceden alırsanız £1'a falan bilet bulabilirsiniz. Kent'te yaşarken Londra'dan kalkan son otobüs son trenden daha sonra olduğu için gece dışarı çıkarken birkaç kez otobüse binmiştim.

-Ülkelerarası otobüs yolculuğu

Eurolines ile çok ucuz fiyatlara (gidiş dönüş 35 euro'ya Brüksel'e gittim geçen sene) ülkelerarası yolculuk yapabilirsiniz. Rota da baya geniş, Doğu Avrupa'ya kadar gidiyor. Ama bunu da *kesinlikle* tavsiye etmem. Bir kere yaptım, işkence gibiydi, bir daha asla yapmam. Londra-Brüksel rotası Victoria'dan başlıyor, koltuklar numaralı değil, insanlar itişe kakışa koltuk kapmaya çalışıyor, horlayıp duranlar, bağıra çağıra ağlayan çocuklar, iğrenç kokulu insanlar, baharatlı baharatlı yemek yiyenler, Türkiye'deki en leş dolmuşu düşünün, öyle bir şey. Ve bu işkence 8 saat falan sürüyor. Londra'dan Dover'a geliyorsunuz, otobüsten bagajınızla birlikte indiriliyorsunuz, siz pasaport kontrolden bagajınız ise xrayden geçiyor, feribota biniyorsunuz, Fransa'ya gelince iniyorsunuz, yeniden pasaport kontrolden geçiyorsunuz otobüsten çantalarınızla birlikte indirilip, bu olurken 1 saat kuyruk bekliyorsunuz falan. Çin işkencesi gibiydi tamamen, Kıta Avrupası ülkeleri arasında pasaport kontrol edilmeden kısa bir mesafeye gitmiyorsanız Eurolines'dan UZAK DURUN. 15 euro fazla verip binin Eurostar'a, rahat rahat 2 saatte gidin.

-Londra içi ulaşım

Metroda hat değiştirmeye üşenen biri olarak ben genelde otobüs kullanıyorum. Ama otobüs hattının başından sonuna gittiğim için bu, yoksa hayatta otobüse binmem, otobüsler tıkış tıkış oluyor gündüzleri. Ve çok uzun sürüyor yolculuk. İki katlı otobüslerde sürücüden bilet alabiliyorsunuz, aldığınız bilet 1 saat geçerli oluyor. Körüklü otobüslerde önceden bilet makinesinden bilet almak gerekiyor, o da 1 saat geçerli. Körüklüye arka kapılardan biletsiz/Oyster kartınızı kullanmadan da binebilirsiniz, ama sık sık bilet/Oyster kontrolleri yapılıyor. Eğer bilet gösteremiyorsanız ya da kartınızı okutmamışsanız £50 para cezası ödüyorsunuz ayrıca bu suç olarak sicilinize işleniyor. Otobüs zaten Oyster'la £1.40, Oyster'sız £2.20 falan; yapmayın, etmeyin. Kesinlikle biletsiz/kartınızı okutmadan otobüse binmeyin.

(Bunu yazdığımdan beri körüklü otobüsler kalktı, ama şoförler bazen Oyster'ınız boş olsa bile 'geç geç' yapabiliyorlar. Eğer akşam/gece değilse geçmeyin, inip doldurun öyle binin derim. Olur da kontrole denk gelirseniz diye.)

Sürücü kapıyı kapattıysa genelde bir daha açıp sizi almaz, otobüs trafik ya da kırmızı ışık yüzünden duraktan hareket edemiyor olsa bile. Aklınızda bulunsun.

Otobüs yolculuğu kolaydır, sonraki durak otobüsün içindeki elektronik tabelalarda yazar.

Özellikle iş çıkış saatlerinde sonraki otobüsün çok yakından takip ediyor olması nedeniyle otobüsün "The destination of this bus has changed" anonsuyla normalden erken rotasını bitiriyor olması oldukça muhtemeldir. Böyle bir durumda arkadan gelecek olan otobüse ücretsiz olarak binebilirsiniz.

Londra gece otobüsü hattı süperdir. Saat kaç olursa olsun şehrin bir ucundan bir ucuna maksimum iki gece otobüsüyle gidebilirsiniz. Ama gece otobüslerinde sarhoş insanların olay çıkarma/salak saçma şeyler yapma olasılığı çok yüksektir, şoföre ya da sarhoş görünmeyen birilerine yakın oturmaya çalışın. Mümkünse üst kata çıkmayın.

Metroda Oyster'ınız yoksa bir yolculuk için £4 ödüyorsunuz yanlış hatırlamıyorsam. Oyster ile zone 1-2 içi bir yolculuk £1.80 (hatta off-peak zamanlarda 1.25 galiba). O yüzden Londra'ya kırk yılda bir bile geliyor olsanız mutlaka bir Oyster kart alın. £3 karşılığında aldığınız kartı istediğinizde bir metro istasyonuna iade edip paranızı geri alabilirsiniz. Oyster'ı otobüs, vapur, tren, metro, DLR, overground'da kullanabilirsiniz. Günlük ulaşım masrafınız belli bir miktarı geçince (7 küsür pound) o günün geri kalan yolculuklarını bedava yaparsınız. Eğer 16-25 railcard'ınız varsa metroda gişe görevlisine gidip "Bu tren kartımı Oyster'ıma yükletmek istiyorum" diyerek o işi halledebilirsiniz.

-Havaalanlarına gidip gelmek

En kolay ulaşılan havaalanı Heathrow. Biraz pahalı olan Heathrow Express ile 15 dakikada, daha ucuz olan Heathrow Connect ile Paddington tren istasyonundan 24 dakikada ulaşabiliyorsunuz. En ucuz ulaşım metro ile, ama baya uzun sürüyor. Otobüsle de gidebilirsiniz bildiğim kadarıyla, National Express websitesine bakın. Gatwick'e de National Express ile ya da daha çabuk gitmek istiyorsanız Victoria'dan Gatwick Express ile gidebilirsiniz. Tren otobüsten daha pahalı. Otobüsten daha kısa sürsün ama Gatwick Express'ten daha ucuz olsun istiyorsanız Brighton'a giden trenler yarım saatte falan gidiyor. Stansted ve Luton oldukça şehrin dışında. Stansted Express var, Liverpool Street'ten kalkıyor ve 40-45 dakika sürüyor yanlış hatırlamıyorsam. Ayrıca ikisine de easyBus ya da National Express otobüsleri ile gidebilirsiniz. Daha uzun sürer, ama önceden alırsanız çok ucuzdur. Fiyatlar yolculuk yaklaştıkça artar. Terravision bu havaalanlarına sabit fiyatla gidiyor, son dakikaya kalırsanız onunla gidebilirsiniz. City havaalanına hiç gitmediğimden ulaşım nasıl bilemiyorum.

Evet, aklıma gelenler bunlar ulaşım konusunda.

Friday, 20 May 2011

idiocy knows no rest

Adana'da bir kadın iş arkadaşı başka bir kadına "Seni dudaklarından öpeyim, çok tatlısın" diye mesajlar attığı için kadının olayı mahkemeye taşıması üzerine "cinsel taciz" suçundan 10 ay hapis cezasına çarptırılmış. Buyrun haber burada.

Çok eminim ki bu bir homofobi örneği. Hatta hem homofobi, hem seksizm örneği.

Bu ülkede erkekler böyle mesajlar atmayı geçtim, sokakta kadınları takip edince, popolarını avuçlayınca, ve hatta tecavüz edince bile ceza almayabiliyorlar (hatta almama olasılıkları alma olasılıklarından daha fazla).

Ama bir kadın sırf birinin telefonuna böyle mesajlar attı diye hapis cezasına çarptırılıyor. Hem gay (ya da bi, queer, vs) olduğu, hem de toplumun idiotik değer yargılarının "pasif kadın" beklentisine uymadığı için cezalandırılmak isteniyor.

Bu ne saçma iş.

Bazen Türkiye vatandaşı olduğum için kendimden utanıyorum gerçekten.

"What makes stupidity really insufferable is that it is forever in action - idiocy knows no rest."

Thursday, 19 May 2011

hang on to your iq

İngiltere'de üçte bir indirimli tren yolculuğu yapmamı sağlayan 16-25 railcard'ımın süresi bu ay sonunda bitiyor. O yüzden bitmeden son kez kullanayım diye yarın Bath'a gidiyorum. Geçen kıştan beri gitmek istiyordum ama bir türlü fırsat olmamıştı.

Geçen hafta okula röportaja gittiğim için verdikleri Amazon hediye çekini sonunda kullandım. Hediye çeki ve öğrendi indirimi de eklenince 170 poundluk bu D&G saati 38 pound'a almış oldum. Cumartesi gelir herhalde.


Haftaya Barcelona'ya gidiyor olmam sebebiyle ASOS'tan aldığım bikini dün geldi. Her tarafı tam oldu ama göğüslerinin kup kısmı büyük geliyor. Denerken yanlışlıkla etiketi kopardığım için ve zaten bir küçük bedeni olmadığı için değiştiremiyorum. Çok da beğendim, geri yollamak istemiyorum. Barcelona'da idare edip Türkiye'ye dönünce terziye götürmeyi planlıyorum, ama göğüslerim eğilince falan dışarı fırlıyor cidden. Kendim dikmeye çalışsam içine eder miyim acaba?

Neden 16 ve üstü beden giyen kadınların DD+ göğüs sahibi olduğu varsayılıyor? Sinir bozucu.

Son zamanlarda okuldaki insanlarla aram açıldı. Ben Londra merkezde yaşadığım için, onlar da okul çevresinde (yani bana 1 saati geçen bir otobüs yolculuğu uzaklıkta) oturdukları için yaptıkları şeylere pek katılmıyordum. Arka arkaya çoğu davetlerine "Hayır" cevabı verdikten sonra davet edilmez oldum tabii ki. Dolayısıyla benim dışımdaki herkes birbirine çok yakınken, ben hep biraz dışlanmış hissediyorum kendimi.

Bunun tek nedeninin mesafe olduğunu sanmıyorum. Eminim çok arkadaş canlısı biri olsaydım, aralarına kırk yılda bir katılabiliyor olmam bana kendimi gruptaki yalnız insan gibi hissettirmezdi. İngiltere'de içinde bulunduğum çoğu ortamda öyle hissediyorum: Masada oturan ama ağzını açmayan, insanların konuşmalarını dinleyip sanki konuşkan olmamak utanılacak bir şeymiş gibi bir şeyle meşgul görünmek için 10 saniyede bir telefonuna bakıp içkisini yudumlayan, eve dönerken masadan kalkıp duyulabilmek için sesini yükselterek "Ben gidiyorum" demese kimsenin yokluğunu fark etmeyeceği insan.

Ben böyle biri değildim. İzmir'de ya da İstanbul'da yaşarken kesinlikle böyle biri değildim. Beni o zamanlardan tanıyanlar da bana katılıyor mu, yoksa ben bunca zaman kendimi hep yanlış mı görmüşüm? Bana şu son iki yılda böyle oldum gibi geliyor. Türkiye'deyken yanımda arkadaşım olmadan dışarı çıkarsam böyle hissediyorum sadece, o da artık arkadaşsız dışarı çıkınca akşamı/geceyi benim yanımda geçirecek biriyle karşılaşmayacak kadar ortamdan uzaklaşmış olmamdan kaynaklanıyor. İngiltere'de bir tane bile yakın arkadaşım olmadığından bu kadar yalnız hissettiğime karar verdim. Ve İngilizler (hatta İngilizler değil, çoğu yabancı olan okul arkadaşlarımdan anladığıma göre İngiltere'de yaşamaya başlayan herkese bulaşıyor bu) klişe olacak ama çok soğuk insanlar. Yani yakın bir arkadaşınız olmadan tanıdığınız ama çok yakın olmadığınız insanlarla dolu bir masaya oturduğunuzda benim gibi sosyal özürlüyseniz yalnızlıktan kafayı yiyorsunuz o masada. Ve kalkıp gitmek istiyor, gidecek fırsat bulamıyorsunuz. Son yirmi dakikada bir kez olsun ağzınızı açmamışken insanların muhabbetini bölüp "Ben eve gidiyorum" demenin ne kadar lame görüneceğinden korkuyorsunuz; hatta telefonla konuşma ayağına çaktırmadan masadan kalkıp eve gidiyor, sonra da "Acil bir şey çıktı hoşçakal diyemeden gittim" bahanesini hazırlıyorsunuz kafanızda. Ama hoşçakal demeye bile çekindiğiniz o insanlar tabii ki size nereye kaybolduğunuzu sormuyorlar. Çünkü yokluğunuz hissedilmemiş bile.

Sosyal özürden bahsederken gerçekten abartmıyorum. Böyle bir insan haline geldim son iki yılda. Değişebilmek istiyorum, kendimi insanlarla havadan sudan muhabbetler yapıp ortama dahil olmaya zorluyorum, ama olmuyor. Ancak alkol aldığımda olabiliyor, o yüzden alkolsüz dışarı adım atmıyorum okul dışında bir yere giderken, o zaman da alkolün bokunu çıkarıp saçmalayınca ağzımdan çıkanlar bana ertesi gün kendimi daha da bombok hissettiriyor. Daha sosyal, sevilesi bir insan olmak için içiyor, içtikçe daha da sevilmeyesi hale geliyorum.

Bütün sosyal skill'lerimi İstanbul'da bıraktım sanırım. Fazlasıyla özlüyorum.

Beni böyle sevecek, kendisi bik bik bik konuşurken benim sadece gülümseyerek dinleyecek olmamı kabullenecek bir insanla tanışmayı ne kadar istiyorum bilemezsiniz.




I'm lonely (ve hatta Brian Molko telaffuzuyla lone-lay) mi demişti birisi?

idaho

Dün akşam gittiğim ilk mekanda çekilen fotoğraflar ve herkesin yazdığı cümlelerden oluşan bir video. İlk cümle benimki. Günün anlam ve önemi: International day against homophobia and transphobia (IDAHO).


Wednesday, 18 May 2011

terry and the beach boys

Dün fena halde gitmek istediğim iki tane etkinliğin birden olduğu, ama dışarı çıkasımın hiç olmadığı bir gündü. Böyle ikilemlere arada düşüyorum; genelde ya birini seçiyor, ya da seçme stresi beni deli ettiği için ikisine de gitmeyip evde oturuyorum. Dün gayet istisnai bir şekilde ikisine de gittim.

2 hafta falan önce yapılan drag king yarışmasında 2. olan king sahneye çıkıyordu ilk gittiğim mekanda. Hem kendisi hem de performansı süperdi, ama arada yaptığı seksist yorumlar sinirime dokundu. Drag'in cinsiyet stereotiplerini vurgulayarak saçmalıklarına işaret etme amacı taşıdığının farkındayım, ama mizojin erkek modeli bir stereotip olmak zorunda mı? Ya da bir stereotip mi?




Bu arada o bahsettiğim yarışmayı kazanan redneck kıvamındaki fena çirkin drag king'in kadın halinin ne kadar güzel ve etkileyici olduğunu fark ettim dün gece. Ayrıca kendisi 25.000TL'ye falan portreler satan bir ressammış. Ve 45 yaşındaymış. Hiç, hiç göstermiyordu. Bu bahsettiğim mekana ne zaman gitsem (ki Londra'da en çok gittiğim yer herhalde) insanlar tahminimden 10 yaş falan daha büyük çıkıyorlar (hatta bazen daha fazla). Benim mi yaş tahmin etme yeteneğim hiç yok, bu garip bir tesadüf mü, ya da mekan loş olduğundan mı öyle bilmiyorum. Muhtemelen sonuncusu.

Özet olarak ilginç bir akşamdı, görmek istediğim bir sürü insanın yanında kesinlikle görmek istemediğim bir sürü insan da oradaydı (eski "kız arkadaşımsı"lar gibi). O yüzden odanın belli köşelerine hiç bakmamak zorunda kaldım.

Sahne performansı bittikten sonra dünün Uluslararası Homofobi ve Transfobi Karşıtı Gün olması nedeniyle herkesin bağıra çağıra I Will Survive söyleyip dans ettiği bir video kaydedildi. Youtube'a konunca burada paylaşacağım. İnanılmaz bir queer dayanışması/kardeşliği anıydı; başka bir ülkenin küçük bir köyünde mahallenin tek gay insanı olarak yaşamadığıma bir kez daha şükrettim.

Her şey bittiğinde Leicester Square yakınlarındaki bir gay barda olan Terry Poison konserine yetişmek için 10 dakikamız kalmıştı. Hemen bir taksiye atlayıp oraya gittik, zamanlamamız süperdi, içeri girip içkimi aldıktan 1-2 dakika sonra grup sahneye çıktı. En öne geçip konseri abartısız 1 metre öteden izledik. Ve sahneden inerken Louise K bildiğiniz üstüme düştü, "Aman tanrım bana dokundu" çığlıkları attım kafamda.

Sonra eve geldim, uyumadan önce Castle izledim. Bölümde Castle'ın çok eskiden bir arkadaşı cinayetle suçlanıyordu. Castle ise onun cinayet işleyecek biri olmadığına inanıyor ve 14 yaşındayken okula ilk kez geldiğinde ve çok yalnız hissederken tanıştığı arkadaşının hayatını nasıl etkilediğinden bahsediyordu. Beckett de ona kafasında arkadaşına dair bir imaj oluşturduğunu, ama gerçek "o"nun o imajla aynı insan olmadığını söylüyordu:

“You made him up. He’s a character in a story that you told yourself when you were a homesick, 14-year-old little boy. And maybe it’s time to let him go.”

Söyledikleri aklıma nostaljik anlarımda özlediğim, ama şu anki hallerinin özlediğim halleriyle alakası olmayan insanları getirdi.

Tuesday, 17 May 2011

every plane is a missile, every suitcase...

Tezimin lit review kısmının ilk taslağı sonunda bitti. Bugün o kadar acayip bir ruh halindeydim ki, anlatamam. Yarım saatte bir uyanıp saatin daha 8 olmadığını görünce bir oh çekip uykuya döndüğüm bir geceden sonra gözlerimi zor açarak uyandım, duş aldım, ve alelacele okula gittim. Hem o koşuşturmaca, hem tez stresi derken uyanmamla okula ulaşmam arasında geçen zamanın detaylarını hiç hatırlamıyorum. Çok ilginç bir şekilde kafamdan silinmiş hepsi.

İnanılmaz hızlı geçen bir 7 saatlik bir workshop'tan sonra (7 saat, şimdi düşündükçe oha diyorum) eve gelmek için otobüse bindim. Londra merkeze geldikten sonra birden trafik durma derecesinde yavaşladı ve normalde otobüslerde hiç yapılmayan bir "Güvenliğiniz için çevrenize dikkat edin, şüpheli bir paket görürseniz polisi arayın" anonsu yapıldı. Sokaklar fena halde polis arabası vs. kaynıyordu. Herkes fısır fısır spekülasyona başladı. Geçtiğimiz günlerde you-know-who öldüğünden beri ülkedeki köktenci Müslümanlar kafayı yiyecek diye gündüz metroya binmeye, kalabalık yerlere gitmeye korkar hale gelen ben otobüsten inene kadar ve duraktan eve yürüyene kadar başıma bir şeyler gelecek diye nasıl üç buçuk attım, inanamazsınız. Sonradan öğrendim ki olayın nedeni buymuş.

Ruh halim normale şimdi döndü.

Hiç internete girip biraz kendime zaman ayıracak ve güne hazırlanacak vakit olmadan uyandığım gibi dışarı çıkmak zorunda kaldığım günlerde kendim olmuyorum.

Monday, 16 May 2011

jack lives here

Bugün 5 saatlik uykunun ardından sabah 8'de kalkıp okula 7 saatlik bir tez workshop'una gittim. Herkes sırayla tezini sundu, ve diğerleri de teker teker eleştirilerini yaptı. Konumun çooook geniş olduğunu ve daraltmam gerektiğini söyledi bir çok insan, ve o kadar kafam karıştı ki, anlatamam. Bugüne tezin üçte birini falan oluşturan literature review kısmını teslim etmem gerekiyordu, yetiştiremediğimden yarın teslim edecektim. Ama öyle moralim bozuldu ve konumdan çok eminken öyle kararsız bir hale geldim ki, hepsini silip baştan mı başlamalıyım diye düşünüyorum. Bir boka yardımcı olmayan danışmanımın da bir faydası yok malesef. Bu ruh haliyle eve geldikten sonra kapının önünde bir paket buldum. Geçen gün ASOS'tan ısmarladığım bikini olduğunu sanarak açtım, içinden bir Jack Daniel's tshirtü çıktı. Geçen ay bir çekilişe katılmış ve katıldığımı unutmuşum, ve bir adet tshirt kazanmışım. İşin tek fena yanı tshirtün medium olması ve üstüme rahatsız edici derecede yapışıyor olmasının yanında göbek deliğimin hemen altında bitecek kadar kısa olması. Yakasını biraz kesip açmayı, yanlarını da kesip kestiğim yerlere ve tshirtün bittiği yerin altına siyah dantel dikerek altı siyah dantel bir şekilde devam ediyor havası yaratmayı planlıyorum.


Uğraştıracak bu beni ama yine de mutlu oldum. Teşekkürler Bay Jack.

Saturday, 14 May 2011

that's the spirit

Fazla kilolarım hakkında toplumun genel 'güzellik' kavramının saçmalığına dair (ya da 'fazla' kavramının göreceli oluşuna dair) bir muhabbete girmeye üşendim şimdi. Ama olayı "Vücudum hedef kitleme dahil bile olmayan toplumun geneli tarafından beğenilecek diye hayatımı koşu bantlarında ve ölüm diyetleri yaparak geçirmeyi reddediyorum" diye özetleyebilirim. Hatta Sözlük'te "kalın bacaklara rağmen mini etek giymek" gibi başlıklarda belli ki beyin kapasitesi sınırlı insanlar tarafından yapılan yorumları gördükçe iyice sinir oluyorum ve kendimi KFC ile doldurup minicik eteğimle sokağa atasım geliyor. Ama malesef ayağımdaki stres kırığının 2,5 yıldır geçmemiş olması ve regl düzenimin kafayı yemesi gerçekleri bu kiloda olmamın sağlıklı olmadığını gösteriyor. Ayağımın tamamen iyileşmesi için ya bu yaz ameliyat olmam, ya da acil olarak bütün 'fazla' kilolarımı vermem gerekiyor. Bütün yazı yatakta ameliyat sonrası ayağımın iyileşmesini bekleyerek geçirmektense, ikinci seçeneği tercih ediyorum. Dolayısıyla toplumun siktiriboktan estetik anlayışı bir yana, en kısa zamanda kilo vermem gerektiği 283492 tane doktor tarafından sürekli kafama kazınmaya çalışılıyor.

Tuzsuz, zeytinyağsız yemek sevmeyen bir insanım. Haşlanmış şeyleri de sevmem. Zaten doğru düzgün sağlıklı yemek pişiremiyorum. Yağlı, sağlıksız, fast food familyasından ne varsa hepsini severim; yemek yapabilitem Marks and Spencer ya da Tesco'dan alınmış hazır yemekleri mikrodalgaya atmaktan ibarettir (abartıyorum tabii ki, ama İngiltere'deyken daha fazla yemek pişirmiyorum, bulaşığı yıkamaya üşeniyorum). Bunun değişmesi gerektiğinin farkına vardıktan ve dolaptaki mayonez ve diyet kola dışındaki sağlıksız her şey bittikten sonra alışverişe gidip dolabı Activia, meyve, ızgara yapılası et ve mikrodalgada haşlanmaya hazır doğranmış sebzelerle doldurdum. Bugün öğlen yemeği olarak somon fileto ve haşlanmış patates yemeye karar verene kadar her şey süperdi. Boş, sossuz olarak fırında pişmiş balıktan hiç hoşlanmadığımdan somona ballı hardallı sos yapmaya karar verdim. Balı biraz fazla kaçıp balığın yarısı yandığı için iğrenç bir şey oldu. Tadına bakıp çöpe attım. Umudum mikrodalgada pişmekte olan patateslerdeydi. Onlar da hazır oldukları için (hazır dediğim pakedinin içinde tereyağlı-otlu bir sosla hazır geliyor, pakedi açmadan mikrodalgalıyorsunuz) pek iyi değildi. Sinirim bozuldu, birazdan dışarı çıkıp bir şeyler mi alsam diye düşünüyorum. Eve en yakın yer bir Hint restaurantı, Hint pek sevmiyorum ama daha sağlıklı tabii KFC'ye göre. Öf.

Yemek yapmak alt tarafı tarifin dediklerini tamamen uygulamaktır diyenler çok yanılıyorlar. Ev arkadaşımla tamamen aynı şeyi yapıyoruz mesela, onunki süper oluyor, benimki tatsız tuzsuz fena bir şey oluyor. Neden böyle?

slutwalk pt.2

Bugünün Guardian'ında Slutwalk ile ilgili bir yazı vardı. Yazıda slut kelimesinin yeniden sahiplenilmesine getirilen feminist eleştirilerden bahsediliyor. Yeniden sahiplenmek, İngilizce olarak reclaiming, baskı uygulayan insanların hakaret olarak kullandığı queer, nigger gibi kelimelerin baskı altında tutulan insanlar tarafından yeniden sahiplenerek hakaret anlamından arındırılması demek oluyor. Bunun slut kelimesine uygulanabilirliği konusunda endişelerim vardı ilk başta.

Öncelikle, ben ne kadar queer kelimesini sahiplenmiş olursam olayım, ya da siyahi bir insan ne kadar nigger kelimesini sahiplenmiş olursa olsun, hetero ya da beyaz bir insan negatif bir context içinde bu kelimeleri kullanırsa kelimeler yine hakaret anlamı taşır diye düşünüyordum. Ayrıca kendimi queer olarak tanımlamakta hiç tereddüt etmezken, slut olarak tanımlama konusunda ediyordum. Çünkü queer İngiltere'de sadece toplumun çok küçük -ve toplumun geneli tarafından homofobik olduğu için ayıplanan- bir kesiminin hakaret olarak kullandığı bir kelime. Türkçe'de anlamı aynı olmasa da aynı işlevi gören ibne kelimesi var, ama kadınlara hitaben kullanılmadığı için onu da fena halde üstüme alınmıyorum. Kaldı ki ibne hakaretten başka, yeniden sahiplenilmiş bir anlam taşımıyor. O yüzden queer'in Türkçe karşılığı yok diyelim en iyisi biz. Neyse, anlatmak istediğim nokta 1989 doğumlu bir insan olarak queer'in genel olarak hakaret anlamı taşıdığı döneme denk gelmediğimden, yani queer'in yeniden sahiplenilmiş anlamıyla yetiştiğimden, kendime queer demekte bir sakınca görmüyorum.

Aynı şey slut kelimesi (ya da Türkçesi diyebileceğimiz orospu kelimesi) için geçerli değil gibi geliyordu bana. Kadınlar hem Türkiye'de, hem İngiltere'de 2011 yılında hala güzel olup 'vermedikleri' için, güzel olup kıskanıldıkları için, kafalarına göre yaşayıp kıskanıldıkları için, cinselliklerini erkeklerin binlerce yıldır yaptığı gibi özgürce yaşadıkları için ya da bazen sadece kadın oldukları için orospu ya da slut olarak tanımlanabiliyorlar. Hem diğer kadınlar, hem de erkekler tarafından. Hala bir baskı unsuru olarak kullanılan bir kelimenin yeniden anlamlandırılma zamanının gelmemiş olduğunu düşünüyordum. Yeniden anlamlandırılmadan şu anda bahsedilemeyeceğine hala inanıyorum, ama bu sürecin bir yerde başlaması gerekiyor. Neden şimdi başlamasın?

Too Much Pussy'de "Erkekler bana orospu demeden ben kendi kendime diyorum, böylece onların diyebilecekleri her şey kırıcılığını kaybediyor" diye bir şey vardı. Belki biraz naif ve çocukça, ama gerçekten öyle. Kimisine göre "Evlenmeden seks olmaz" kuralını yıllar önce ihlal etmiş oluşum, kimisine göre BDSM'e ilgi duyup çok eşli bir hayat sürmek istemem, kimisine göre gay olmam, kimisine göre one night stand'ler konusunda hiç bir çekincesi olmayan ve cinsel partner sayısı el ve ayak parmaklarının toplamını geçen bir insan olmam beni bir orospu yapıyor. O zihniyette insanlar kendileri gibi düşünmediğim için beni orospu diye damgalayacaksa, bundan gayet gurur duyar, ve onlardan önce ben kendime o etiketi yapıştırırım. İşte Slutwalk'un amaçlarından biri bu. Bir diğer amaç ise önceki Slutwalk post'umda bahsettiğim tecavüze uğramanın ne giymiş ve ne yapıyor olursa olsun asla kurbanın suçu olmadığı düşüncesini insanların kafasına kazımak.

Bugünkü The Guardian yazısında bahsetmek istediğim şey gayet iyi özetlenmiş:

"The original SlutWalk came about because of an idiotic remark by a Canadian cop about there being fewer sexual assaults on campus if women stopped "dressing like sluts". This is a warped but fairly common view of sexuality. Women ask for it. Men can't help but act on impulse. If women wear short skirts or show their bra straps they are sending out the wrong signals to men, who are so simple-minded that they ignore what women say and force sex on them. This attitude is one of the reasons for our low conviction rates on rape, and is as likely to be held by female as well as male jurors. Anything other than a greying sports bra is seen as in invitation to rape."

Böyle olmamalı. Ama aşağıdaki yorumları okuyunca insanın içine bir depresyon bulutu çöküyor resmen, birbirinden iğrenç yorumlar yapan, "Kadın da öyle giyinmesin o zaman, kadın dikkat çekici giyinirse erkek tahrik olur" diyen kadın ve erkekler. Kafanıza taş düşsün. Erkek cinsi tahrik olunca kendini kontrol etmekten aciz mi, bunu mu demeye çalışıyorsunuz?

İdiot insanlar.

it's only you, beautiful

Disclaimer: Bu depresif bir post. Moraliniz bozulursa sorumluluk kabul etmiyorum.

Ayda bir gün falan depresyon çöküyor üzerime. Dün sabah ve bu geceye paylaştırdım bu ay. Dün sabaha karşı rüyamda eski sevgilimi gördüm. Yılda birkaç kez oluyor bu, bombok hissederek uyanıyorum ve kendime gelmek baya zaman alıyor. Genelde detaylar saatler içinde siliniyor kafamdan, ama onu her rüyamda görüşümde sarılıyoruz ve rüyamda bile gayet net bir şekilde kokusunu alıyorum. Boynunun nasıl koktuğunu hatırlıyorum, yıllardır o kokuyla karşılaşmamış olsam bile. Kokunun en zor unutulan his olduğunu söylerler, öyle galiba. İnsanları genelde parfümleriyle özdeşleştiririm (haftada bir parfüm değiştiren tipler değillerse). Ve belirli dönemler kafamda o zaman kullandığım parfümlere göre kategorize edilirler. Mesela 12 yaşımda ilk kez platonik aşık olduğum insanın saçlarına sıktığı parfümün kokusunu hala hatırlıyorum, neredeyse 10 yıl geçmiş olmasına rağmen. Ama bu eski sevgiliden başka teninin doğal kokusunu ezberlediğim insan yok.

O insan benim aşık olmaya en yaklaştığım kişiydi. Çok kez aşık olduğumu düşündüm, ama geriye bakıyorum da, olmamışım. Çünkü aşık olsaydım, ayrılığın üstesinden gelemezdim diye düşünüyorum, dayanılmaz olurdu. Hiç atlatamayacağımı düşündüğüm, dayanamayacağımdan emin olduğum ve sırf o insanın yokluğu yüzünden mide bulantıları içinde geçirdiğim zamanlar oldu. Ama o hisler artık eskisi kadar güçlü değil. Artık o eski sevgili arada bir aklıma geldiğinde içimin ağır bir hüzünle kaplanmasına neden olan, ama hayatımın günlük akışını etkilemeyen biri haline geldi. Yine de ayrılmamızın üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen hala içimi sızlatabiliyor kendisi.

Sizce aşk nedir o zaman? Ayrılık acısının seneler sonra bile hiç azalmadan insanın ağzına sıçıyor olması mıdır, yoksa azalsa bile her zaman insanın içinde var olan bir şeye dönüşmesi midir? Ya da belki insan daha önce hiç aşık olup olmadığı sorulduğunda düşünme ihtiyacı hissediyorsa, aşık olmamış demektir.

Bu kız bana bu şarkının sözlerini hissettiriyor:



I shot the pilot,
I'm begging you to fly this for me
I'm here for you to use, broken and bruised
Do you understand?

It's only you beautiful, or I don't want anyone

If I can choose it's only you