Wednesday 18 May 2011

terry and the beach boys

Dün fena halde gitmek istediğim iki tane etkinliğin birden olduğu, ama dışarı çıkasımın hiç olmadığı bir gündü. Böyle ikilemlere arada düşüyorum; genelde ya birini seçiyor, ya da seçme stresi beni deli ettiği için ikisine de gitmeyip evde oturuyorum. Dün gayet istisnai bir şekilde ikisine de gittim.

2 hafta falan önce yapılan drag king yarışmasında 2. olan king sahneye çıkıyordu ilk gittiğim mekanda. Hem kendisi hem de performansı süperdi, ama arada yaptığı seksist yorumlar sinirime dokundu. Drag'in cinsiyet stereotiplerini vurgulayarak saçmalıklarına işaret etme amacı taşıdığının farkındayım, ama mizojin erkek modeli bir stereotip olmak zorunda mı? Ya da bir stereotip mi?




Bu arada o bahsettiğim yarışmayı kazanan redneck kıvamındaki fena çirkin drag king'in kadın halinin ne kadar güzel ve etkileyici olduğunu fark ettim dün gece. Ayrıca kendisi 25.000TL'ye falan portreler satan bir ressammış. Ve 45 yaşındaymış. Hiç, hiç göstermiyordu. Bu bahsettiğim mekana ne zaman gitsem (ki Londra'da en çok gittiğim yer herhalde) insanlar tahminimden 10 yaş falan daha büyük çıkıyorlar (hatta bazen daha fazla). Benim mi yaş tahmin etme yeteneğim hiç yok, bu garip bir tesadüf mü, ya da mekan loş olduğundan mı öyle bilmiyorum. Muhtemelen sonuncusu.

Özet olarak ilginç bir akşamdı, görmek istediğim bir sürü insanın yanında kesinlikle görmek istemediğim bir sürü insan da oradaydı (eski "kız arkadaşımsı"lar gibi). O yüzden odanın belli köşelerine hiç bakmamak zorunda kaldım.

Sahne performansı bittikten sonra dünün Uluslararası Homofobi ve Transfobi Karşıtı Gün olması nedeniyle herkesin bağıra çağıra I Will Survive söyleyip dans ettiği bir video kaydedildi. Youtube'a konunca burada paylaşacağım. İnanılmaz bir queer dayanışması/kardeşliği anıydı; başka bir ülkenin küçük bir köyünde mahallenin tek gay insanı olarak yaşamadığıma bir kez daha şükrettim.

Her şey bittiğinde Leicester Square yakınlarındaki bir gay barda olan Terry Poison konserine yetişmek için 10 dakikamız kalmıştı. Hemen bir taksiye atlayıp oraya gittik, zamanlamamız süperdi, içeri girip içkimi aldıktan 1-2 dakika sonra grup sahneye çıktı. En öne geçip konseri abartısız 1 metre öteden izledik. Ve sahneden inerken Louise K bildiğiniz üstüme düştü, "Aman tanrım bana dokundu" çığlıkları attım kafamda.

Sonra eve geldim, uyumadan önce Castle izledim. Bölümde Castle'ın çok eskiden bir arkadaşı cinayetle suçlanıyordu. Castle ise onun cinayet işleyecek biri olmadığına inanıyor ve 14 yaşındayken okula ilk kez geldiğinde ve çok yalnız hissederken tanıştığı arkadaşının hayatını nasıl etkilediğinden bahsediyordu. Beckett de ona kafasında arkadaşına dair bir imaj oluşturduğunu, ama gerçek "o"nun o imajla aynı insan olmadığını söylüyordu:

“You made him up. He’s a character in a story that you told yourself when you were a homesick, 14-year-old little boy. And maybe it’s time to let him go.”

Söyledikleri aklıma nostaljik anlarımda özlediğim, ama şu anki hallerinin özlediğim halleriyle alakası olmayan insanları getirdi.

No comments: