Friday, 11 February 2011

you are just too old to feel an earthquake, too cool to even care

Üyesi olduğum forumlardan birinde Secret Valentine diye bir başlık var. Her yıl birisi seçiliyor, insanlar o kişiye hoşlandıkları insana söylemek istedikleri şeyleri mesaj atıyorlar, mesajlar sevgililer gününde anonim olarak yayınlanıyor.

Ben son birkaç aydır birinden hoşlanıyorum. Annem yaşında olması umrumda değil. O Yeni Zelanda aksanınına bayılıyorum özellikle. Çok, çok, çok etkileniyorum.

Bu bahsettiğim insanın en az kendisi kadar hoşlanılası 12 yıllık bir sevgilisi var. Ondan da etkileniyorum, ama o kadar abartı seviyede değil.

Facebook'taki durumları in an open relationship olmasa bu konu bu kadar kafama takılmazdı.

Bu şarkı kiwi platoniğime gelsin:

Conforming on a monday
Too often and too cold
But you aren't even listening
Because you are just

Too old to feel an earthquake
Too cool to even care
But you aren't even listening
So why should I?

You are
A natural disaster
And I've wanted you too much
And now I'm gonna lose
I've wanted you too much
And now I've gotta choose

You're the cause of all this
And I'm sick of trying to please you
And you're gonna feel my emotions coming
Because you're the world


Diğer yandan son 2-3 haftadır biriyle çıkıyorum. Birlikteyken çok eğleniyorum, ama haftada 1-2 günden fazla görmek isteyeceğim biri değil. Görüştüğümüz günler dışında hayatıma dahil olmasını istemediğimi biliyor. Bu kiwi'den hoşlandığımı da (ki arkadaşı oluyor bu hoşlandığım insan, bizi o tanıştırdı). Bunu söyleyebilme özgürlüğüne sahip olmak süper şey. Polyamory rules.

Tuesday, 8 February 2011

queer nedir?

Bugünlerde queer kavramı hakkında çok düşünüyorum. Değişik zamanlarda değişik insan grupları için taşıdığı farklı anlamlar hakkında.

Benim için queer cinsel ya da cinsiyet kimliği heteronormatifin dışında olan, ya da kadın-erkek, gay-straight gibi ikili-karşıtların (binary işte, siz anladınız) dışına çıkanları kapsıyor. Aynı zamanda benim için queer politik anlamlar da taşıyan bir kavram. Queer Theory'nin büyük kısmını oluşturduğu bir bölüm olan Gender Studies okuyan, vaktinin çoğunu (hatta hepsini) kendini queer olarak tanımlayan insanlarla kendini queer olarak tanımlayan mekanlarda geçiren bir insan olarak gayet rahat bir şekilde söyleyebilirim ki çevremdeki herkes queer'i bu şekilde tanımlıyor; akademisyen, Gender Studies öğrencisi, kendini queer olarak tanımlayan insan, kim olurlarsa olsun şu ana kadar bu tanımı reddeden birini görmedim. Sadece queer'in politik olması konusuna katılmayan bir kaç insan tanıyorum, bundan da birazdan bahsedeceğim.

Dün yazdığım FAGtr post'u sayesinde oluşumun kurucusuyla konuşmuş bulundum. Kendisi bana aynı anda kendimi kadın ve queer olarak tanımlamamın çelişkili olduğu türünde bir laf etti. Değil.

İnsanların queer'in ne olduğuna dair yanlış inançları var gördüğüm kadarıyla. Queer olmak için genderqueer olmak gerekmiyor, ikisi farklı şeyler. Dolayısıyla şu an kendimi "kadın" olarak tanımlıyor olmamın aynı zamanda queer olarak tanımlamamı engellemesi gibi bir durum yok. Onu geçtim, "kadın" da dahil olmak üzere tüm cinsiyet kimliklerine sürekli bir performativite örneği olarak baktığımdan "kadın" olmayı fiks bir kimlik olarak görmüyorum. Ama dediğim gibi, öyle olarak görsem bile bu queer kimliği taşımamı çelişkili yapmıyor.

Daha somut konuşacak olursam, benim için aşağıdaki insanlar queer'dir (kendilerini öyle görüyorlarsa tabii ki):

- Cinsel ve cinsiyet kimliği ne olursa olsun tek eşli olmayan insanlar (aldatanları falan kastetmiyorum tabii ki, poly olmaktan bahsediyorum),

- Cinsel ve cinsiyet kimliği ne olursa olsun BDSM'le uğraşan insanlar (uğraşmaktan başka Türkçe fiil bulamadım, kusura bakmayın),

- Aseksüeller,

- Cinsiyet kimliği zaman zaman ya da her zaman kadın ya da erkek'ten farklı bir şey (ya da şeyler) olanlar,

- Cinsiyet kimliği kadın ve erkek arasında gidip gelen ya da ikisi birden olanlar,

- Cinsel kimliği heteroseksüelin dışında olanlar,

- Cinsel kimliği heteroseksüel olmasına rağmen cinselliği heteronormatif olmayan bir şekilde yaşayanlar (i.e. "Erkek kadının içine girer"den farklı, mesela tam tersi şekilde seks yapanlar; şu anda aklıma başka örnek gelmedi ama siz anladınız).

Benim için bu üsttekilerden biri olan, kendine queer diyen ve queer politikaya ucundan da olsa değen bir insan queer'dir.

Politika kısmının altını çizmek istiyorum.

Son zamanlarda çevremde biseksüel ya da panseksüel olan ve kendini queer olarak tanımlayan bir sürü kadın var. Bir yerde bir kadınla birlikte görülünce kendilerine lezbiyen denmesine fena sinirlenip "Ben biseksüelim/panseksüelim" falan diye düzeltiyorlar. İlgileri %80 kadınlara yönelik olmasına rağmen lezbiyen ortamlara dahil olmak istemiyorlar. LGBT (evet, TT değil, tek T) hareketle en ufak bir alakaları yok, LGBT kültüründen ve tarihinden de tamamen uzaklar. Bu benim için çok apolitik bir davranış biçimi. Queer apolitik değildir, queer'in kesinlikle siyasi bir yönü vardır her zaman bana göre. O yüzden bu bahsettiğim insanların kendine queer diyor olması bana biseksüellik/panseksüellikle eşleştirilen önyargı/stigmalara maruz kalmama çabasından kaynaklanıyor gibi geliyor. Queer etiketi bile moda oldu yani anlayacağınız.

Yine de tabii ki kim kendini nasıl etiketlemek istiyorsa etiketler. Kimse de queer olmak için benim yukarıdaki kriterlerime dahil olmak zorunda değil. O yazdıklarım sadece benim fikrim.

O yüzden özellikle bir LGBT grubun başında olan birinin başkalarının kimliklerini çelişkili olarak etiketleme hakkını kendinde görmesi bana şaşırtıcı geldi.

Doğru düzgün imlanın, fag gibi seksist bir kelime yerine queer gibi nötr bir kelime kullanılmasının, ve transgender'ın transseksüel ve travestiyi de kapsayan şemsiye bir terim olmasının hastasıyım, bu arada.

Bu kadar queer muhabbetinden sonra Stella'mı içip queer performans mekanı olan Wotever'a doğru yola çıkıyorum, fellow queer'lerimle birlikte olmak için. Ve inanır mısınız, aralarında kendini kadın olarak görenler bile var. Adios.

Monday, 7 February 2011

FAGETTEtr

"Kelime seçimi çok önemli". Bugünkü Rhetoric dersimin konusu buydu.

Alize'nin Facebook duvarında FAGtr adlı bir oluşuma denk geldim. Fikir süper, bu tür şeyleri sonuna kadar destekliyorum. Hatta duyurun çevrenize.

Ama:

1- Post'lar yazım hatası dolu.

2- Cinsel baskı ve şiddete "ayy yeter artık" gibi camp gay erkek klişesinin altını çizen bir şekilde cevap vermek istiyor muyum emin değilim.

3- Oluşumun QUEERtr gibi gender-neutral bir ismi olabilecekken erkekler için kullanılan bir kelime olan fag'in seçilmiş olması kadın bir queer olarak bana bunun erkek egemen bir oluşum olduğunu düşündürüyor.

4- Yandaki ankette lezbiyen, travesi falan Türkçe yazılmışken biseksüel ve transseksüel bisexual ve transsexual olarak yazılmış. Neden ki?

5- "LGBTTQİH" bireyleri kapsıyorlarmış. H neye denk geliyor merak ettim. Ally kelimesinin H ile başlayan bir Türkçe karşılığı aklıma gelmediğinden ne olabileceğine dair en ufak bir fikrim yok. Keşke bir açıklasalarmış (ya da ben görmedim, ilk sayfanın ötesindeki post'ları okumadım).

Sonradan gelen edit: Hetero imiş.

6- Bu FAGtr'ye özel bir eleştiri değil. Travesti ve transseksüel ayrımı sadece Türkiye'de yapılıyor, LGBTT şeklinde. Bunu çok, hem de çok garipsiyorum. Hadi transgender'ı alt kategorilere ayırıyoruz transseksüel, travesti falan gibi, bu ikisinin dışındaki alt kategorilere ne oldu? Nerede kendini belli bir cinsiyete ait görmeyenler, kendini genderqueer ya da gender fluid olarak tanımlayanlar, falan filan? Keşke o 2 T'nin yerini tek bir T halinde transgender, kısaca trans alsa.

Bence FAGtr süper bir adım, riot grrrl aktivizmini hatırlattı bana. Bu tür şeylere Türkiye'de fena halde gerek var. Kötülemek olsun diye söylemedim bu dediğim şeyleri, sadece bunlara da dikkat edilirse daha çok insana hitap edeceklerini düşünüyorum.

Sunday, 6 February 2011

where are you, and i'm so sorry

Bugün güzel bir gün geçirdim. London Alternative Market vardı, oraya gittim, ilk kez toffee cider içtim, sevdiğim insanlarlaydım, çok eğlendim. Eve geldim, operaya ucuz gidebilmemi sağlayan Access All Arias kartımın geldiğini fark ettim, daha da mutlu oldum. Sonra birden aklıma aklıma gelmesini istemediğim biri geldi.

İkimiz de artık msn'e pek girmiyoruz, Facebook'ta yoksun, tanıştığımız sitede de yoksun artık. Bir gün sana ulaşmak istersem ulaşamamaktan, geçmişimde kaybolup gitmenden korkuyorum. Bugünlerde seni çok özlüyorum. Ama şu anda hayatımda olmayışın işime geliyor bir yandan da. Böylece seni kafamda hatırladığım gibi canlandırabiliyorum, istediğim insan oluyorsun. Şu son 2 gündür çok aklımdaydın, ve ne zaman seni düşünsem rüyama giriyorsun, sabah ruhum ağır bir şekilde uyanıyorum. Bugün rüyama girme, lütfen.

Rüya demişken, sabah rüyamda hastanemsi bir yerdeydim. Ameliyat masası gibi bir şeyin üzerinde yatan çıplak bir kadın vardı, acı çekiyordu, bacağı acıyordu, ama acısını azaltacak bir şey vermiyordu nedense ona kimse. Kadın ani bir hareketle masanın yanında duran testeremsi bir şeyi eline alıp kendi bacağını kesmeye başladı. Herkes şok oldu. Birden uyandım. Neden böyle bir şey rüyama girdi, bilmiyorum.

Şu son 2-3 gündür acayip bir ruh halindeyim. PMS beni fena depresif ve nostaljik yapıyor, son post'larımda görebildiğiniz gibi. Öyle ki, Blink 182 şarkısı alıntılayacağım şimdi.

Hello there, the angel from my nightmare
The shadow in the background of the morgue
The unsuspecting victim of darkness in the valley
We can live like Jack and Sally if we want
Where you can always find me
We'll have Halloween on Christmas
And in the night we'll wish this never ends
We'll wish this never ends

Where are you and I'm so sorry
I cannot sleep I cannot dream tonight
I need somebody and always
This sick strange darkness
Comes creeping on so haunting every time
And as I stared I counted
Webs from all the spiders
Catching things and eating their insides
Like indecision to call you
and hear your voice of treason
Will you come home and stop this pain tonight
Stop this pain tonight

Don't waste your time on me you're already
The voice inside my head

I miss you, I miss you

Şu anda bu şarkı sözlerini kelimesi kelimesine hissediyor olduğumu söylememe gerek yok herhalde.

you make me lose my buttons, oh yeah you make me spit, i don't like my clothes anymore

Bu akşam fena nostaljik bir ruh halindeyim. Biraz da depresif, önceki post'umda bahsettiğim insanın aklıma gelmesi yüzünden.

Interpol-The Specialist uzun zamandır dinlemediğim bir şarkı olarak aklıma geldi dün. İlk kez 17 yaşındayken dinlemiştim, üniversiteye ilk başladığımda Yeditepe'nin yurdunda kaldığım o dönemi hatırlatır bana hep o yüzden. Şarkıyı bilgisayarımın My Received Files kısmında bulmuş ve bana Doruk'un yolladığını sanmıştım, ama daha sonra ona şarkıdan bahsettiğimde bilmediğini söylemişti. Hala bilmiyorum kim bana yolladı bu şarkıyı.




All I want is to be the very best for you
All I want is to do the very best by you

Circle around me now baby it’ll be ok
Cause we all go downtown sometimes
Somehow baby we’ll beat this mess
It’s the time fuck the surface to meet the specialist

Time away from me will get you down
I love the way you put me in the big house

If I get there early will it be the right time?
Our heaven is just waiting
So put your hand into mine
If I get too surly will you take that in stride?
Our boat is just there waiting
So put your little hand in mine

If you're frustrated then go

Bu cümleyi çok seviyorum: If you're frustrated, then go.

PS. İzmir'de deprem olmuş şimdi. Korkutucu.

Saturday, 5 February 2011

she puts the weights into my little heart

Birkaç gündür pişmanlıktan bahsedeceğim, üşeniyorum. "Hiç pişmanlığınız var mı" sorusuna ne cevap verirdim diye düşündüm. "Evet, var" dedim önce, aklıma 2007 Ekim'i geldi.

3 Ekim 2007 akşamı Taksim'den gelen dolmuştan inip Caddebostan Migros önünde beklerken hayatımı değiştirecek insanı beklediğimi bilmiyordum. Onu ilk kez caddenin diğer tarafında trafik ışıklarında karşıya geçmeyi beklerken gördüm. "Beklediğimden çok daha güzelsin, ve tüm o androjenliğinin altında fotoğraflarında farkına varamadığım bir kadınsılık varmış aslında" diye düşündüğümü hatırlıyorum onu ilk gördüğümde. Ona sarılmayı sevdiğim kadar annem dışında hiç kimseye sarılmayı sevmediğimi hatırlıyorum; teninin nasıl koktuğunu, ellerinin ne kadar yumuşak olduğunu, o gün üzerinde olan gökkuşaklı tshirtü bana vereceğini söylediği halde hiç vermediğini, evimin kapısına bırakıp gittiği en sevdiğim Starbucks kahvesini, sabahın köründe evime benimle uyumaya geldiğini, ben okula gitmeye üşeniyorum diye kendi sınavını ekip ta Kayışdağı'na beni okula götürdüğünü, beni hayatımın ilk gay cafe'sine götürdüğünü hatırlıyorum. O cafeye gidişimizin akşamı ilk olmak üzere defalarca kez onun kalbini kırdığımı, kendi kararsızlıklarım ve korkularımın acısını ondan çıkardığımı hatırlıyorum. Ve hatalarımın farkına vardığımda beni nasıl geri çevirdiğini, artık beni istememesinin bana hissettirdiği (ve şükür ki bir daha asla o kadar şiddetle hissetmediğim) o kıvrılıp ölme isteği uyandıran lanet çaresizlik hissini hatırlıyorum.

O çaresizlik hissi onu son gördüğüm zamana kadar (2010 ilkbaharı) peşimi hiç bırakmadı, en beklemediğim zamanlarda o ilk anki kadar güçlü olmasa da kendini gösterip durdu yıllarca. En hayatımdan memnun olduğum zamanlarda bile, o zamanki sevgilimle mutlu olduğumda bile hep onu ve o hissi hatırladım. O çaresizlik hissi, zamanı geri döndürememenin verdiği çaresizlik. Dünyada her şeyden çok o Datarock konserinin gecesine dönüp ona söylediğim lafları geri almayı istemek, ama bunun mümkün olmadığını bilmek. Bildikçe çığlık çığlığa ağlamak, o günün üzerinden 3 yıldan fazla zaman geçmiş olsa bile binlerce kilometre uzakta Londra'da oturup bunları yazarken ağlamak, onun hakkında yazdığım onlarca yazının her birinde olduğu gibi.

Pişmanım ona davranış biçimim için, ama gerçekten elimde olan bir şey değildi. Korkuyordum, Türkiye'de gay olma gerçeğinden, bu gerçekle yaşayabileceğimden emin olmamaktan, hayatımın ayak uyduramadığım bir hızla değişiyor olmasından, insanların vereceği tepkilerden, onun bana hissettiğini iddia ettiği şeylerin gerçek olmamasından korkuyordum. Sanırım geçmişe dönsem, şu anki aklımla dönmediğim sürece yine o korku içimde olurdu. Ama ona korkularımı açıklardım, kendime saklamak yerine.

Onu kaybetmemiş olmayı çok isterdim. Ama defalarca burada söylediğim gibi, onu o eski, masum, tatlı haliyle isterdim, şimdiki haliyle değil. Zamanı geri döndürme isteğimin sebebi bu, onun o halinin asla geri gelmeyeceğini bilmem. Ama zamanı geri döndürme isteği bu dediğim gibi, pişmanlık değil bana göre. Çünkü tüm bu hissettiklerime rağmen onunla ayrılmasaydık şu anda büyük ihtimalle İstanbul'da yaşayan, Yeditepe mezunu bir insan olacaktım, ortam insanlığıma da devam ediyor olurdum muhtemelen. Londra'da olmayacaktım, şu son 3 yılda yaşadıklarımı hiç yaşamayacak ve benim için çok önemli olan bir sürü deneyimi edinmeyecektim. Ve şu anda o kadar memnunum ki hayatımdan, "Pişmanım" demek istemiyorum, çünkü biliyorum ki onunla birlikte olsak ben bırakıp gitmeye cesaret edemezdim.

Ama yine de o zamanki blog post'larıma bakınca şunu fark ettim: hiç senden bahsetmemişim. Gerçekten bilemeyeceğin kadar çok, çok üzgünüm. Her şey için.

It's different now that I'm poor and aging
I'll never see this place again
You'll go stabbing yourself in the neck

She's always calling my bluff
She puts the weights in to my little heart and she gets in my room and she takes it apart
She puts the weights into my little heart

it's a very, very mad world

Şu son 24 saat hayatımın en garip günlerindendi. Okuldan sonra eve geldim, 2-3 saatim vardı dışarı çıkma öncesi. Nette biraz zaman öldürdüm, 2 saat falan hazırlandım, evden çıktım akşam 10.30 gibi.

Gece gittiğim parti "Gay kadınlar tarafından gay kadınlar için düzenlendi" şeklinde reklamı yapılan bir fetish club night idi. İçeride erkekler de olacağını biliyordum, malesef Londra'da sadece kadınlar için yapılan fetish event'ler yeterince kar getirmiyor organizatörlere, o yüzden yanında bir kadınla gelen erkekleri de alıyorlar genelde. Gece güzel başladı, dancefloor kısmında arkadaşlarımla takılırken. Daha sonra BDSM ve türevi aktivitelerin gerçekleştiği bölüme gittik. Bir kere odamdan küçüktü. Biri birini kırbaçlarken insan "Ay gözüm çıkacak şimdi" diye korkuyordu falan, o kadar dar bir alandı. Ayrıca bütün olaylar kadın-erkek çiftler arasında gerçekleşiyordu, kadın kadına oynayan (oynamak: BDSM argosunda BDSM içeren aktivitelerde bulunmak i.e. spanking, flogging, needleplay vs.) çift oranı %20 falandı, onların da yarısı ne yaptığını bilmeyen tiplerdi. Hayatında ilk kez bir BDSM ortamına geldiği bariz belli olan, flogger'ı nasıl kullanacağına dair en ufak bir fikri olmadığı 2 metreden belli olan amatörlerdi.

Kadın-erkek çiftlerin o ortama gelmesini kabul edebilirim, ama sadece izleyin bari kardeşim, madem kadınlarla birlikte olan kadınlar için bir gece, bırakın onlar takılsın. Onu geçtim, bari erkek sub/bottom/slave modunda takılsın eğer illa oynamak istiyorsanız. Adı Pussy Control olan, yani femdom (female domination) çağrıştıran bir partide bir kadını tokatlayıp yüzüne tüküren bir erkek görmek insanı fena halde tiksindiriyor. Onu geçtim, partide gördüğüm bütün seks heteroseksüel çiftler arasındaydı. Gerçekten çok tiksindirici. Gay kadınlar için yapılan ve bunu bildiğin bir partide bütün oyun alanını ele geçirmenin, böyle şeyler yapmanın anlamı nedir? Lezbiyenlere erkekliğini kanıtlama çabası mı? Bu bahsettiğim şeylerin kendisinden tiksinmiyorum, ama bu ortamda yapılmalarından tiksindim. Londra'daki fetish scene'in %95'i heteroseksüel çiftlere hitap ediyor çünkü zaten.

Hadi erkekler bunu salak saçma bir ego muhabbeti yüzünden yapıyor diyelim. Kadınlar neden o tipleri yanlarında getiriyorlar böyle bir ortama, sadece izlemekle yetinmeyeceklerini bildikleri halde? Neden onların erkeklik gösterilerine alet oluyorlar? Bu tip kadınlar yüzünden biseksüellik kötü şeyler çağrıştırıyor işte insanlara.

Bir diğer korkunç şey ise dress code'un hiç uygulanmamış olmasıydı. Fetish club'larda acayip sıkı bir dress code olur her zaman; full üniforma (asker, polis vs), deri, pvc, latex, korse, sadece iç çamaşırı vs giymiyorsanız içeri giremezsiniz. Sokakta yürürken mekanı görüp rastgele girmeye karar verenleri, BDSM ile alakası olmayıp sadece merak edenleri elemek içindir bu; kot-tshirt-spor ayakkabı modunda ASLA içeri alınmazsınız. Dün gece kot-tshirt giymiş bir sürü kız gördüm. Hem ortamın görüntü ve havasını bozuyorlar, hem de BDSM ile alakaları olmadığı ve meraktan geldikleri çok bariz. Sanki orası bir hayvanat bahçesiymiş, biz de kafesteki hayvanlar gibi izlenmek isteniyormuşuz gibi. İğrenç işte dediğim gibi.

Genel olarak gecenin amatörlerce düzenlendiği her dakikasında belli oluyordu.

Bundan sonra kesinlikle PC'ye bir daha gitmem, gay erkek ağırlıklı fetish clubları her şekilde bu iğrençliğe tercih ederim. En azından orada erkekler kadınlara dönüp bakmıyor bile, ve herkes giyeceği şeyi haftalar öncesinden ayarlamış, bir çaba sarfetmiş oluyor.

3 gibi mekandan çıktım, eve gitmek için otobüse bindim. 5-10 dakika sonra Victoria'da otobüs durakta durduğunda binen 4-5 tane 20'li yaşlarındaki siyahi erkek fena halde olay çıkardı. Otobüs şoförüyle ne olduğunu duymadığım bir şey yüzünden tartışmaya başladılar. Londra'da otobüslerde şoförün olduğu bölme tamamen camla kaplı oluyor, güvenlik sebebiyle. O camı yumruklamaya, tekmelemeye başladılar, o sırada bağıra çağıra küfrediyorlardı adama. Şoför bölmedeki alarmı çalıştırdı, fena halde kulak tırmalayan ve susmayan bir alarm sesi eşliğinde polisin gelmesini bekliyordu. Ben de salak gibi en önde oturan tek insan olduğumdan o sırada korkudan ölüyordum, bana da bir şey yaparlarsa diye, olay yarım metre ötemde oluyordu çünkü. Neyse, sonunda tipler otobüsten inip durakta bekleyen genç bir kızı saçından tutup sürüklemeye başladılar, kız çığlık atıyordu falan, otobüs şoförü kapıları kapattı o sırada, tipler bunu görünce bu sefer otobüsün camlarını tekmelemeye başladılar, otobüs hareket etti, peşinden koşturup hala tekmeliyorlardı en son. Otobüs şoförü beyaz amca da "Fuckin' niggers!!" diye küfrediyordu kendi kendine. Bu olay olurken de malın teki sigara yakıp içmeye başladı otobüste, yasak olduğunu belirtmeme gerek yok herhalde.

İngiltere'de yaşadığım 3 yıl boyunca ilk kez böyle bir olay gördüm. Olayın gerçekleştiği saati ve otobüsün kayıt numarasını not ettim. Evimin karşısında polis karakolu var. Gidip kızın saçından sürükledikleri için bu tipleri polise bildiresim var, Londra'nın her yeri kamera dolu olduğundan mutlaka bir kameraya yakalanmıştır bu olay. Ayrıca "niggers" gibi fena ırkçı bir kelime kullanan otobüs şoförünü de şikayet edesim var, ama heriflere çok uyuz olduğumdan etmeyeceğim. Otobüste sigara içen gerizekalıyı çoktan şikayet ettim bile, otobüslerin her yerinde kamera olduğundan gayet yakalanıp ceza kesilir kendisine.

Sabah uyandığımda da megafonla birileri bir şeyler bağırıyor, ardından kalabalık bir insan grubu sloganlar atıyordu. İngiltere'de böyle şeylere alışık olmadığımdan bakayım dedim neymiş olay. Bir grup Müslüman yolu kapamış bir tür yürüyüş yapıyorlardı "Allahu ekber, la ilahe illallah" falan çığlıkları eşliğinde. Yer: Londra.


Ne acayip insanlar var dünyada diye her gün diyorum, inanmıyorsunuz.

Thursday, 3 February 2011

her name is judy, that's a nice name

Gender is not a noun, but neither is it a set of free floating attributes, for we have seen that the substantive effect of gender is performatively produced and compelled by the regulatory practices of gender coherence. Hence, within the inherited discourse of the metaphysics of substance, gender, proves to be performative - that is, constituting the identity it is purported to be. In this sense, gender is always a doing, though not a doing by a subject who might be said to pre-exist the deed.

Judith Butler - Gender Trouble

Bugün güzel bir gündü. Shoreditch'e gitmem gerekiyordu Judith Butler'ın konuşması öncesi, gitmeden Oxford Street'e uğradım, kendime çok şirin bir Miu Miu gözlük aldım. Miu Miu'nun soluk pembe hediye kutusuna bayılıyorum.

Oradan Amnesty International binasına gittim. Sözlük'te Judith Butler'ın Ankara'ya gelişinde saatlerce kuyruk olduğunu okuduktan sonra o kadar gözüm korktu ki, 1 saat erken oradaydım (bütün gece biletimi evde unutmam, geç kalmam vs. nedeniyle Butler konuşmasını kaçırmamla ilgili kaç kabus gördüğümden bahsetmeyeceğim). Ve okuduğum tüm o entry'lerin aksine benden başka tek bir insan bile yoktu. Salonu düzenleyen görevliler dahi benden sonra geldi.

40 dakika sonra kapılar açıldı, en önde direk Judith'in sandalyesinin önünde yer buldum kendime. 2 saat boyunca Judith Butler'ın 2 metre ötemde oturduğuna inanamıyorum.

Dikkatimi çekenler:

- Geçen hafta hocalarımızdan biri olan Sara Ahmed bölümdeki hocaların tanıtıldığı bir event'te tüm erkek hocalar "Bu Dr. bilmemkim" şeklinde sunulurken kendisinin (tüm o erkek hocalardan daha çok tanınan bir akademisyen olduğu halde) ünvanı ve soyadı kullanılmayarak "Bu da Sara" şeklinde sunulduğundan bahsetmişti. Bugün de aynı şey oldu. Konuşmanın açılışını yapan adam kimsenin adını sanını bilmediği erkek akademisyenden "Dr. Bilmemne" diye bahsederken Judith Butler'dan "Judith" diye bahsedip durdu. Kendisi sinir olmuş mudur bilmiyorum, ama ben şahsen sinir oldum.

- Heyecandan ellerim titriyordu bildiğiniz, o derece fenaydım. Yalnız değilmişim, soru-cevap kısmında soru sorarken "O kadar heyecanlıyım ki, of, bayılıcam sanırım, inanamıyorum karşımda olduğunuza" diyen Rhetoric sınıfımdaki çocuk başta olmak üzere "Aman tanrım, Judith Butler" modunda olan bir sürü insan vardı.

- İçinizde İngilizce olarak JB okuyan varsa eğer, yazım tarzı çok fena derken neden bahsettiğimi biliyorsunuzdur muhtemelen. Upuzun, karmaşık cümlelerle ve gereğinden fazla karmaşık kelimeler kullanarak yazıyor kendisi. Öyle ki, şu anda kim olduğunu hatırlamadığım birileri tarafından en kötü yazan akademisyen seçilmişti. Konuşması yazısına kıyasla çok daha basit, anlaşılır ve kolay. Kulağı yormuyor.

- JB beklediğimden çok daha kısaydı, nedense hep uzun boylu bir kadın olarak hayal etmiştim.

- Sesi de beklediğimden kalındı.

- İlk salona geldiğinde konuşma sırasının kendisine gelmesini beklerken acayip ciddi biri gibi görünüyordu. Konuşmaya başlayınca gördük ki aslında gayet esprili bir insanmış. Sürekli el kol hareketi yapmadan duramayanlardan ayrıca.

- Bir ara 2 saniyeliğine göz göze geldiğimizi burada belirtmeden geçemeyeceğim.

Aslında pişmanlıklardan bahsedecektim ama başka şeyden bahsedemiyorum malesef şu anda. Cumartesiye kaldı pişmanlık konusu.

spiritual home

Bundan sonra işim olmayan her Çarşamba Londra dışında bir yeri gezmeye gideceğimden bahsetmiştim. Geçen hafta Stratford-upon-Avon'a gittim.

Londra'da 10 tane falan tren istasyonu var, her şehre giden tren farklı yerden kalkıyor. Oraya giden trenler eve 5 dakika uzaklıktaki Marylebone istasyonundan kalktığı için Stratford-upon-Avon'u seçmiştim. Fena akşamdan kalma olmama rağmen azimle kalkıp sabah 9.30 treniyle yola çıktım (ve bindiğim tren Eurostar kadar lükstü, Kent'te yaşarken bindiğim Southeastern trenleri ne kadar boktanmış). 2 saat sonra Stratford'daydım. Google Maps sayesinde Shakespeare'in doğduğu evi buldum, bir sürü fotoğraf çektim. Patisserie Valerie'de çayımı içtikten sonra nehir kıyısını bulmak için yola çıktım. Hava kar havası derecesinde soğuk olmasına ve nehir kıyısının tüm rüzgarına rağmen nehir maceramdan acayip zevk aldım. Minicik, kıyısına kadar yaklaşabildiğiniz, etrafı yeşillikle dolu, kuğu ve ördeklerin yüzüp durduğu inanılmaz şirin bir nehir.

Nesnelerin enerjisi olduğuna inananlardanım. Nehirlerden genelde maskülen bir enerji alıyorum, Avon nehri bende kadınsı bir izlenim uyandırdı. Nehir kıyısında benden başka sadece yürüyüş yapan 1-2 amca ve köpeğini gezdiren bir kadın vardı. Normalde yürümekten ve ayakta durmaktan nefret eden bir insan olarak 2 dakikada bir durup uzun uzun baktım nehire. Ve normalde 5 dakikalık yolu taksiyle giden biri olarak yarım saat yürüdüm nehir kıyısında. Akan bir nehrin yanında, tepeleri sincap dolu yemyeşil ağaçlar arasında etrafta başka tek bir insan olmadan yürümek ne kadar zevkli bir şeymiş, anlatamam. Keşke hava o kadar soğuk ve rüzgarlı olmasaydı da nehre karşı oturup biraz zaman geçirebilseydim diye düşünerek eve döndüm.

Spiritual home diye bir başlık vardı üyesi olduğum bir forumda, oradan aklıma geldi. Kendi ruhsal evlerimi düşündüğümde ilk aklıma bu geldi. İnsana bazı mekanlar nedeni anlaşılamaz bir huzur hissi verir ya, benim için öyleydi Avon nehrinin kıyısı. Su burcu olduğumdan suya yakın olduğumda kendimi daha bir "evde" hissediyorum, ondan olabilir. Ya da belki tanıdığım en yakındaki insan 2 saatlik bir tren yolculuğu uzaklıkta olduğundan, ve bütün o yürüyüş boyunca kimseyle karşılaşmamanın bu yalnızlık hissimi pekiştirmesindendi, bilmiyorum. Ama ben hayatımda çok az yerde o kadar huzurlu hissettim kendimi. Gerçekten, orada *bir şey* vardı. Ne olduğunu bilmiyorum, ama oraya dönmek istiyorum.



Nehir kıyısındaki patikamsı yürüyüş yolu sona erdiğinde Shakespeare'in mezarının olduğu Holy Trinity Church'e erişiyorsunuz. Kiliseye giriş ücretsiz, ama mezar kısmına geçmek için £1 vermek gerekiyor. Tam mezar bölümünün girişinde "Acaba içeride fotoğraf çekiliyor mu, yasaktır herhalde" diye düşünürken yanıma hayatımda gördüğüm en güleryüzlü amca geldi. Elime kilisenin geçmişini anlatan bir broşür tutuşturdu, "Mezarlar şurada, istediğin gibi bakabilirsin, bir sürü de fotoğraf çek" dedi, ?! şeklinde içeri girdim. 500 yıl önce ölmüş insanların mezarlarına bakmak insana çok garip bir his veriyor. Nedense böyle durumlarda ilk olarak aklıma gelen şey hep kadınların mezartaşlarına "Wife of bilmemkim" yazılırken erkeklerinkinde sadece isimlerinin yazmasına sinir olduğum. İçimdeki feminist hiç uyumuyor.



Mezarlardan çıktıktan sonra amcaya para vermek istedim, amca almamakta ısrar etti, "Lütfen, ödemek istiyorum" dedim tekrar, en sonunda "50p ver o zaman" dedi. Bozuğum yoktu, £1 verdim, "Üstü kalsın, tabelada £1 yazıyordu zaten" dedim, amca ısrarla üstünü verdi o güleryüzüyle.

Çok ilginç, ve genel olarak çok huzurlu bir gündü. Havadan mı nedir, sokaklar bomboştu, her yere bir sessiz sakinlik hakimdi. Londra'da gecenin köründe bile sokaklar uyumuyor. Oraya tekrar gitmek istiyorum.

Wednesday, 2 February 2011

closets are for clothes

Facebook listemde gay (ya da en azından biseksüel) olduğundan adım gibi emin olduğum, ancak "Hayatımın ideal erkeği şöyle, böyle" vs. muhabbetleri yapan birkaç kız var. Buna ne kadar uyuz olduğumu daha önceden burada yazmıştım. Bugün de Facebook durumuma yazdım, "Bu insanları out'layasım geliyor bazen" diye (aramızdaki heterolar için out'lamak=gay olduklarını açıklamak). Hakkaten zor tutuyorum bazen kendimi.

Evet, bir yandan biliyorum kimsenin ikiyüzlülüğü, korkaklığı ve yalancılığı beni ilgilendirmiyor.

Ama diğer yandan da böyle insanları omuzlarından tutup şöyle bir sarsasım geliyor, eşcinselliği saklanması gereken bir şey haline getirdikleri için. Çünkü biliyorum ki eğer herkes eşcinselliğini/biseksüelliğini/whatever açıklasaydı, insanlar aslında farkında olmadan bir sürü eşcinsel vs. insan tanıyor olduklarını bilselerdi, eşcinsellik çok daha "normal" ve sıradan bir şey haline gelirdi. Homofobi azalırdı.

Harvey Milk demiş ki:

Gay brothers and sisters... You must come out. Come out... to your parents... I know that it is hard and will hurt them but think about how they will hurt you in the voting booth! Come out to your relatives... come out to your friends... if indeed they are your friends. Come out to your neighbors... to your fellow workers... to the people who work where you eat and shop... come out only to the people you know, and who know you. Not to anyone else. But once and for all, break down the myths, destroy the lies and distortions. For your sake. For their sake. For the sake of the youngsters who are becoming scared by the votes from Dade to Eugene.

İnsanın Türkiye şartları altında ailesine açılmak istememesini anlarım. Çünkü aile insanın değiştirebileceği, silip atabileceği bir şey değil; ailenin kötü bir tepki vermesi riskini alamamak normal. Ama arkadaşlarına out olmayan insanlara saygı duyamıyorum.

Hadi ilk kez eşcinselliğini fark ettiği dönemde açılmak istemeyebilir insan, peki. Ama yıllardır bunun farkında olup, hemcinsleriyle yatıp kalkıp sonra erkek muhabbeti yapmak yalancılıktan başka şey değil. İngilizce'de having your cake and eating it too denen olay bu tamamen, "Ben kadınlarla gönlüme göre takılayım, ama insanlar beni hetero bilsinler, böylece en ufak bir ayrımcılığa/saldırıya uğramayayım" zihniyeti. Ve ben hem kendime, hem çevremdekilere dürüst olmayı seçip gizlenmediğim için Türkiye'de bir sürü salak saçma lafın hedefi olurken; üstelik maruz kaldığım bu homofobinin nedeni böyle tiplerin açılmaması ve o yüzden eşcinselliğin anormal/nadir bir durum sanılması iken, böyle insanlardan neden hiç hazzetmiyor olduğumu anlıyorsunuzdur.

The L Word'deki Alice'in gittiği eşcinsel bir partide gördüğü ünlü bir sporcuya bir süre sonra TV'de homofobik yorumlar yaparken denk gelince sinirlenip adamı out'lamasına benziyor bu. Onun bunu açıklama/açıklamama ikileminde hissediyorum kendimi. Bir yandan kimsenin seçiminin beni ilgilendirmediğini biliyorum, diğer yandan bu ikiyüzlülük sinirlerimi tepeme çıkarıyor.

I would like to see every gay doctor come out, every gay lawyer, every gay architect come out, stand up and let that world know. That would do more to end prejudice overnight than anybody would imagine. I urge them to do that, urge them to come out. Only that way will we start to achieve our rights.
-- Harvey Milk