Saturday, 22 January 2011

smoked myself stupid and drank my insides raisin dry

Medyada gördüğüm şeyleri eleştirmek en sevdiğim hobi biliyorsunuz. Günün haberi Bülent Arınç'ın "Hayat içki ve seksten ibaret değildir" açıklamasıyla ilgili.

Bülent Arınç AKP ortamında daha az dayanılmaz bulduğum isimlerden. Arada böyle ilginç laflar ediyor.

Demiş ki:

"Hayat içkiden ibaret değil. Hayat seksten ibaret değil. Bir kısım çağdaş düşünceye sahip olduğunu söyleyenler sadece içki ve seksle olaylara bakıyorlar. Evet onlar da bir insan için çok büyük ihtiyaçlar. Çağdaşlığı içki kadehlerinde aramak ve orada bulmak isteyenlere ithaf olunur."

Öncelikle AKP insanlarından birinin ağzından seks kelimesinin çıktığını dünya gözüyle göreceğim aklıma gelmezdi.

Hadi "içkiden ibaret değil" derken içki yasaklarından bahsediyor. Ama oradaki seks kelimesi neye refere ediyor? Seksi de mi yasaklayacaklar acaba? İlginç.

Lafın kendisi zaten komik olduğundan yorum bile yapmıyorum bunun dışında.

"[İnsanların yaşam tarzına müdahale edildiği endişesine] sahip olan belki beş on kişi, beş yüz - bin kişi vardır. Bu tür korkular ve endişeler büyük ölçüde yapay. Türkiye’de her şey şeffaf. Kanun ve yönetmelikle dışında yaşam tarzı müdahale edilmiyor."

Bu endişeye sahip olan 1000 kişinin hepsi benim Facebook listemde ve ekşi sözlük'te herhalde, ne tesadüf.

Bir de "Türkiye'de her şey şeffaf" ha? Peki.

En içler acısı olan ise AKP İzmir İl Başkanı bilmemkimin sözleri:

"İzmir’de her köye, ilçeye, her mahalleni her evine gireceğiz. Elini tutmadığımız, gül vermediğimiz bayan kardeşimiz, başını okşamadığımız yavrumuz, gönlüne giremediğimiz arkadaşımız olmayacak."

1- Bayan kelimesinden tiksiniyorum.
2- Her eve zor girersiniz.
3- Erkeklere "arkadaş" olarak hitap etmesi çok ilginç.

That's enough to make me LOL... out loud.

PS. Bir de haber yazım hatası dolu. Yayınlanmadan önce okumuyor mu kimse bu haberleri? Milliyet üstelik, ben blog post'u yayınlarken bile okuyorum defalarca.

PPS. Sözlükten birisi haberi okuyunca aklıma gelen ilk şeyi süper bir şekilde özetlemiş:

"bu cümlenin çok önemli bir özelliği var. bence büyük bir devrim yaşanıyor kimse farkında değil : seks dedi!"

Bence de.

gendered, troubled

Dünya üzerinde gerçek hayatta bir seminerde/panelde vs. konuşmacı olarak dinlemeyi deliler gibi istediğim üç teorist/akademisyenden biri Angela McRobbie, biri Judith Butler, biri de Ariel Levy olmuştur hep (Levy'nin yazar olduğunun farkındayım ama "raunch culture" üzerine yazdıklarını teori kabul ediyorum).

Gitme olasılığım olan üniversiteler arasından Goldsmiths'i seçme nedenlerimden en önemlisi Angela McRobbie'nin orada ders veriyor olmasıydı (son undergrad yılımda bütün sene post-feminizm ve popüler kültürle ilgili makalelerini okuduktan sonra kendisini fena halde idolize etmiştim). Gerçekten de McRobbie bu sene Culture Industry dersimin hocalarından biriydi. Burada bahsetmiş miydim hatırlamıyorum ama sınıfa girdiğinde "Oha Angela McRobbie karşımda 1 metre ötemde duruyor" olmam ve bana "Saat 10'a 10 var değil mi?" diye sorduğunda kalbimin pıt pıt atmaya başlaması hayatımın en heyecanlı anlarından biriydi.

Ama McRobbie heyecanım Judith Butler'ın 2 hafta sonra Londra'ya geleceğini öğrendiğimde hissettiklerimle kıyaslanınca solda sıfır kalıyor. Dün derste hocadan (ki hoca queer theory makaleleri yine bir o kadar idolize edilesi, okulun McRobbie'yle birlikte en ünlü hocalarından Sara Ahmed oluyor) Butler'ın geleceği haberini aldım. "Ama yer kalmamış seminerde, üzgünüm" dedi hoca, o sırada sınıftan bir kız "O seminerden bir gün önce Amnesty International'da bir konuşma yapacak, ben dün bilet aldım, hala yer var" diye atladı. "Ya ben dersten çıkıp bilet alana kadar biletler biterse" düşüncesiyle ne kadar kafayı yediğimi anlatamam dersin sonuna kadar. Çıkışta koştura koştura kütüphaneye gittim, hemen bilet aldım, 1 dakika sonra bilet satış sayfasına geri döndüğümde sold out yazıyordu. Anlaşılan o ki, Butler Gender Studies öğrencilerinin çoğunun idollerinden biri olduğundan herkes ders çıkışı bilet almaya koşmuş ve ben son birkaç biletten birini almışım.

Butler'ı dünya gözüyle görecek olmak içimi nasıl manyaklık derecesinde bir zevkle dolduruyor, anlatabilmem mümkün değil. Bir akademisyene groupie olmak ister mi hiç insan diye düşünmeyin, gayet istenebiliyormuş.

Konferans günü dersimi ekmeyi planlıyorum, gündüz okulda LGBT derneklerinde gönüllülükle ilgili bir fuar var, ona katılıp sonra da 2-3 saat önceden Butler konferansının yolunu tutacağım. Önden dinleyemezsem içim gider çünkü.

Darısı Ariel Levy'nin başına.

###########

Çarşamba sabah 11'de uyanıp direk essay'ime başladım. Hazır çorba ve tuvalet molaları dışında aralıksız yazdım bütün gün. Gece 4'te artık kafam bulanmıştı, essayim de referanslar ve 3-5 düzeltme dışında bitmişti, uyudum. Sabah 8'de uyandım, tekrar essay'imle uğraştım, 11 gibi tamamen bitti, okula gidip teslim ettim, Political Speech dersime girdim, günlerdir ne alışverişe gitmeye ne yemek pişirmeye ne de yemeye vaktim olmadığından aç geziyordum, o yüzden kendimi KFC'den bir adet Variety Meal ile ödüllendirdikten sonra 6 gibi eve geldim. Akşam 8'e doğru fena halde uyku bastırmıştı, "Bu saatte de uyunmaz ama" diyerek 11'e kadar nette oyalandım. Neredeyse 12 saat uyudum, okula derse gittim, 4 saat aralıksız dersim vardı, sonra bu Butler olayını duydum, kütüphaneye gittim, oradan da sınıf arkadaşlarımdan birinin yurt odasına gittik bölümden 4 kız. Odada 1-2 saat içtikten sonra hem essay'lerin teslim edilişini hem de kızlardan birinin doğumgününü kutlamak için okulun yanındaki publardan birine gittik. 2 haftadır ilk kez alkol aldım, anladım ki insan uzun süre içmeyince alkol toleransı düşüyormuş. Normalden az içtiğim halde çoook fena sarhoş oldum. Öyle ki, gecenin çoğunu hatırlamıyorum. O halde Londra'nın öbür ucuna 1 saatlik bir otobüs yolculuğu yapmam mümkün olmadığından ve son otobüsü kaçırdığımdan bölümdeki kızlardan birinin evinde kaldım. Bu gece yine çıkmam gerekiyor, arkadaşlarımdan biri Berlin'e taşınıyor ve onun veda partisi var. Hiç çıkasım yok, günlerdir evde boş boş oturup kafamı dinlediğim bir akşam geçirmedim. Bir şey uydurup gitmemeye karar verebilirim.

##########

Üyesi olduğum forumlardan birinde cinsiyet rolleri, feminenlik/maskülenlik falan tartışılıyor bugün. Kızın teki "Bence cinsiyet rolleri sonradan edinilen şeyler değil, insanın içinde doğuştan cinsiyet vardır, feminenlik vs. toplum sayesinde edinilen şeyler değil doğuştan gelen şeylerdir" türü laflar etti. Ne kadar aptalca.

Feminizm 101: Feminen, maskülen vs. denen şeyler, ve cinsiyetin kendisi toplum tarafından yaratılan şeylerdir.

"Kişi kadın doğmaz, kadın olur." -- Simone de Beauvoir

Hatta ve hatta:

"Gender is not something that one is, it is something one does, an act… a 'doing' rather than a 'being'." -- Judith Butler

Thursday, 20 January 2011

because we're standing in the way of control

Pelin Batu'nun Tarihin Arka Odası programında canlı yayında Kanuni'nin Sadrazamı ile eşcinsel ilişkisi olduğunu söylemesiyle ilgili bu haberi gördüm şimdi. Daha doğru düzgün bir kaynakta bulamadım malesef.

Haberin başlığı "Pelin Batu'dan Kanuni Gafı".

Biri birinin eşcinsel olduğunu iddia etti diye illa gaf mı oluyor bu? TDK'nın gaf tanımı: patavatsızlık, zamansız söylenen söz, pot. Söylenmemesi gereken şey yani. 193719 tane padişahtan en azından birkaçının eşcinsel olma ihtimali olamaz çünkü, böyle şeylerin uluorta söylenmemesi lazım. Anladığım kadarıyla insanlardaki zihniyet bu.

Haber diyor ki:

"Muhteşem Yüzyıl dizisinden sonra şimdi de Pelin Batu, Kanuni Sultan Süleyman'la ilgili aslı astarı olmayan bir iddiayı gündeme getirdi."

Aslı astarı olmadığını nereden biliyoruz? Bir olayın haberini verirken araya kendi zavallı düşüncelerini tıkıştıran gazetecilere sinir oluyorum. O ne öyle blog yazar gibi.

Yine haber diyor ki Murat Bardakçı anında tepki göstermiş Batu'nun lafına. Programı izlemediğimden bilemiyorum ne dedi. Ama Murat Bardakçı'nın Kanuni zamanında onun yakın çevresinde yaşamış biri olmadığını, her şeyin her zaman olduğu gibi kaydedilmediğini, dolayısıyla tarih boyunca olan her şeyi tam anlamıyla bilebilme ihtimalimizin olmadığını biliyorum.

Bir diğer bildiğim şey ise Batu'nun iddiası yersiz bile olsa, birinin eşcinsel olduğunu iddia etmenin sanki hakaretmiş gibi hemen yalanlanıp tepki görmesine sinir olduğum.

Ama haberde en sinir olduğum şey Erhan Afyoncu adlı adını ilk kez duyduğum insanın Batu'ya verdiği cevap:

“İbrahim ile Kanunu çocukluktan beri beraber büyüyorlar. Gayri ahlaki bir ilişki yok.”

Evet, çocukluktan beri beraber büyümüş 2 insanın seks yapabilme ihtimali yok çünkü.

O da değil,

"Gayri ahlaki" nedir ya? Canlı yayında eşcinselliği ahlaksızlık olarak nitelemenin hala yasal olduğu bir ülkenin vatandaşı olmaktan utanıyorum.

Öyle ahlakın içine sıçayım mümkünse.

Tuesday, 18 January 2011

the queerest of the queer

Bugünlerde İngiliz basınında yer bulan konulardan biri Cornwall'da Hristiyan bir çiftin sahip olduğu bir otelde kendilerine double oda verilmeyen bir gay çiftin açtığı dava. Mahkeme otel sahiplerinin kanun dışı hareket ettiğine ve ayrımcılık yaptıkları için çifte tazminat ödemeleri gerektiğine karar verdi.

Basında dikkat çeken bir diğer konu ise Londra'nın (hatta Avrupa'nın) en ünlü gay clublarından G-A-Y organizatörünün hayranlarının çoğu ergen straight kızlardan oluşan bir boyband'i mekanda konser vermesi için ayarladıktan sonra Twitter'da "straight insanlar gelmezler umarım, burası gay mekanı" modu şeyler yazması. Öyle ki, konser gecesi mekana gelen "femme görünümlü" gay kadınları bile geri çevirmişler. Olayın haberinde "Eğer Hristiyan otel sahiplerinin insanları gay oldukları için geri çevirmesi ayrımcılıksa, gay mekan sahiplerinin insanları hetero oldukları için içeri almaması ayrımcılık değil mi" türü yorumlar yer alıyor. Bu iki durum kesinlikle aynı şey değil. Çünkü:

1- Tam oranları bilemiyorum ama İngiltere'de 100 heteroseksüel otel/pansiyon vs'ye karşılık 1 gay otel/pansiyon vs. vardır herhalde. O da sadece bazı şehirlerde. Gay çiftlerin hetero otellerde konaklamak zorunda kalması normal yani.

2- Gay insanların otellere "Buranın sahipleri hetero, olay çıkarayım" diye bir amaçla gitmesi gibi bir olasılık yok. Hetero insanların gay mekanlara "Burası 'ibne' dolu, kavga çıkarayım" diye bir amaçla gitmesi gibi bir olasılık var.

3- Gay insanların hetero mekanlara turist gibi meraktan bakmaya gitmesi gibi bir olasılık yok, nitekim dünyanın çoğu hetero zaten. Hetero insanların gay barlara sırf meraktan, "Gay barlar nasılmış bir görelim" modunda gayleri deney faresi yerine koyarak gitmesi gibi bir olasılık var.

4- Gay insanların Hristiyan ya da hetero oldukları için insanlara şiddet uygulaması gibi bir olasılık yok. Heteroseksüel insanların gay oldukları için birilerine şiddet uygulaması gibi bir olasılık var.

Daha sayayım mı?

G-A-Y fena halde mainstream olduğundan, cheesy pop tabir edilen şeyler çaldığından, içerideki kitle 18-24 yaş arası skinny jean'li queen erkeklerle ya aşırı kadınsı ya da chav kızlardan oluştuğundan, biraz önce bahsettiğim gibi hetero olduğu halde meraktan gelen kitle bol olduğundan ve genel olarak clublardan artık hazzetmediğimden gideceğim bir mekan değil. "Madem hetero kızları istemiyordunuz, niye boyband sahneye çıkarıyorsunuz" diye düşünmüyor muyum, düşünüyorum. Kapıdaki geri çevirme politikasının "Sen gay görünmüyorsun" olmasına karşı mıyım, karşıyım. O giriş politikasıyla ben bile alınmazdım içeri.

Ama gerçekten straight insanların zaten 10380329 club var gidip rahat rahat eğlenebilecekleri, gay mekanlara gitmelerinden hoşlanmıyorum. Gay'lerin en liberal ülkelerde bile rahatsız edilmeden kendileri olabilecekleri mekan sayısı sınırlı (şiddet görmüyor olsalar bile hetero mekanlarda öpüşen iki erkeğe hetero bir çifte bakılmadığı kadar bakılıyor, ki şiddet görmeyecekleri çok az ülke var dünyada). O yüzden zaten sayısı bu kadar az olan "kurtarılmış mekanlar"ın toplumdaki dominant grup olan heteroseksüeller tarafından "invade edilmesi" çok saygısızca. Ben hetero olsam gay'lerin kendi kendilerine olmak istemelerine saygı duyar, o grubu çok görmek istiyorsam da G-A-Y'dakine gitmez, başka bir mekanda verdikleri bir konsere giderim.

Özetle: straight insanların gay arkadaşlarıyla birlikte gitmedikleri sürece gay mekanlara gitmelerine karşıyım.

please lift a hand, i'm only a person

Sözlükte "aldatma ihtimali olan sevgili" başlığına "dünyadaki bütün insanları kapsayan kategori" yazışım baya kötülendi sanırım. Sonra da "Ben asla aldatmam, iftira" konseptli bir mesaj aldım.

İnsanlar hayal dünyasında mı yaşıyorlar ne? Cynical olmak istemem ama öyle. Dünyadaki *her* insanın aldatma potansiyeli vardır. 10 yıllık aktif ilişki hayatında aldatmadığı/aldatmayı düşünmediği tek bir insan olmamış birisi olarak kendimden biliyorum. Ben Yengeç burcu, hopeless romantic halimle böyleyken diğer insanların bana gelip "Ben hiç birini aldatmadım, aklımın ucundan bile geçmedi" demesi inandırıcı gelmiyor. Henüz yapmamış olabilirsiniz, ama mutlaka düşünmüşsünüzdür (düşünmek aldatmak mıdır konusuna girmiyorum bile).

Bir çok kez de aldatıldım (şu ana kadar beni aldatan 3 kişi biliyorum ama daha vardır eminim). "Çok pişmanım, nolur affet" dedikten sonra affettiğim ve birkaç ay sonra tekrar aldatan da oldu, beni salak yerine koyup "Yok öyle bir şey, saçmalama" diye inkar eden ve aldattığı sonradan gün gibi ortaya çıkan da oldu, "Sevgilim beni en yakın arkadaşımla aldatıp sonra da onun için terk etti, o kadar kalbim kırıldı ki ben asla kimseyi aldatmam" dedikten sonra aylarca beni aldatan da oldu. Ben de bu insanların hepsini aldatmış mıydım aldatılmadan önce, evet (sadece onlar bunu hiç bilmediler). Monogamy'e sıçayım zaten o yüzden. Ne gereksiz şey.

Dün çok garip bir gündü. Sabahın 8 buçuğunda kalkıp 11'de essay teslim etmem gerekiyor diye okula gittim. Sonradan fark ettim ki bu dönem o dersin essay teslim saati 3-4 arasıymış. Ben de kütüphaneye gidip diğer essayimle uğraştım birkaç saat. Sonra 2'de dersim vardı. Ders başlayalı 5 dakika geçmeden yangın alarmı çalmaya başladı, bina boşaltıldı, dışarıda 15 dakika falan bekledikten sonra herkes tekrar dersine gitti. Ders tekrar başladığında yarım saat geçmişti çoktan, o yüzden yarım saat geç bitti. Dolayısıyla essay teslim etmeye gittiğimde saat 3.30 idi. Yarım saat sırada bekledikten sonra 4'te teslim edip eve doğru yola çıkabildim.

Goldsmiths'in essay teslim etme prosedüründen hiç hazzetmedim kesinlikle. Kent Uni'deyken essay teslim etmek için bir saat aralığı yoktu, atıyorum 17 Ocak saat 15.30'a kadar istediğiniz zaman teslim edebiliyordunuz; ister o gün teslim edin, ister 10 gün önce. Essaylerin bir kopyası basılmış olarak, bir kopyası da okulun internet sitesine upload edilerek teslim ediliyordu. Notlar da daha sonra internette açıklanıyordu.

Goldsmiths'de 2 tane basılı kopya istiyorlar, boşuna kağıt israfı. Yok her sayfaya öğrenci numarası yazılmalı, yok bilmemne şeklinde bir sürü kural varmış; ama adam gibi okulun internet sitesinde ya da derslerin syllabus'larında/bölümlerin handbook'larında essaylerin ne formatta yazılmasını istediklerine dair en ufak bir bilgi bulunmadığından ben o kuralları gayet ihlal etmiş bulundum. Dijital kopyayı da CD'ye yazdırılmış olarak istiyorlar, bu çağda hala CD kullanan mı kaldı, o da çok gereksiz. Notları öğrenmek için bölüme gidip bakmamız gerekiyormuş. 1 ay sonra falan açıklanmış olurmuş herhalde. 1 ay boyunca her gün bölüme gidip bakmamızı mı bekliyorlar, nedir? Onu da geçtim, essay teslim saati mi olur ya? Sırf oraya adam gibi bütün gün orada oturacak bölüm sekreteri almamak için böyle bir uygulamaya gitmiş Centre for Cultural Studies. Dolayısıyla eski üniversitemde teslim et-imza at-çık şeklinde 1 dakika süren essay teslim etme olayı burada sıra bekle falan derken 40 dakika sürüyor.

Sunday, 16 January 2011

i'll be a post-feminist in the post-patriarchy

Bu haftasonu Harrods Rewards card sahiplerine ekstra %10 indirim vardı. O yüzden sabahın köründe yataktan fırladığım gibi Knightsbridge'in yolunu tuttum. Ancak gittiğimde gördüm ki:

1- Harrods fena halde bir tourist attraction haline gelmiş. İçeride alışveriş yapmaya değil, sırf mekanı görmeye gelmiş, fotoğraf çekip duran, sırf Harrods poşediyle oradan çıkabilmek için 3-5 pound'luk şeyler alan bir kitle vardı.

2- Kapıda kürk ve deri karşıtı şeyler dağıtan ve içeri girip çıkanları taciz eden bir hayvan hakları aktivisti grup bekliyordu.

3- Harrods indiriminde hiç bir şey kalmamıştı, MbMJ indirim ürünleri 3-4 tane ancak ugly ass purse olarak tanımlayabileceğim iğrenç siyah çantadan oluşmaktaydı. Marc'cığımdan o kadar korkunç çantalar beklemezdim gerçekten, onların satılmamış olması normal tabii.

4- Bu kalabalığa ve çoğu insanın oraya alışveriş yapmak için gelmediğinin farkında olmalarına rağmen tüm çalışanlar inanılmaz ilgili ve güleryüzlüydü.

Eve elim boş gitmek istemediğimden kendimi Harrods'a 2 sokak mesafedeki Harvey Nichols'da buldum. Aşağıdaki çantayla birlikte eve döndüm.


İzlenimlerim:

1- Harvey Nichols girişleri çok kötü. Nerede üniformalı görevlilerin size kapıyı açtığı Harrods, nerede İstanbul'daki dandik bir AVM gibi girişleri olan Harvey Nicks.

2- Çalışanlar çok ilgisiz ve suratsızdı. Orada yarım saat falan çanta baktığım sürede bir tek kişi gelip ilgilenmedi, köşede sohbet edip duruyorlardı. "Salak mısınız, komisyon alacaksınız bana sattığınızdan" oluyor insan. "Pardon, şunu ödemek istiyorum" diye gidip birinin sohbetini bölmek zorunda kaldım çantayı alabilmek için.

3- Yine de felaket ucuz fiyatlara düşmüş çok sayıda ürün vardı, indirim başlayalı 3 haftayı geçmiş olmasına rağmen.

Çok mutlu oldum, çantama bakıp duruyorum.

Dün ayrıca Balenciaga çantamı 2. kez kullandığım gündü. Laptop'um dışında sahip olduğum en pahalı şey olan o çantayı en sevdiğim çantam olmasına rağmen kullanmaya cesaret edemiyorum. Bazen "Satsam en az 750TL getirir bana, neden dolabımda otursun aylardır" diye düşünüyorum, ama arada çıkarıp bakmak bile bana mutluluk veriyor. Yine de daha fazla kullanmak istiyorum, annemin "O kadar para vermişsin, bari o paranın hakkını çıkarana kadar tepe tepe kullan" sözleri geliyor. Biraz geç olacak ama 2011 resolution'ım o çantayı dilediğimce kullanabilmek olsun o zaman.

Her zamanki gibi yine Ritalin'imin etki etmesini bekliyorum. Bugünlerde Ritalin'in bokunu çıkarmış durumdayım. Öyle ki, sürekli olarak kafam yarı güzel ve ellerim titrer haldeyim. Ve nedense eskiden aklıma çok çılgın fikirler getiren, bana saatlerce yazdıran Ritalin artık eskisi kadar etki etmez oldu gibime geliyor.

Postfeminism essay'imle uğraşıyorum bu aralar. Günümüzde PF dışındaki feminist akımlara da hala rastlanabildiğini göstermem gerekiyor. Postfeminism örneği dolu popüler kültürde. 3rd wave'i de riot grrrl, sex positive gruplar ve queer-feminist gruplarla örneklendirdim. Ama 2nd wave örneği pek bulamadım; aklıma sadece Take Back the Night/Reclaim the Night türü mainstream kadın yürüyüşlerini düzenleyen gruplar geliyor. 2nd wave olarak sınıflandırılabilecek, erkeklerin kendilerine "feminist" demesinden hoşlanmayan, "women-only" eventler yürüyüşler vs. düzenleyen, fena halde aktivist olan, consciousness raising'e önem veren, striptiz klüplerine vs. sıcak bakmayan ya da "feminenliği" reddeden feminist gruplar geliyorsa aklınıza lütfen söyleyin.

Ev arkadaşım New York'tan döndüğünden beri fena sevgi pıtırcığı. Günde 3-4 kez odama gelip yatağıma oturuyor, saatlerce bir şeyler anlatıyor. Alışverişe gidince aldığı her şeyi deneyip bana gösteriyor, uzun uzun. Sürekli bana sarılıyor, ve "Akşam dışarı çıkıyoruz, sen de gelsene, uzun zamandır birlikte çıkmadık" modunda. Hatta Şubat başında Berlin-Venedik-Paris turu yapıyorlarmış 1 haftalık, beni de davet etti. Sırf yol parasına 350 pound veresim olmadığından, 18-19 yaşında deli gibi içen/takılan/sürekli kafası güzel gezen 3-4 erkeğin çılgın yaşantısına 1 hafta boyunca ayak uydurabileceğimi sanmadığımdan ve benim dönem ortası tatilimle onlarınki denk gelmediğinden yani 1 hafta okulu ekmem gerekeceğinden hayır dedim, ama içimde kalmıştı.

Ondan hemen sonra babam aradı, "Şubat ortası Roma'ya gidiyorum haftasonu için, gelsene" diye. Gidesim var. Karar vermem lazım bugün. Bir yandan 2 gün için bilmemkaç saat havaalanına git, bekle, 2.5 saat uç, oradan yine bilmemkaç saat şehir merkezine git falan üşeniyorum. Diğer yandan en sevdiğim mutfak olan İtalyan mutfağının tadı en güzel İtalya'da çıkıyor, ve babamla gittiğim yerlerde tek başıma yaptığım gezilerin aksine istediğim gibi para harcayabiliyorum. Babamı da özledim hem.

Keşke, zaman şöyle bir dursa 1-2 gün, biraz kafamı dağıtsam, essay'imi bitirsem, Roma işini halletsem. Of.

Wednesday, 12 January 2011

take lots with alcohol

TAPDK'nin yeni alkol satışı yönetmeliğini şimdi gördüm. Yok deniz kenarlarındaki restaurantlarda alkol satılamazmış, yok 24 yaş altının bulunduğu organizasyonlarda ve konserlerde alkol satışı yasakmış. Yakın gelecekte alkolü toptan yasaklamaya kalkarlarsa hiç şaşırmam. Böyle klişe bir muhabbet yapmak hiç istemiyorum; ama Türkiye'nin şu anki gidişatından da, böyle salak saçma şeylerle insanın sinirini bozan iktidar partisinden de, o partiye oy veren akıl fikir yoksunu insanlardan da ifade edemeyeceğim derecede tiksiniyorum. Bu yüzyılda hala böyle prehistorik düşüncelerin bu kadar geniş bir destek bulabilmesi Türkiye'de insanların gerçekten ne kadar eğitimsiz olduğunu gösteriyor (eğitimsiz dediğim insan grubu söz konusu partiye oy veren üniversite mezunu insanları da kapsıyor). Alkol bu kadar sinirinize batıyorsa içmeyin kardeşim, size ne başkasının alkol tüketiminden?

Geçen yılki referandumda çevremdeki yüzlerce insan arasında "Evet" oyu verdiğini söyleyen iki kişiyle karşılaştım. Birisi "Akepe iktidara geldiğinden beri daha çok para kazanıyorum"cu biriydi, ikincisi ise "Yetmez ama evet"çilerdendi. Bu zihniyeti "Akepeci olduğum için evet"çilerden çok daha fena buluyorum. Çünkü çoğu "You should know better" denesi derecede eğitimli, bilgi sahibi insanlar. Türkiye'nin "liberalleşiyor", "demokratikleşiyor" olduğunu bu ortamda insan nasıl düşünebilir aklım almıyor. Zaten demokrasi kavramında pek yokum, özellikle oyumun zamanını Fatmagül'ün Suçu Ne izleyen ilkokul mezunu tiplerle eşit sayılmasında ve dolayısıyla 21 yaşındaki halimle bile benden daha az kalifiye olan tiplerin beni yönetme hakkı sahibi olmasında hiç yokum. Meritokrasi ile yönetilen bir ülkenin hayalini kuruyorum.

Bu yasakların haberinin altına yazılan bir yoruma katılmadan edemedim:

"Durun bakalım daha yeni başlıyoruz... İstikrar arayanlar, "yetmez ama evet"çiler, II. Cumhuriyetçiler, liberal demokratlar hepinizin elbirliği ile batırıyoruz bu gemiyi..."

Tuesday, 11 January 2011

of urban life and the gender binary

Essay yazma çabalarıma yardımcı olsun diye Ritalin'imi almış etki etmesini beklerken dün aklıma gelen ama yazmaya üşendiğim bir şeyi paylaşmak istedim. Londra'ya döneli 24 saat oldu, ve içimde yok edemediğim garip bir his var.

İzmir'e gidişimin birkaç hafta öncesine kadar "Londra'da yaşadığım için çok mutluyum, burada Türkiye'de hiç keşfetmeye fırsatım olmayan yönlerimi sonuna kadar ortaya çıkarabiliyorum, ruhen beni çok besleyen bir şehir" diye düşünüyordum. Mezun olunca ne şekilde olursa olsun bir yolunu bulup kesinlikle burada kalmaya niyetliydim. Ama o kadar sakin, huzurlu ve mutlu bir zaman geçirdim ki; ilk kez İngiltere'ye "Keşke dönmem gerekmeseydi bu kadar erken" diyerek döndüm. Ve şimdi İzmir'de geçirdiğim o 3 haftayı özlüyorum. Türkiye'nin kendisini özlemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Her yerini bildiğim bir şehirde yaşamayı özlüyorum, annemle ve kedimle birlikte yaşamayı özlüyorum, çamaşır bulaşık fatura vs derdi olmadan yaşamayı özlüyorum, temizlikçimiz olmasını özlüyorum, her yere taksiyle gidip gelmeyi özlüyorum, yıllardır tanıdığım arkadaşlarımın olmasını özlüyorum, yılda bir taşınmamayı ve evime bağlanabilmeyi özlüyorum, "Seneye ne yapacağım, nerede yaşayacağım" sorusu olmamasını özlüyorum, bunların hepsini özlüyorum evet. Bunlar mekana bağlı özlemler değil. Keşke bunların hepsini Londra'da elde edebilseydim, keşke annem ve kedim burada olsaydı en azından. Hayat kusursuz olurdu o zaman.

Şimdi böyle diyorum ama, uzun süre Türkiye'de kalınca da Londra'yı özlüyorum. Şu anda bu kadar melankolik bir ruh halinde olmamın nedeni yeni gelmiş ve essaylerim yüzünden odama hapsolmuş bir şekilde Londra'nın sevdiğim yönlerinden uzak yaşıyor olmam. Buradan Türkiye'ye döndüğümde de, oradan buraya geldiğimde de ilk birkaç gün büyük uyum zorluğu çekiyorum. Her şey çok sürreal görünüyor gözüme. Sonra alışıyor, içinde bulunduğum şehrin tadını çıkarıyorum, özlemim çok nadiren kendini gösteriyor. En kısa zamanda hayatıma o "normallik" hissi geri dönsün istiyorum.

Facebook'ta arkadaşlarımdan birinin I Reject the Gender Binary türü bir gruba üye olduğunu gördüm az önce. Sanırım kendisinin gender binary'nin ne olduğuna dair ciddi yanılgıları var. Zira "Kadın dediğin kadın gibi görünmeli, butch'lar erkek gibi görünmeye çalışıyorlar, bence iğrençler" türü laflar gender binary'i reddetmek değil gidip orta yerine kurulup oturmak oluyor.

Bu bahsettiğim insanı severim, ama o tür laflar ettiğine denk geldiğimden beri ona bakışım değişti. Ayrıca Facebook'ta wall'una bir şeyler yazdığımda ve altına hiç tanımadığım halde bana laf atmaya çalışan eziklerin yorumları doluştuğunda bunları silmemesiyle de alakalı olabilir bu. Yorumu atan kişi ne kadar yaranmaya çalıştığım, beni sevsin istediğim biri olursa olsun ben birisi arkadaşımın duvarıma yazdığı bir şeye abuk subuk kavga çıkarmaya çalışıcı yorumlar atsa bunları kesinlikle silerdim. Ağzının payını da verirdim o insana, ama bu insanlardan çok şey beklemek oluyor galiba.

Sevdiğiniz insan sizin fikirlerinize çok ters düşen laflar etse (ölümüne faşist olsa mesela), ona olan sevginiz azalır mıydı?

Monday, 10 January 2011

on my way to london i see all kind of freak

10 saatlik yorucu ötesi bir uçak yolculuğundan sonra (thank you British Airways.. NOT!) Londra'ya adım atmış bulunuyorum sonunda tekrar.

British Airways'in direk Londra-İzmir rotası iptal edildiğinden bu sefer THY ile gidip gelmek zorunda kaldığımı yazmıştım. Londra'dan İstanbul'a gelişimden ne kadar memnun kaldıysam bu dönüş yolculuğunu da o kadar sevmedim.

Geçen sefer bindiğim her koltuğun arkasında kendi ekranı olan, her sırası 8 koltuklu, koltuk araları 1 km genişliğindeki süper uçağa kıyasla bugün bindiğim İstanbul-Londra uçağı dökülüyordu. Ondan önce bindiğim İzmir-İstanbul uçağı bile daha lükstü cidden. Dökülüyordu dediğim uçak benden yaşlıydı koltuklar bildiğiniz dipdibeydi, uzun boylu biri olsaydım herhalde bacaklarım ölmüş olarak inerdim uçaktan. Ayrıca içi çok pisti, insan uçuşlar arasında bir temizler. 500TL'ye tek yön Londra bileti satan bir havayolu olarak bunlara dikkat etmeliler en azından.

İşin en fena kısmı dünyadaki bütün öküzlerin benim koltuğumun etrafına toplanmış olmasıydı. İzmir'den aktarma yaptığımdan uçağa koştura koştura ucu ucuna yetiştim. O yüzden çoğu insan benden önce binmişti. Koridorun diğer ucunda oturan gerizekalılar hem kendi baş üstü dolaplarını, hem de bizimkileri doldurmuşlardı; o yüzden 4 saatlik uçuş boyunca o daracık koltuk aralığını bir de ayaklarımın dibindeki laptop çantam ile paylaşmak zorunda kaldım.

Önümde koltuğunu sonuna kadar arkaya yatıran, yemek verilirken bile "Rahatsız oluyorsanız kaldırayım" deme görgüsüne sahip olmayan iki öküz oturuyordu. O rahatlık yetmemiş olacak ki sürekli arka koltuğa kadar gerinip el-kollarını beynime sokmaya çalışıyorlardı. İnişte bile normalde yasak olmasına rağmen o koltuklar kalkmadı, ve bunu görmediği için hostese de sinir oldum. O da değil, herifler daha uçak durmadan telefonlarını açıp konuşmaya başladılar. Tiksinç.

Yanımda ne İngilizce, ne Türkçe konuşabilen; ve fena halde duş alması gereken bir adam oturuyordu. O da değil, geldiğimde kendisi benim cam kenarı koltuğuma oturmuştu, kalkmasını istemek zorunda kaldım. Başkasının yerine oturanlara sinir oluyorum.

Son olarak arkamda tüm yol boyunca çevresinde oturan ve tanımadığı herkesle konuşan bir adam oturuyordu. Korkunç bir Türk aksanıyla İngilizce konuşuyordu üstelik, yanında oturan Türk kadınla bile. Arada da dönüp diğer yanındaki İngiliz kadına o kulaklarımı tırmalayan aksanla "Siz İngilizler" ile başlayan tiksinç espriler yapıyordu. Hani birileri kendini çok utanç verici bir konuma düşürür de siz onun adına utanırsınız ya, öyle bir durumdu. Anladım ki ben Türk biriyle İngilizce konuşan Türkler'e sinir oluyorum. Hani 3-4 cümle konuşursun, araya birkaç kelime tıkıştırırsın, onu ben de yapıyorum da, "Bak ben İngilizce biliyorum" amacıyla sürekli olarak bunu yapanlar gerçekten komik duruma düşüyorlar. Genelde de aksanları çok fena oluyor.

Neyse, sonunda evime ulaştım. Dolapta bira ve cider dışında bir şey olmadığından aşağıdaki kebab shop'a gidip bir burger aldım. Onu yedim, nette bakınıyordum ki "Lisede 45 cm'lik haremlik-selamlık kuralı" başlıklı bu haberi gördüm. Ülkemde ne acayip, ne kafasız insanlar var gerçekten. Bence kızların sadece erkeklere yaklaşmasını değil, toptan herkese yaklaşmasını yasaklasaymış bu müdür. Eşcinsellik diye rezil bir yola düşüyormuş bazıları, ona da çare olur hem.

45 cm nedir ayrıca, yuvarlak hesap 50 yapsaymış. Elinde mezurayla ölçüyor falan mı ne?

Saturday, 8 January 2011

now is not the time for liberal thought

Az önce BBC'nin Bilgi'deki porno olayıyla ilgili bu haberini okudum.

Olayın kendisinden pek bahsetmeyeceğim, konuyla ilgili düşüncelerimi filmin yapımında rolü olanları destekliyorum ve okul yönetimiyle tepkili veliler bilmemneler sinirime dokunuyor olarak özetleyebilirim. Okul yönetimi, çünkü "Türkiye'nin özgür üniversitesi" olarak tanımladıkları okullarında özgürlüğün Ö'sü yok bariz, bunların hepsi laf. Ama biz bunu "Çok Avrupai ve liberaliz" imajı vermek için paravan LGBT Klübü kurdurup sonra "ÖSS yaklaşıyor, okulumuza gelmeyi düşünen homofobiklerin tepkisini çekmek istemiyoruz" diyerek klübün hiç bir etkinlik yapmasına izin vermeyip, sonra da zaten kapattıklarından biliyoruz. Veliler, çünkü üniversite gibi "yetişkin" insanların gittiği bir ortamı hala lise zannedip müdüre şikayet zihniyetinde olanlar var anlaşılan.

Haberde Türkiye'nin çoğunda alkolün yasak olduğu söylenmiş. Kullanılan ifade tam olarak "banned". Tamam, bazı yerlerde alkole karşı bir mahalle baskısı olabilir, ama Türkiye'de alkol ne zamandır kanunen yasak?

Asıl sinirime dokunan nokta oraya türbanlı kadınlarla dolu bir fotoğraf koyup altına "Bilgi Türkiye'nin en liberal üniversitelerinden biri olarak biliniyor" modu bir şey yazmış olmaları. Haberde de bu cümleyi yine tekrar edip "Türkiye'de üniversitelerde türban yasağını görmezden gelen ilk üniversitelerden biriydi" demişler.

Türbanın liberallik göstergesi haline gelmiş olması gerçekten içimi acıtıyor. Benim için özgürlük, insanın tamamen kendi iradesiyle, etkileyici faktörlerden uzak bir şekilde seçim yapabiliyor olması demektir. Türban takma seçimi bana kişi kendi seçimi sanıyor olsa bile toplum ve yetiştirilme tarzına bağlı bir yaratılmış rıza sonucu ortaya çıkan bir şey gibi görünüyor. Ortada gerçek anlamda bir seçim olduğuna inanmadığımdan, türbanın kadını özgürleştirici olduğunu kabul edemem. Zaten türban özgürleştirici ve güç simgeleyen bir şey olsaydı, erkekler kadınlardan çook daha önce türban takma işine el atmış olurlardı. Bu yüzden kadınları türbanlar altına gizleyen bir ideolojiyi desteklemenin liberallikle bir tutulmasını aklım almıyor.