Thursday, 24 June 2010

L7!!


Bugün Canterbury'deki evimi boşaltıyorum. Yarın sabah Birmingham'a Cadbury World ve the L Word convention'ı L7'a gidiyoruz. Pazar gecesine kadar orada olacağım ve Türkiye'ye dönene kadar Lisa'da kalıyorum (İzmir'e Çarşamba dönüyorum). Lisa'nın wireless şifresini kendisi bile bilmediğinden orada laptop'umu kullanamayacağım, Blackberry'den de blog yazmak çok üşendirici, o yüzden Perşembe sabahına kadar bir şey yazamayacağım büyük ihtimalle.


Normalde Shane, Alice, Lara, Papi, Jamie ve Molly'den oluşan konuk listesinde son anda çok görmek istiyor olduğum Lara, Molly ve Papi iptal oldu. Yerine bu kadar kısa zamanda birini bulabilirler mi emin değilim, ama Shane ve Alice'in iptal olmadığına sevinmek lazım yine de. Zaten şu anda Londra'dalarmış, yarın Birmingham'a gideceklermiş.


Convention bileti: £90. Otelin geceliği: £82. Birmingham'ın arabayla uzaklığı: 3.5 saat. Kate Moennig ve Leisha Hailey'i dünya gözüyle görecek olmak: Paha biçilemez.

Sunday, 20 June 2010

why don't you play the game

İnanılmaz süper bir haftasonu geçirdim. Perşembe günü sabahın köründe (6'da) evden çıkıp 7.25 Eurostar'ı ile Fransa saatine göre 10 buçuğa doğru Paris'e ulaştım. Çok sevdiğim halde nedense uzun zamandır doğru düzgün göremiyor olduğum kuzenimle buluştuk otelde ve eşyalarımızı bırakıp direk Marc by Marc Jacobs'a gittik. Tam saat 12'de kapıya ulaştığımız anda "Üzgünüz kapatıyoruz" diyerek literally kapıyı üzerimize kilitleyen çalışana sinir olup Fransızlar'ın uyuz kapanış saatlerine küfrettikten sonra Cumartesi geri dönmeye karar verdik. Bilmiyorduk ki Cumartesi MbMJ Paris maceramız daha da sinir krizi geçirtici hale gelecek.

Cuma gününü Disneyland'de geçirdik. Çocukluğumdan beri 294829 kere gitmiş olduğum halde her seferinde 7-8 yaşında ilk gittiğimdeki heyecanı yaşadığım, hatta istisnasız her seferinde heyecandan önceki gece uyuyamamama neden olan bir yer Disneyland Paris. Orada yaşasam ve hiç çıkmayacak olsam sıkılmam sanırım, dünya üzerindeki favori yerim kesinlikle. Başka hiç bir şeye asla değişmem. Nedense daha önceki gidişlerimde hep tek park bileti almış ve hiç Walt Disney Studios kısmına gitmemiştim. Aslında orası da güzelmiş, ama sadece adult'lara göre şeylere binilen ve çok az sıra beklenilen bir günde bile 2 park tek güne sığmıyor.

Disneyland'de bazı insanların sırada bekleyenleri ittirerek öne geçmeleri dikkatimi çekti. Garip olan 10 kişilik grupların falan hiç utanmadan bunu yapması ve kimsenin kötü kötü bakmak dışında ağzını açmaması oldu. İngiltere ya da Türkiye'de böyle bir şey olmuş olsa kesinlikle susmazdım ben; otobüs sırasında bile öne geçen görgüsüzlere çok sinirlenirim, oradaki gibi 45 dakika-1 saat beklenen sıralarda öne geçilmesi daha da fena. İnsanlar kendilerini nasıl bu kadar herkes bekliyorken bekleyemeyecek kadar ayrıcalıklı görüyorlar ya da çok mu önemli bir iş sahibiler de yarım saat daha fazla bekleyemiyorlar merak ediyorum, o nasıl bir utanmazlık ayrıca, insan nasıl yüzü bile kızarmadan o kadar insanın önünden geçip gider, biri bana açıklasın lütfen. Umarım karmik adalet buluyordur böylelerini.


Cuma sanırım hayatta en çok yorulduğum gündü, sanırım değil hatta, eminim hayatımda hiç o kadar ayaklarımı kullanmadığıma. O yüzden Cumartesi günü benim ayaklarım çok kötü olduğu için asıl planımız olan Montmartre ve Pere Lachaise'i iptal edip sabah alışveriş, öğleden sonra otel, akşam Le Marais yapmaya karar verdik. Sabah deli bir azimle Marc by Marc Jacobs'a geri döndüğümüzde saat 10.55 idi. Biz üzerinde en ufak bir açılış saati yazmayan kapıya bakarak beklesek mi ne yapsak karar vermeye çalışırken kapının bir kaç metre ötesindeki bir güvenlik görevlisinin bize garip garip bakmaya başlaması, daha sonra bir kadının gelip MbMJ kapısını anahtarla açması, güvenlik görevlisinin gelip sanki konsolosluk önünde bekleyen tehlikeli bir şey yapma potansiyeli olan tiplermişiz gibi "Daha açılmadı, gidin" şeklinde bağırıp kaçta açılacağını sorma fırsatı bile vermeden kapıyı üzerimize kapatması gibi sinir bozucu olaylar ardından bir yerlerde gidip bir şeyler içtikten sonra dönmeye karar verdik. Oha denesi derecede pahalı kahvelerimizi içtikten sonra mağazaya geri döndüğümüzde gördük ki benim küçük bulduğum Londra MbMJ mağazasının 10'da biri falan boyutlardaymış Paris mağazası, ve gerçekten alınası bir bok yokmuş. Zaten olsa da mağaza çalışanlarının o davranışlarından sonra oradan değil Printemps gibi department store'lardaki MbMJ standlarındaki güler yüzlü, saygılı görevlilerden alınırmış.

Bu tür satış/güvenlik görevlileri beni fena halde sinirlendiriyor. Snobluk gibi olmasın ama orada asgari ücrete çalışan bir insanın kısmen lüks bir mağazada çalışıyor diye kendini üstün görüp müşteriye bok gibi davranma hakkı olduğunu sanması kabul edilemez bir şey. Eğer benden bir çantaya 500 euro ödemem bekleniyorsa ben de o mağazada bulunduğum her saniye boyunca muhatap olduğum görevlinin yüzünde bir gülümseme görmeyi bekliyorum, evet. Suratsız eleman görmemiş değilim, ama bu kadar kabalık ilk kez başıma geldi ve kesinlikle uzun ve abartılı bir şikayet maili yollamayı planlıyorum en kısa zamanda.

Bu kaba ve suratsız davranış biçiminin Fransızlar'ın çoğunda var olduğuna inanmış bulunuyorum artık. Genellemelerden hoşlanmam, ama öyle gerçekten. İngiliz insanına soğuk derler bir de, gayet yalan. Gittiğim hiç bir yerde Fransızlar kadar uyuz, garsonu bile kendini müşteriden üstün gören, turistlerin ekmeğini yediği halde yabancılardan nefret eden, inatla herkesin kendilerinden başka kimsenin konuşmadığı Fransızca'yı konuşmasını bekleyen ve konuşulmayınca normalden de ters davranan bir millet görmedim. "Pardon çekilir misiniz"den "Ateşiniz var mı acaba"ya kadar her konuda terslenmediğim durum sayısı 2-3'ü geçmedi sanırım bu hafta. Gözünü-sevdiğimin-İngilteresi modunda eve geldim bugün dolayısıyla.

Son olarak, dün son derece mülayim ve "iyi çocuktur" şeklinde bildiğim bir arkadaşımın boş vakitlerinde gay sohbet odalarına girip yavşadığı insanların bilgilerini, fotoğraflarını vs. ele geçirdikten sonra "Eşine/ailene söylerim" şeklinde şantaj yaparak geçirdiğini öğrendim. Kendisi de kesinlikle böyle beyinsiz işlerle uğraşacağını düşünmeyeceğiniz, ÖSS'de derece yapmış, iyi aile çocuğu modunda bir insan. O kadar şaşırdım ve o kadar tiksindim ki anlatamam, eğer bunu kendisinden duymuş olsam ya da karşıma çıksa kendimi tutamaz ağzıma gelen lafı ederdim. Demek ki 7 yıldır tanıyor olsa bile aslında birini hiç bir zaman gerçekten tanıyamıyor insan.

Wednesday, 16 June 2010

what do you mean you saw the stars?

Yarın sabah kuzenimle buluşmaya Paris'e gidiyorum. Paris'e en son ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum, geçen dönemdi. Özledim, Paris'i yılın bu döneminde seviyorum en çok, gayet güneşli ve şirin oluyor. Pazar'a kadar orada olacağımdan ve otelde internet var görünüyor olmasına rağmen büyük ihtimalle pek zamanım olmayacağından bloglarıma yazabileceğimi pek sanmıyorum.


Bir de zamanınız varsa Hormonlu Domates Homofobi Transfobi Ödülleri için oy kullanın lütfen. O kadar çok ödül hak eden insan/kurum var ki seçmekte zorlandım.


Everything Everything-Schoolin' takıntım son hızıyla devam ediyor.


Akşam son kez okula gidiyorum. Yeditepe'ye hiç son kez gittiğimi bilerek gitmediğime hep üzülmüşümdür, University of Kent için öyle olsun istemiyorum. Mezuniyetime gitmeyeceğimden ve Canterbury'den taşındıktan sonra İngiltere'de bile olacak olsam buraya geri döneceğimi sanmadığımdan son kez gitmek istedim bugün. O yüzden akşam fajita ve bira için okula gidiyorum. Havanın akşam 10'a doğru karardığına seviniyorum, okuldan katedrali son bir kez görmek istiyorum çünkü, çok güzel ve hiç unutmayacağım bir manzara.



İstanbul'a hiç doğru düzgün hoşçakal dememiş olmamdan mı ne, orayla bağlarımı hiç koparamıyorum, hep yarım kalmış bir şeyler var İstanbul'daki hayatıma dair. İstanbul aklıma geldikçe hüzünleniyorum, belki de hiç tamamlanamayacak olan o şeyler için. Canterbury'i de öyle hatırlamak istemiyorum, geçmişi düşündüğümde buruk bir nostalji hissiyle dolmak istemiyorum, eskiden burada ne kadar mutlu olduğum aklıma gelsin istiyorum. O yüzden güzel bir kapanış lazım bu şehirdeki zamanıma.

Tuesday, 15 June 2010

more msn weirdos

Msn'de çok garip insanlarla karşılaşıyorum bugünlerde. Mesela dün bir adet ekledikten-2-dk-sonra-cam-açalım-diyen-insanla karşılaştım. Açmayacağımı söyledikten sonra karşılıklı birbirimizi engelleyip sildik. Bir de "ee hiç selam vermiyorsun" yapan biri var listemde. Ben kimseye selam vermem ki, msn'e girince bakmıyorum bile kim online diye. Açıyorum bir kenarda duruyor, biri mesaj atınca bakıyorum. Bazen şu anda olduğu gibi bir şeylerle uğraşıyor oluyorum, altta mesaj ışığı yanıp sönüyor, işim bitince bakıyorum. Anında cevap vermek zorunda değil kimse kimseye. Son iki gündür de listemdeki birisi sürekli "Sen meşgulsün galiba" diyip duruyor, 30 saniye geç cevap veriyorum çünkü. "Hayır meşgul değilim" dediğimde de bana kelimesi kelimesine "Ben bişi yazınca cvbın hemen gelmesini dilerim, aksi olunca başka bişeyle alakalı olduğunu düşünürüm" cevabını verdi. Ne garip insanlar var cidden. İşsiz güçsüz bir insan mıyım ben ki her nete girdiğimde sadece MSN açık olsun, bana kim mesaj atacak diye bekleyeyim? Onu yapacak bile olsam MSN'i sadece onunla konuşmak için mi açıyorum ben? Çok süper muhabbetlere girdiğim biri olsa neyse hani. Gerçekten böyle insanlara tokat atasım geliyor, konuşmayı kesiyorum zaten genelde. Bir şey yazınca "cvbın" hemen gelmesini dilermiş de bilmemneymiş, her dilediğimiz olmuyor değil mi hayatta? Ne kadar küçük dağları ben yarattım modunda bazı insanlar, sanki herkesin hayattaki tek işi sana msn'de cevap yazmak.

Monday, 14 June 2010

i'll get off my soapbox now

Dün Brighton'daydım. İngiltere için alışılmadık derecede sıcak ve güneşli bir gündü. TK Maxx'e gidip Mango indiriminden daha da çılgın bir kalabalık arasında yüzlerce güneş gözlüğü içinde Stella McCartney arayıp sonunda bulduktan sonra oradaki favori pub'ımda bir şeyler içmeye gittik. İngiltere'deki tüm gay barlarda ücretsiz dağıtılan dergilerden alırım her gittiğimde, bu kez de favorim olan G3'yi almış okuyordum ki ben finallerimle kafayı bozmuşken gay dünyada olup bitenlerden habersiz kaldığımı fark ettim. Lady Sovereign came out and I had no idea! Gerçi onun gay olduğunu en gaydar'ı bozuklarımız bile biliyordu ama neyse, official olarak açıklamış kendisi.

Bir diğer ?! olduğum haber ise şu oldu: http://www.independent.co.uk/news/world/americas/antigay-baptist-minister-took-male-prostitute-on-holiday-1964506.html. Amerika'da eşcinsel karşıtı bilmemne derneğinin kurucusu dedem yaşındaki bir adam rentboy.com sitesinden bulduğu 20 yaşındaki bir adet male prostitute ile tatil dönüşü yakalanmış. Çok güldüğüm üzere de yakalandıktan sonra "Ben onu çantalarımı taşısın diye tutmuştum" demiş. Lol yani. Bazen cidden bütün homofobiklerin içinde bu kadar olmasa da gizli eşcinsellik olduğuna gönülden inanıyorum. Böyle olaylar çok duyuyorum çünkü.

Akşam zorla maç izledim. İnsanların canlı olarak maç izleme sevdasını fena anlamsız buluyorum. 3-5 saat beklesen, banttan izlesen ne olur? Bunu Lisa'ya söylediğimde bana "E sen sevdiğin grubun konserine niye gidiyorsun o zaman CD'den dinlemek varken" cevabını verdi. Kanlı canlı konser izlemekle televizyonda canlı yayında maç izlemek aynı şey mi ki? Hani stadyumda izliyor olsan neyse, ama televizyon bu ya.

Zaten futbol maçı izlemek tamamen anlamsız bulduğum bir şey. Orada dünyanın parasını alan herifler top peşinde koşturuyor, sen evinde oturup izlemekten zevk alıyorsun. Tenis maçı gibi olsa, oyuncunun yeteneğine hayran olup onu izlesen neyse, ama bir takımla sıradan bir vatandaş arasında kurulan bağ bambaşka saçmalıkta bir şey. Sokaklarda, evlerde milli takım renklerine bürünmüş oturan, kazanmayı ya da kaybetmeyi sanki kendi başarısı/başarısızlığıymış gibi gören insanlar, onları tanımayan ve kazandığı para dışında taraftarını en ufak bir şekile umursamayan futbolculara fanatik bir sevgiyle bağlanan taraftarlar. Normalde futbolla alakası olmayıp maç günü milli takım ve ülke aşığı şeklinde gezenler. Türk olmaktan, İngiliz olmaktan, bilmemnereli olmaktan, 10 kuşak önce tamamen tesadüfi bir şekilde kendi yaşadığı topraklardaki insanların kazandığı bilmemne savaşından, yine tamamen tesadüfi bir şekilde x ülkesinde doğduğu için yattığı yerden haksız bir gurur duyanlar. Hiç birini anlamıyorum. Milliyetçilikten, fanatiklikten hazzetmiyorum.

Brighton yolunda Lisa'ylayken feminizm konusu açıldı. İnsan nasıl kadın olup feminist olmaz aklımın almadığını söyledim. O da bana kendisini feminist olarak tanımlamadığını söyledi. "Kadın erkek eşitliğine inanan herkes feministtir, feminizme çok anlam yüklendiği için kendine o etiketi yapıştırmaya korkuyor insanlar" dedim ben de, sonra Lisa bana "Kadınlar ve erkeklerin her konuda eşit olması gerektiğini düşünmüyorum, kaçınılmaz biyolojik farklarımız var, belki aynı seviyede olmalıyız evet, ama aynı değiliz" cevabını verdi. Bu biyoloji muhabbeti çok karşıma çıkıyor ve en sinir olduğum argümanlardan biri. İnsanlar bu "aynı değiliz"in erkek egemen zihniyetin kadını baskılama unsurlarından biri olarak kullanılan bir bahane olduğunu göremiyorlar nedense. Bu argümana bahane dememin iki nedeni var. Birincisi sex ve gender ayrımını yaparsak; sex'i biyolojik cinsiyet, gender'ı da toplum tarafından yaratılmış cinsiyet rolleri olarak tanımlarsak, biyolojik farklılığın hiç bir zaman sex'te kalmadığını ve gender sahasına taştığını görebiliriz. Gender da kadınlara "feminenlik" adı altında onların erkekler tarafından kontrol edilmelerine neden olan özellikler yükleyen bir kavramdır. Erkeğe güçlü, mantıklı, sert vs. gibi sıfatlar yakıştırılırken kadınlara hep hassas, duygusal, zayıf gibi negatif anlamlar yüklenen sıfatlar layık görülür. Kim bilir, belki kadınlar onlara duygusal olmak, caring olmak dayatılmasa (erkekler annelerinden, sevgililerinden vs. care ihtiyacı içinde olmasalar) öyle olmayacaklar.

Biyolojiyi kadın-erkek eşitliği karşıtı bir argüman olarak öne sürenler genelde kadının anne olabilitesinden bahsederler tüm süper özellikler erkeğe verildi diye kadınlar ağlamasın diye. Bu da bizi bunun aslında erkek egemenliğin bir bahanesi oluşunun ikinci nedenine getiriyor: Sanki her kadının annesel içgüdüleri doğuştan varmış gibi insana o içgüdünün olmamasının anormal olduğu dayattırıldıktan sonra o içgüdü kutlanmaya başlanıyor, "Ne kadar şanslı kadınlar, anne olabiliyorlar" şeklinde. Anne olduğu için hayatı evde kocasına yemek pişirip çocuk bakmaktan ibaret hale gelenlerden, çocuğu yüzünden iş saatleri flexible olmadığı için annelerin işverenler tarafından tercih edilmemesinden, doğru düzgün doğum izni alınamamasından, çocuğunu kreşe vermenin garipsenmesinden, baba ne kadar ilgili olursa olsun çocuğun her zaman en çok anne üzerinde bir yük olacağından, çocuk gayrimeşruysa toplumun kadına hayatı zindan edeceğinden bahsedilmiyor. İkisi de kadın ya da erkek de olsa A ve B kişisi arasında da biyolojik farklılıklar var, kimse A ve B bu yüzden eşit olmamalı demiyor. Bu kadınlar Venüs'ten, erkekler Mars'tan türü "Kadınlarla erkeklerin beyni/biyolojik yapısı bilmemnesi farklı" gibi şeyler tamamen kadını ezmek için justification, başka bir şey değil. Bana böyle şeylerle gelmeyin o yüzden.

Friday, 11 June 2010

you matter not

8 aydır başvuruma cevap vermeyerek beni sinir eden University of Sussex'ten MA Gender Studies bölümüne kabul geldi bugün sonunda. 2:1 istemişler koşul olarak, bu da eğer bir mucize eseri 2:1 ortalama tutturursam Goldsmiths ve Sussex arasında seçmem gerekeceği demek oluyor bu. Tutturamazsam da bunu Birkbeck'e gitmem gerektiğine dair bir işaret olarak kabul edeceğim.

Londra'da okusam bile acaba Brighton'da mı yaşasam diye düşünüyordum zaten (Sussex Brighton'a 8 km). Londra'yı Taksim gibi (daha düzenli, daha az karmaşık ve daha güvenli bir Taksim) düşünürsek, Brighton Alsancak gibi. Daha sakin, daha küçük, deniz kıyısında ve sayfiye yeri havasında, kitapçısından restaurantına kadar her yerin kapısında gökkuşağı çıkartmaları bulunan, elinizi sallasanız gay birine çarpacağınız, Londra'dan daha ucuz ve nedense pek bir sempati duyduğum bir şehir. Eğer ortalamam beklediğimden yüksek gelirse ve bu üçü arasında seçmem gerekirse ne yaparım bilmiyorum.

Artık beni tanımayan insanların hakkımdaki düşüncelerinin hiç kafamı meşgul etmediğini, sözlerinin üzerimden akıp gittiğini fark ettim. Geçenlerde Alternatip'te inci sözlük başlığına "abaza yuvası iğrenç yer" yazmam üzerinde birinin bana "çakma İngiliz asilzadesi, kompleksli ve kendi bir şey başaramadığı için inci sözlük'e saldıran insan" modu bir şeyler demesi ve çoğu insanın "aa süper laf koydu" demesi üzerine oldu bu.

-Bu edilen lafa konu dahilinde verilecek cevap bulamayınca karşındakinin kişiliğine saldırarak kendini tatmin etmek Türk insanında çok olan bir olay nedense.

-Bu bahsettiğim insanın inci sözlük'teki "Amk olm gideri yok bu orospunun" türü lafların bana kadınları aşağılayıcı olmadığını ısrarla iddia edip durmasından sonra cevap verme gereği duymadım. Bu bahsettiğim laflarla kendini ifade eden insanları, onları okuyup eğlenenleri ve dolayısıyla inci sözlük'ü ciddiye alınası bir yer olarak kabul etmem kesinlikle mümkün değil. O yüzden çocuğun yazdığı şeye oturup ciddi ciddi cevap vermemin bir şey değiştirmeyeceğini düşünerek cevap vermedim, buna da "süper laf koydu" tepkisi verdi insanlar.

-İşin komik yanı çocuğun bana "Ufuklarını genişletmeye çalışıyorum ben sadece" demiş olması. Lol gerçekten. O dediğim lafların sırf haksız olmamak için inatla kadınlara hakaret olmadığını iddia edecek kadar sabit fikirli bir insanın ufkumu genişletmesi imkansız, ufkum inci sözlük'teki aklı sikinde insan modellerine doğru genişlesin de istemem ayrıca.

-Her ne kadar herkes gibi benim de komplekslerim olsa da inci sözlük'teki insanlar gibi olmak isteyip olamadığımdan bok atıyor olmam gibi bir durum kesinlikle yok. O derece küçümsediğim, tiksindiğim bir zihniyete dahil olmak isteyip olamamam gibi bir şey olamaz yani. Ayrıca "asilzade"lik gibi olmasın ama, özellikle şu son 1-2 yıldır kendimi kesinlikle "bir şey başaramamış" bir insan olarak görmüyorum. İnsanın çaba gösterip hak ettiği şeyi başarması ve bundan gurur duyması ukalalık ya da asilzadelik değildir; ben çoğu insanın gösteremediği bir cesaretle 17 yaşımdan beri ailemden ayrı yaşayabildiğim için, kalkıp tek başıma kimseyi tanımadığım bir ülkeye taşınabildiğim için, bütün çocukluk ve ergenliğimi İngilizce'yle uğraşarak geçirip ana dili gibi kullanabilen biri haline gelebildiğim için, şiddetli bir depresyonun etkisinden tek başıma olduğum halde kurtulmayı başardığım için, üniversite yıllarıma denk gelen o depresyona ve dikkat eksikliği bozukluğuna rağmen 21 yaşında yüksek lisans sahibi bir insan olacağım için, hayatta her zaman kendi seçimlerini yapan ve en aykırı fikirlerini bile bas bas bağırarak açıklayan biri olduğum için kendimle gurur duyuyorum. Hiç bir başarısı olmadığı halde kendini herkesten üstün gören biri değilim. Gününü inci sözlük'te noktalama işareti yerine amk kullanarak geçiren birinin hakkımdaki fikirleri "kaale alınası eleştiriler" kategorimin uzağından bile geçemiyor bu yüzden.

-Bu olayın bana "Artık tanımadığım insanların sinirimi bozma çabaları kesinlikle işe yaramıyor" dedirten kısmı ise bunların hepsine kayıtsız kalışım, eskiden sinirimi bozacak bir olayken şu andaki tepkimin whatevsss oluşu oldu.

Thursday, 10 June 2010

lgbt societies and italian bmts

Sıkıntıdan ne yapacağını şaşırmış bir insan olarak bu sonbaharda başlama ihtimalim olan Goldsmiths ve Birkbeck'in (ikisinden biri olacak, hangisi olacağı not ortalamam açıklanınca kesinleşecek) LGBT society'lerine bakmaya karar verdim. Goldsmiths'in LGBT grubu var, ama gayet şok edici bir şekilde Birkbeck'in olmadığını fark ettim az önce. Facebook'a bakayım dedim, Goldsmiths'in LGBT grubunda 276, Kent Uni'ninkinde 229 kişi var. Birkbeck grubundaki insan sayısı: 64. Oha denilesi gerçekten. Daha sonra okulun sitesine baktım, Londra'daki en iyi Gender and Sexuality programına (ki o bölümde okuyan insanların çoğunun bir tarafından queer olduğunu düşünüyorum) sahip olmakla övünen bir okulun nasıl resmi bir LGBT grubu olmaz? Nasıl Facebook'taki resmi olmayan grupta o kadar az insan olur? Bir de siteye University of London society'lerine üye olabilirsiniz yazmışlar (Birkbeck Uni of London'ın bir college'i olduğu için, hatta Goldsmiths de öyle). Ama işin daha da ilginç kısmı bünyesinde barındırdığı college'lerin bir kısmının ayrı ayrı LGBT society'leri olsa bile Uni of London'ın genel bir LGBT society'si yok. 19 okuldan oluşan, neredeyse 200.000 öğrencisi olan mega boyutlarda bir üniversitenin bir LGBT grubu olmaz mı ama? Çok üzücü bir durum gerçekten.

Kent'teki LGBT Society'nin buraya ilk taşındığımda gayet asosyal bir insan olarak bana ne kadar faydası olduğunu anlatamam. Okula ilk geldiğimde çekine çekine standlarına gidip tanışmıştım çoğuyla, okuldaki ilk arkadaşlarımın hepsi o klüptendi. Buradaki ilk yılımdaki LGBT Society çok güzeldi, partileri süperdi, iki haftada bir event organize ediyorlardı neredeyse. O seneki LGBT komitesi mezun olduktan sonra yerine geçenler malesef society'nin içine sıçtılar, hiç bir şeyin altından kalkamadılar, sene başındaki 1-2 parti dışında başka tek bir event bile organize edemediler (ki ilk komiteyi parti ortamlarından başka event pek organize etmedikleri için eleştirirdim). Fena halde kapalı, belirli insanların takıldığı bir ortam halini aldı bu sene LGBT Society. Hatta bu seneki başkan mail atmış herkese geçenlerde, "Bu seneki yönetimden çoğunuzun şikayetçi olduğunu biliyorum bu yüzden istifa ediyorum" diye. Bütün sene bekleyip okulun bitmesine 2 hafta kala istifa etmek de ayrı bir saçmalık tabii. Neyse, her ne kadar beceriksiz insanlar tarafından yerlerde süründürülse de LGBT Society'nin varlığı insana okuldaki diğer LGBT'lerin varlığını bilmek açısından bir güven duygusu veriyordu. Yüksek lisansta okula sadece haftada 2 gün 3'er saat falan uğrayacağımın farkındayım, ama yine de bu sene daha sosyal olmak istiyorum. Ve her ne kadar kimseyi gay diye otomatik olarak sevmesem de LGBT insanlarla daha çok ortak noktam ve dolayısıyla daha çok anlaşabilitem var. Bu yüzden kimseyi tanımadığım yeni bir okula başladığımda kendime yakın hissedeceğim insanlarla tanışabilme imkanımın ortadan kalkma ihtimali beni sinir ediyor.

Bunun Italian BMT ile alakası da bugün onun Subway'de Sub of the Day olması ve birazdan gidip alacak olmam.

Wednesday, 9 June 2010

the real chart?


The L Word'deki Alice'in The Chart'ı gerçek hayata o kadar uygulanabilir ki, oeh dedirten şekillerde karşıma çıkıyor bazen. Az önce straight ve kendini bilmez dönemimi saymazsak ilk birlikte olduğum insanın (A) şu anda yazıyor olduğu kızın (B) ilk kız arkadaşının (C) benim ilk sevgilim olduğunu öğrendim mesela. It sure is a small world.


brother you look like the taj mahal

Beni heyecanlandırmayı başaran grup sayısı yılda 2-3'ü geçmiyor. Yeasayer'dan bu yana içimde ayağa fırlayıp zıplama isteği yaratan, "Bir an önce canlı izlemem lazım" dedirten bir şey dinlememiştim, Everything Everything karşıma çıkana kadar. Schoolin şarkılarına fena takmış bulunuyorum bu aralar. Hatta vokaller ve alışılmadıklığıyla bana Yeasayer'ı andırıyor o şarkı, sadece o şarkıları ama.

Eğer yeni bir şeyler arıyorsanız kesinlikle tavsiye ederim, albümleri bildiğim kadarıyla Ağustos'ta çıkacak ama Youtube'da şarkılarını bulabilirsiniz.

i'm 5 years ago and 3000 miles away

The L Word'de Dana'nın öldüğü sahneyi izlediğim andan beri ne zaman You Are My Sunshine duysam aklıma o sahne ve ölüm gelir. Eve kapanıp hayat bir dizi üzerinden yaşanıp dizideki karakterlerin mutlulukları, üzüntüleri kendininmiş gibi hissedildiğinde bu tür sahneler insanın fena halde sinirini bozuyor (pissing down modunda yağan yağmur da pek yardımcı olmuyor malesef). 1 haftadır yiyecek bir şeyler almak dışında evden çıkmıyorum, çünkü hayatım hiç The L Word'deki kadar ilginç olmuyor, bunu bildiğim için de "O zaman niye çıkayım ki, oturup dizi izlerim" diye düşünüyorum. Güzelim Haziran ayının yarısını evde güneş görmeden harcamak da sinir bozucu tabii aslında üzerinde düşününce. Belki akşam çıkarım.

Bu yağmurlu ve gri havada evden günlerce çıkmayıp The L Word izleme alışkanlığı bana İstanbul'da aynı şeyi yaptığım dönemi hatırlatıyor, o zamanki depresif, aşık ve özleyen (özlemek yetmiyor hatta, craving/longing diyelim) ruh halimi ucundan yakalar gibi oluyorum biraz. "And I'm 2 years ago and 1500 miles away" diyorum sonra.



Do I have time? A man of my calibre
Stood in the street like a sleepwalking teenager
No.
And I dealt with this years ago
I took a hammer to every memento
But image on image like beads on a rosary
Pulled through my head as the music takes hold
And the sickener hits; I can work till I break

But I love the bones of you
That I will never escape

And it's you, and it's May
And we're sleeping through the day
And I'm five years ago
And three thousand miles away