Monday 14 June 2010

i'll get off my soapbox now

Dün Brighton'daydım. İngiltere için alışılmadık derecede sıcak ve güneşli bir gündü. TK Maxx'e gidip Mango indiriminden daha da çılgın bir kalabalık arasında yüzlerce güneş gözlüğü içinde Stella McCartney arayıp sonunda bulduktan sonra oradaki favori pub'ımda bir şeyler içmeye gittik. İngiltere'deki tüm gay barlarda ücretsiz dağıtılan dergilerden alırım her gittiğimde, bu kez de favorim olan G3'yi almış okuyordum ki ben finallerimle kafayı bozmuşken gay dünyada olup bitenlerden habersiz kaldığımı fark ettim. Lady Sovereign came out and I had no idea! Gerçi onun gay olduğunu en gaydar'ı bozuklarımız bile biliyordu ama neyse, official olarak açıklamış kendisi.

Bir diğer ?! olduğum haber ise şu oldu: http://www.independent.co.uk/news/world/americas/antigay-baptist-minister-took-male-prostitute-on-holiday-1964506.html. Amerika'da eşcinsel karşıtı bilmemne derneğinin kurucusu dedem yaşındaki bir adam rentboy.com sitesinden bulduğu 20 yaşındaki bir adet male prostitute ile tatil dönüşü yakalanmış. Çok güldüğüm üzere de yakalandıktan sonra "Ben onu çantalarımı taşısın diye tutmuştum" demiş. Lol yani. Bazen cidden bütün homofobiklerin içinde bu kadar olmasa da gizli eşcinsellik olduğuna gönülden inanıyorum. Böyle olaylar çok duyuyorum çünkü.

Akşam zorla maç izledim. İnsanların canlı olarak maç izleme sevdasını fena anlamsız buluyorum. 3-5 saat beklesen, banttan izlesen ne olur? Bunu Lisa'ya söylediğimde bana "E sen sevdiğin grubun konserine niye gidiyorsun o zaman CD'den dinlemek varken" cevabını verdi. Kanlı canlı konser izlemekle televizyonda canlı yayında maç izlemek aynı şey mi ki? Hani stadyumda izliyor olsan neyse, ama televizyon bu ya.

Zaten futbol maçı izlemek tamamen anlamsız bulduğum bir şey. Orada dünyanın parasını alan herifler top peşinde koşturuyor, sen evinde oturup izlemekten zevk alıyorsun. Tenis maçı gibi olsa, oyuncunun yeteneğine hayran olup onu izlesen neyse, ama bir takımla sıradan bir vatandaş arasında kurulan bağ bambaşka saçmalıkta bir şey. Sokaklarda, evlerde milli takım renklerine bürünmüş oturan, kazanmayı ya da kaybetmeyi sanki kendi başarısı/başarısızlığıymış gibi gören insanlar, onları tanımayan ve kazandığı para dışında taraftarını en ufak bir şekile umursamayan futbolculara fanatik bir sevgiyle bağlanan taraftarlar. Normalde futbolla alakası olmayıp maç günü milli takım ve ülke aşığı şeklinde gezenler. Türk olmaktan, İngiliz olmaktan, bilmemnereli olmaktan, 10 kuşak önce tamamen tesadüfi bir şekilde kendi yaşadığı topraklardaki insanların kazandığı bilmemne savaşından, yine tamamen tesadüfi bir şekilde x ülkesinde doğduğu için yattığı yerden haksız bir gurur duyanlar. Hiç birini anlamıyorum. Milliyetçilikten, fanatiklikten hazzetmiyorum.

Brighton yolunda Lisa'ylayken feminizm konusu açıldı. İnsan nasıl kadın olup feminist olmaz aklımın almadığını söyledim. O da bana kendisini feminist olarak tanımlamadığını söyledi. "Kadın erkek eşitliğine inanan herkes feministtir, feminizme çok anlam yüklendiği için kendine o etiketi yapıştırmaya korkuyor insanlar" dedim ben de, sonra Lisa bana "Kadınlar ve erkeklerin her konuda eşit olması gerektiğini düşünmüyorum, kaçınılmaz biyolojik farklarımız var, belki aynı seviyede olmalıyız evet, ama aynı değiliz" cevabını verdi. Bu biyoloji muhabbeti çok karşıma çıkıyor ve en sinir olduğum argümanlardan biri. İnsanlar bu "aynı değiliz"in erkek egemen zihniyetin kadını baskılama unsurlarından biri olarak kullanılan bir bahane olduğunu göremiyorlar nedense. Bu argümana bahane dememin iki nedeni var. Birincisi sex ve gender ayrımını yaparsak; sex'i biyolojik cinsiyet, gender'ı da toplum tarafından yaratılmış cinsiyet rolleri olarak tanımlarsak, biyolojik farklılığın hiç bir zaman sex'te kalmadığını ve gender sahasına taştığını görebiliriz. Gender da kadınlara "feminenlik" adı altında onların erkekler tarafından kontrol edilmelerine neden olan özellikler yükleyen bir kavramdır. Erkeğe güçlü, mantıklı, sert vs. gibi sıfatlar yakıştırılırken kadınlara hep hassas, duygusal, zayıf gibi negatif anlamlar yüklenen sıfatlar layık görülür. Kim bilir, belki kadınlar onlara duygusal olmak, caring olmak dayatılmasa (erkekler annelerinden, sevgililerinden vs. care ihtiyacı içinde olmasalar) öyle olmayacaklar.

Biyolojiyi kadın-erkek eşitliği karşıtı bir argüman olarak öne sürenler genelde kadının anne olabilitesinden bahsederler tüm süper özellikler erkeğe verildi diye kadınlar ağlamasın diye. Bu da bizi bunun aslında erkek egemenliğin bir bahanesi oluşunun ikinci nedenine getiriyor: Sanki her kadının annesel içgüdüleri doğuştan varmış gibi insana o içgüdünün olmamasının anormal olduğu dayattırıldıktan sonra o içgüdü kutlanmaya başlanıyor, "Ne kadar şanslı kadınlar, anne olabiliyorlar" şeklinde. Anne olduğu için hayatı evde kocasına yemek pişirip çocuk bakmaktan ibaret hale gelenlerden, çocuğu yüzünden iş saatleri flexible olmadığı için annelerin işverenler tarafından tercih edilmemesinden, doğru düzgün doğum izni alınamamasından, çocuğunu kreşe vermenin garipsenmesinden, baba ne kadar ilgili olursa olsun çocuğun her zaman en çok anne üzerinde bir yük olacağından, çocuk gayrimeşruysa toplumun kadına hayatı zindan edeceğinden bahsedilmiyor. İkisi de kadın ya da erkek de olsa A ve B kişisi arasında da biyolojik farklılıklar var, kimse A ve B bu yüzden eşit olmamalı demiyor. Bu kadınlar Venüs'ten, erkekler Mars'tan türü "Kadınlarla erkeklerin beyni/biyolojik yapısı bilmemnesi farklı" gibi şeyler tamamen kadını ezmek için justification, başka bir şey değil. Bana böyle şeylerle gelmeyin o yüzden.

No comments: