Wednesday, 8 December 2010

love each other so, androgynous

Geçenlerde Riot Cabaret'ye gittiğimden bahsetmiştim. Bu videoyu yapıp hayatımda en kötü çıktığım fotolardan birini de koymuşlar.



O eventi düzenleyen mekan olan Wotever'daydım dün gece. Mekandaki eski performansların videolarını gösteriyorlardı.

Embedlenemediğinden buraya koyamadım ama aşağıdaki linki *kesinlikle* izleyin:

http://www.youtube.com/watch?v=NnkwNrCCpxI

Tuesday, 7 December 2010

i drink to make other people interesting



"I feel sorry for people who don't drink. When they wake up in the morning, that's as good as they're going to feel all day."

Dean Martin

old fascinations



Geçen ay Doğu Londra'da ayda bir yapılan ve gay/bi kadınlara yönelik underground'umsu bir parti olan Twat Boutique'e gittiğimden bahsetmiştim. Bu ayki parti bu Perşembe idi, ve gitmeyi planlıyordum. Ama hem ben, hem de birlikte gideceğim arkadaşım hastalıktan yataktan çıkamaz durumda olduğumuzdan o iş yalan oldu. Az önce o geceki sürpriz DJ'in La Roux Elly olduğunu öğrendim. Yani odam kadar küçücük, DJ'le gayet muhabbete girebileceğiniz kadar samimi bir mekanda Elly hanfendiyi görme şansım böylece elimden kaçtı. Of. Ve of.

Bu arada Elly'nin gay olduğuna ısrarla inanmayanlar artık inanmışlardır herhalde.

straight is (not) great



Üyesi olduğum bir sitede birisi (kadın) kendisine abazanın tekinden gelen bir özel mesajı paylaşmıştı. Bahsetmeden duramadım gerçekten. Okuyunca nedenini anlayacaksınız:

"I see from your profile that you seem to be engaged in a relationship with another female. I see this all the time and it makes me sad because I know that you and also her have never found a real man that can hold your attention. Since lesbians don't exist and the relationships between the supposedly lesbian women are sexless I assume that you both do this for your protection or something? I'd like to talk further on this so here's my number xxx-xxx-xxxx. I'll anticipate your call soon."

Holy fuck gerçekten sevgili okuyucular. Hayattaki her türlü homofobik, beyinsiz lafı duyduğumu sanıyordum ama böylesini ilk kez görüyorum. "Lesbians don't exist and the relationships between the supposedly lesbian women are sexless"?! Lol. Bir de telefonunu vermiş gerzek herif, neyi tartışacaksa.

Dünyada ne idiotlar var yarabbim. Akıl fikir böylelerine.

Monday, 6 December 2010

breathe into my hands, i'll cup them like a glass to drink from

Çok, çok ilginç bir haftasonu geçirdim. Bu aralar görüştüğüm Hollandalı bir kız var, onunla But I'm a Cheerleader izlemek için BFI Southbank'e gittik. BFI Southbank British Film Institute'un (BFI) sinema ve kültür merkezi; vizyon filmlerinden çok genelde daha eski/sanatsal/"konsept" filmlere ve belgesellere yer veren, Thames nehri kıyısında bilmemkaç tane salonu, barı, restaurantı olan bir yer.

Söz konusu filmi ilk kez 3 yıl önce İstanbul'da Bağdat Caddesi evimde yaşarken netten indirip izlemiştim. O zamanlar yeni "coming out" dönemlerimdi, ve bu filmi hoşlandığım insanları eve çağırmak için "Gelsene film izleyelim" bahanesi olarak kullandığımı itiraf ediyorum (sağolsun But I'm a Cheerleader beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı). Dolayısıyla bir sürü insanla olan anılarıma dahil olmuş bir film, bana o insanları, o evi ve o dönemi hatırlatıyor. Filmi yıllar sonra cinsel yönelimiyle ilgili kafa karışıklığı çoktan yok olmuş, out and proud bir insan olarak Londra'da bir sinemada doğru düzgün bir görüntü kalitesiyle izlemek içimde garip bir his uyandırdı. O zamanlar geri gelmeyeceği için üzüldüm, çünkü o insanları, orayı ve o zamanı çok özlüyorum; ama şu anda geldiğim noktadan çok memnunum. Film benim hayatımdaki varoluş sebebine ulaşmış, benim için yapacağı şeyleri yapmış ve o yüzden artık hayatımdan çıkıp gitmiş gibi hissettim, bir daha izlemeyecekmişim gibi. Sırf bu hissi üzerimden atmak için şu anda Amazon'dan DVD'sini sipariş verdim, Türkiye'ye döndüğümde bütün arkadaşlarıma bu filmi izletme misyonuma devam edeceğim.

Videoyu 3. dakikadan sonra izleyin.



Filmden sonra BFI'daki restaurantlardan birine yemek yemeye gittik. Müthiş bir sıcak kokteyl menüsü vardı. Hava buzzz gibi olduğundan ve hala grip olduğumdan günlerdir alkol almak istiyor ama boğazımı ağrıtır diye alamıyordum, "Keşke şarap dışında sıcak alkol olsa" diye geçiyordu aklımdan. O yüzden o menüyü görmek beni çok mutlu etti, bir sürü sıcak viski içtim.


O sırada karşıda nehir kıyısına açılan kapının hemen yanında mini mini bir tarla faresi gördüm. Küçük parmağım boyunda, *inanılmaz* derecede tatlı bir şeydi. Kapının yakınlarındaki koltukların altında dolanıp karnını doyurmaya çalışıyordu. Biz 10 dakika boyunca onu izleyip "OMG it's adorable!!" modunda baktıktan sonra en yakındaki masadaki kadın fareyi fark edip "Aman Tanrım fare!" şeklinde ayağa fırladı. Bütün restaurantın olaya uyanmasının ardından garsonlar fareyi gözlerimizin önünde ezerek öldürdüler. Çok, çok iğrenç bir şeydi. Bir hamburgerle bir içkiye 60TL verilen bir mekanda fare görülmesinin nasıl bir izlenim bırakacağının farkındayım, ama kapı hayvancağızın dibindeydi, açıp dışarı kaçırabilirlerdi. Bu post bittikten sonra ilk iş mekanın yönetimine şikayet emaili atacağım.

Dün bütün günümü London Alternative Market'de geçirdim. LAM BDSM/fetish aksesuarlarının, giysilerinin vs. satıldığı, konuyla ilgili workshopların düzenlendiği ve sonrasında aldığınız oyuncakları deneyebildiğiniz bir gün. İlk kez gitmiştim, çok çok eğlendim. Param olmadığı için bir şey alamadım, ama workshoplar eğlenceliydi, ve sevdiğim arkadaşlarım vardı. Akşamın ilerleyen saatlerinde bir sürü spanking/flogging/whipping/cigarette burning ve türevi aktivite ile onlarca çıplak insan gördükten sonra gayet giyinik bir şekilde eve gitmeye hazırlanıyordum ki kendimi kırbaç workshop'unda buldum. Kırbaç kullanmayı öğreten adamın modeli gelememişti, ve bana model olmak isteyip istemediğimi sordu. Hayır, bir sürü insan arasında tanımadığım bir adam tarafından kırbaçlanmak istemiyordum. Yine de ilginç bir workshop'tu izlediğim kadarıyla, kırbaç şaklamasının silah sesi gibi insanın kulak zarını acıtır ve bir süre duymasını engeller derecede yüksek bir ses çıkardığını bilmiyordum.

Böyle de bir haftasonuydu.

2 haftadır devam eden gribim sonunda bitti.

Friday, 3 December 2010

but i'm a cheerleader

Bir zamanlar değer vermiş olduğum insanların "ortamcı" haline gelmesi kadar içimi acıtan çok az şey var. Bir şekilde uzaklaştığım eski yakın arkadaş ya da sevgililerin benden sonra ortam çocuğu haline gelmesi gerçekten bende hoş olmayan bir tat bırakıyor. Ben o insanların masumluklarını, samimiyetlerini, saflıklarını, kirletilmemişliklerini, dürüst ve açık oluşlarını sevmiş oluyorum çünkü; ve popülarite arayışı bunları yok ediyor. Kendilerinin ve çevrelerinin dış görünüşüne aşık, "partiledikçe" içi boşalan, onları eşsiz yapan parçalarını kaybetmiş insanlara dönüşüyorlar. En güzel yanlarını kaybettikleri için, ve bir daha asla sevmiş olduğum hallerine geri dönmeyecekleri için üzülüyorum (asla demeyeyim de, insanın bu ortam çocuğu zihniyetinden kurtulup aklının başına gelmesi 3-4 yılı buluyor).

Kendi ortam çocuğu günlerimden kalma bir film olan But I'm a Cheerleader yarın BFI'da gösterilecek. And I have a date :)



Thursday, 2 December 2010

taylor the latte boy



Uzun süredir blogumu okuyanlar varsa Starbucks'a bok atan insanlardan ne kadar nefret ettiğimi bilirler. Sözlük'te Starbucks başlığına bakıyordum, Starbucks'ı öven entry'ler hep kötülenmiş, Starbucks çok pahalı olduğu için eleştirilmiş ve gidenler "elitist, burjuva" vs. olmakla suçlanmışlar. Bunu gerçekten aklım almıyor. Türkiye'de Starbucks'ın fiyatları ne alemde bilmiyorum, uzun zamandır gitmedim, ama her gün (hatta bazen günde 2 kez) Starbucks'a gittiğim dönemden hatırladığıma göre Starbucks fiyatları herhangi bir cafede sikko bir üçü bir arada Nescafe'ye vereceğiniz fiyattan fazla değil.

İngiltere'de Starbucks en ucuza kahve içebileceğiniz yerlerden biri, fiyatlar Londra merkezinde herhangi bir cafede bir kahveye vereceğinizin yarısı. Üstelik Starbucks kartı aldığınızda (kartı ücretsiz alabiliyorsunuz) £1 karşılığında filtre kahve içebiliyor, içeceğinize beleş olarak şurup kattırabiliyor, bedava internete girebiliyor ve buna benzer bir sürü promosyondan yararlanabiliyorsunuz. Türkiye'de fiyatlar £1'un karşılığından daha yüksek kalıyor, evet, ama yine de öyle "ahh pis kapitalistler" diye inlenecek kadar değil. Ha öyle olsa ne olur, bunu da anlamıyorum. Kime ne kimin kahveye ne kadar para verdiğinden. Kedi ciğer diyorum inanmıyorsunuz, ama gerçekten öyle bir durum bu anti-Starbucks muhabbeti.

Gerçekten anti-McDonalds, anti-Starbucks, anti-Harvey Nichols, anti-bilmemne olan insanlar çok sinirime dokunuyor.



BTW, Starbucks'la ilgili yazılarımı aratınca karşıma bu çıktı, 1.5 yıl önce yazmışım. Zamanla her şey ne kadar değişiyor, nasıl eskiden çok sevmekten kalbimin sıkıştığı insanlar artık içimde hiç bir duygu uyandırmayan yabancılar haline geldiler, ne kadar hüzünlü.

Wednesday, 1 December 2010

in december drinking horchata



Bugün Brighton'da Vampire Weekend konserine gidiyor olmam gerekiyordu. Fena hasta olduğumdan ve bu havada Brighton'a gitmeye üşendiğimden gitmemeye karar vermiştim. Zaten kar ve raylarda buzlanma nedeniyle Brighton'a giden trenlerin çoğu ya iptal edilmiş ya da saatlerce gecikmeliymiş. Akşam 9'dan sonra tren olmayacakmış. Gitsem de dönemeyecek ve bu karda kışta sokakta kalacaktım kısacası.

Londra'da kar yağışı durdu. Ama bu gece yeniden başlaması ve Cumartesi fena yağması bekleniyormuş. Bu meteoroloji insanları tam gününü tutturamıyorlar (geçen Cumartesi yağacak demişlerdi, dün başladı) ama 2-3 gün şaşsa da tahminleri doğru çıkıyor.

Cuma'ya kadar evden çıkmayıp o zamana iyileşmeyi planlıyorum.

2 saat sonra gelen edit: Kar mı yağmur mu olduğunu anlayamadığım bir şey yağıyor. Hava -3 derece olduğuna göre kar olmalı. Yarın da karlı olacakmış BBC'ye göre. Pfh.

stop me, oh stop me

Bugün hayatımın en uzun günlerinden birini geçirdim. Son 2 gecedir hayatımda ilk kez öksürmekten uyuyamıyorum resmen (abartmıyorum). Öyle böyle değil yani, gerçekten 5 saniyede bir öksürür haldeyim. Geceleri daha da kötü oluyor, saatlerce yatakta dönerek geçiriyorum bütün geceyi. Dolayısıyla haftalardır öğlen 1 gibi uyanan bir insan olarak 3-4 saat uykuyla sabah 7'de uyanmak ağzıma sıçtı.

Yine bir öksürük kriziyle saati 8'e kurduğum halde 7'de uyandıktan sonra "Madem uyandım, bari kalkayım, geri uyursam bir daha uyanamam" diye düşünerek kalktım. Otobüste ve derste öksürüp durmamak için grip ilacı almak istiyordum, ama ilacı almak için tok olmam gerekiyordu; o yüzden Starbucks'a uğrayıp bir adet Gingerbread Latte eşliğinde hem karnımı doldurup hem de ekstra 1 saatimi geçirmeye karar verdim. Tam o sırada ev arkadaşım yanıma geldi ve heyecanla hemen camdan dışarı bakmamı söyledi. Bir baktım, gece kar yağmış, yerler bembeyaz. Ben yarım saat sonra hazırlanıp evden çıktığımda dışarısı bildiğiniz kar fırtınası modundaydı. Sabah 8'e doğru lapa lapa kocaman tanelerle yağmaya başlayan kar şu anda hala aynı hızla devam ediyor.

Neyse, okula geldim, dersime girip çıktım, 3 saatlik boşluğum vardı ve sunum hazırlamam gerekiyordu o sırada, sunuma başlamadan önce öğrenci birliği binasında bir şeyler yemeye karar verdim. Herkes öğrenci birliğindeki cafenin yemeklerinin süper olduğunu söyleyip duruyordu. Menüye bakmamla "Of vejetaryen burası" demem bir oldu, ama artık çok geç olduğundan bir adet peynirli omlet ısmarlamak zorunda kaldım. Cafenin aşırı gürültülü ortamına sinir olduğumdan mı (bağıra bağıra gülen, konuşan arkadaş gruplarını tekmeleyerek camdan dışarı uçurasım geliyor), yoksa bugünkü genel aksiliğimden mi bilmiyorum; aşırı iştahlı biri olmama rağmen omletin yarısını yemeden kalktım.

3 saat sonra seminerime girdim, sunumumu yaptım, Gaydar'da tanıştığım ve benimle aynı okulda okuduğunu öğrendiğim kızla buluşmaya gittim. Onu beklerken hafiften titremeye başladığımı ve birisi saçlarımı çekiyor gibi hissetmeye başladığımı fark ettim: hipoglisemi belirtileri. Geçsin diye bir kahve alıp içine hiç istemediğim halde bir sürü tatlandırıcı koydum. Beklediğimden *çok* daha güzel olan kıza kötü hissettiğimi çaktırmamaya çalışarak bir saat geçirdikten sonra o eve gitti, ben de arkadaşlarımla buluşmak üzere Piccadilly Circus'a doğru yola çıktım. Buz gibi havada kar altında 20 dakika bekledim ve sonunda otobüs geldi, tıkış tıkış bir 40 dakikadan sonra yolun yarısında bugün Londra'da yapılan öğrenci eyleminde çıkan olaylar yüzünden polisin gideceğim yeri trafiğe kapadığını ve otobüsün oraya gitmeyeceğini öğrendim, inmek zorunda kaldım. Yine kar altında hayatımda hiç gitmediğim bir yerdeki durağın tekinde buldum kendimi. Yine otobüs bekledim, fena trafik vardı, 20 dakikalık yol olan Oxford Street'e 40 dakikada falan geldi otobüs. İnip o fırtınada 15-20 dakika yürüdüm, sonunda gitmem gereken mekana ulaştım. Oturup bir bira ısmarladım, birden çok fenalaştığımı hissettim. Terleme, titreme, çarpıntı, huzursuzluk, baş dönmesi, mide bulantısı, bayılacak gibi hissetme vs. ne kadar hipoglisemi belirtisi varsa hepsi bir anda tüm gücüyle üstüme yüklendi. O sırada arkadaşlarım geldi, yanlarına gittim, tadından tiksine tiksine (hipoglisemik olunca her şeyin tadı tiksinç geliyor) bir cheesecake yedim şekerim yükselsin diye. Bir boka yaramadı. 1 saat durabildim en fazla, insanlar "Neyin var, kafan burada değil sanki" diye sorup duruyorlardı, konuşmadan önüme bakarak oturup duruyordum çünkü (hipoglisemik olunca kolay sinirlenebilen, suskun ve huzursuz bir insan haline geliyorum). 8 gibi kalkıp eve gelmeye karar verdim, oradan metroya nasıl yürüdüm, eve gelmeyi nasıl başardım bilmiyorum, ama nolur bayılmadan yatağıma ulaşayım diye düşündüğümü hatırlıyorum yol boyunca. Eve geldim, bir şeyler yedim (sabahtan beri yediğim ilk tam öğün), 4 saat geçti ancak kendime geldim şimdi.

Bu hipoglisemi muhabbeti 17-18 yaşlarındayken çok sık olurdu, hatta bir keresinde Kordon'da fenalaşıp yakındaki bir mekanın tuvaletine yüzümü yıkamaya gittiğim ve birden bayılıp o sırada kafamı lavaboya çarpıp kanattığım olmuştu. Ondan sonra hiç o kadar bayılma seviyesine gelen ciddi bir atak yaşamadım, hatta ufak çaplı bir şey de yaşamamıştım son 2 yıldır falan. Bugün kötü oluşumun nedeni çok büyük ihtimalle bütün gün bir şey yememiş olmamdı, ama bunun olduğu günlerin hepsinde Starbucks'a gidip çok çok şekerli bir şey içmiş olduğumu da fark ettim şu anda (normalde şekersiz Americano içerim). Onun etkisi var mıdır bilmiyorum, ama olsa anında olurdu herhalde, saatler sonra değil.

Note to self: Bir daha aç aç gezme bütün gün.

Monday, 29 November 2010

the unbearable lightness of being poly

Son 24 saat içinde 2 ayrı insanın Facebook duvarıma çok eşlilikle ilgili bir şeyler yazmasından sonra konuyla ilgili söylemek istediğim çok şey olduğunu fark ettim.

Çok eşlilik denince genelde insanların aklına birden fazla insanla evlenmek anlamına gelen polygamy kavramı geliyor. Benim çok eşlilik derken kastettiğim şey ise birden fazla insanla romantik bir ilişki yaşıyor olmak/"çıkıyor olmak" anlamına gelen polyamory.

about.com'da ikisinin arasındaki fark şöyle anlatılmış:

Polygamy is the term for having multiple spouses and is practiced in cultures worldwide. Polygamist groups getting the most press are heterosexual, religious-based, patriarchal, perceived and represented as cultish, and sometimes involve teen girls who are married to an older man who has more than one wife. Generally these women are not free to have sexual relationships with others. However, those represented in the news are not the only kinds of polygamists, and many polygamists disapprove of marrying young girls to older men. It is common for people living in polygamist relationships do so in secret because of fears relating to being involved in a practice that is seen as deviant.

Polyamory is usually not related to a religion and is unrelated to marriage, although some polyamorous people are married or have participated in commitment ceremonies with their partners. Polyamory means having multiple loving relationships, usually, but not always sexual. People in polyamorous relationships stress the importance of open communication and equal relationships between partners whether male or female.

Polygamy terimini ataerkil ve dini anlamlar taşıdığı için, ve evlilik karşıtı olduğum için sevmiyorum. Bu yüzden çok eşlilik dediğimde (hatta bundan sonra poly diye kısaltacağım) bahsettiğim şey polyamory.

Poly olmak bir sürü şey anlamına gelebilir: Birincil bir partner sahibi olup açıkça başkalarıyla cinsel ya da romantik anlamda birlikte olmak (open relationship diye tabir edilen şey), öncelikli bir partner sahibi olmayıp birden fazla insanla görüşüyor olmak, ya da bütün partnerlerin birlikte yaşadığı bir evin mensubu olmak vs.

Benim için poly olmak primary bir partner sahibi olmayıp birden fazla insanla "çıkıyor" olmak anlamına geliyor. Evet, bazılarına diğerlerinden daha çok ilgi duyuyorum, ama hiç biri benim "sevgilim" değil. Ve bu kesinlikle cinsellik üzerine kurulu bir şey değil. Her biriyle farklı deneyimler yaşıyorum. Biriyle genelde sinemaya gidip sonra bir şeyler yemek için buluşuyorsam biriyle oturup saatlerce dedikodu yapıyorum. Herkes karşısındakinin hayatında başkaları da olduğunu biliyor, ama kimse birbirini kıskanmıyor. Birlikte geçirilen zamanda herkesin ilgisi tamamen karşısındaki insanda oluyor çünkü.

Bu şekilde çok mutluyum. Eski, tek eşli ilişkilerime baktığımda ne kadar kısıtlanmış olduğumu görüyorum. Kısıtlanmış derken "Gözüm başkasına meşru olarak kayamıyordu"dan bahsetmiyorum, ama tek bir insanın bütün ihtiyaçlarımı karşılamasını beklemek çok mantıksızmış gerçekten. Mesela eskiden hep sevgilim benimle bazı şeyleri yapmak istemiyor diye üzülürdüm, bu ilişkimizi de etkiliyordu çünkü benim için önemli olan bazı şeyler onun umrunda olmadığından aramızdaki "paylaşım" tatmin edici olmuyordu. Poly olunduğunda bu problem ortadan kalkıyor.

Beni hem fiziksel, hem duygusal, hem ruhsal, hem de zihinsel açıdan tamamen tatmin edebilen biri olsaydı tek eşli olabilirdim; ama tek bir insandan tüm bunları beklemek bana gerçekçi gelmiyor.