Monday 6 December 2010

breathe into my hands, i'll cup them like a glass to drink from

Çok, çok ilginç bir haftasonu geçirdim. Bu aralar görüştüğüm Hollandalı bir kız var, onunla But I'm a Cheerleader izlemek için BFI Southbank'e gittik. BFI Southbank British Film Institute'un (BFI) sinema ve kültür merkezi; vizyon filmlerinden çok genelde daha eski/sanatsal/"konsept" filmlere ve belgesellere yer veren, Thames nehri kıyısında bilmemkaç tane salonu, barı, restaurantı olan bir yer.

Söz konusu filmi ilk kez 3 yıl önce İstanbul'da Bağdat Caddesi evimde yaşarken netten indirip izlemiştim. O zamanlar yeni "coming out" dönemlerimdi, ve bu filmi hoşlandığım insanları eve çağırmak için "Gelsene film izleyelim" bahanesi olarak kullandığımı itiraf ediyorum (sağolsun But I'm a Cheerleader beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı). Dolayısıyla bir sürü insanla olan anılarıma dahil olmuş bir film, bana o insanları, o evi ve o dönemi hatırlatıyor. Filmi yıllar sonra cinsel yönelimiyle ilgili kafa karışıklığı çoktan yok olmuş, out and proud bir insan olarak Londra'da bir sinemada doğru düzgün bir görüntü kalitesiyle izlemek içimde garip bir his uyandırdı. O zamanlar geri gelmeyeceği için üzüldüm, çünkü o insanları, orayı ve o zamanı çok özlüyorum; ama şu anda geldiğim noktadan çok memnunum. Film benim hayatımdaki varoluş sebebine ulaşmış, benim için yapacağı şeyleri yapmış ve o yüzden artık hayatımdan çıkıp gitmiş gibi hissettim, bir daha izlemeyecekmişim gibi. Sırf bu hissi üzerimden atmak için şu anda Amazon'dan DVD'sini sipariş verdim, Türkiye'ye döndüğümde bütün arkadaşlarıma bu filmi izletme misyonuma devam edeceğim.

Videoyu 3. dakikadan sonra izleyin.



Filmden sonra BFI'daki restaurantlardan birine yemek yemeye gittik. Müthiş bir sıcak kokteyl menüsü vardı. Hava buzzz gibi olduğundan ve hala grip olduğumdan günlerdir alkol almak istiyor ama boğazımı ağrıtır diye alamıyordum, "Keşke şarap dışında sıcak alkol olsa" diye geçiyordu aklımdan. O yüzden o menüyü görmek beni çok mutlu etti, bir sürü sıcak viski içtim.


O sırada karşıda nehir kıyısına açılan kapının hemen yanında mini mini bir tarla faresi gördüm. Küçük parmağım boyunda, *inanılmaz* derecede tatlı bir şeydi. Kapının yakınlarındaki koltukların altında dolanıp karnını doyurmaya çalışıyordu. Biz 10 dakika boyunca onu izleyip "OMG it's adorable!!" modunda baktıktan sonra en yakındaki masadaki kadın fareyi fark edip "Aman Tanrım fare!" şeklinde ayağa fırladı. Bütün restaurantın olaya uyanmasının ardından garsonlar fareyi gözlerimizin önünde ezerek öldürdüler. Çok, çok iğrenç bir şeydi. Bir hamburgerle bir içkiye 60TL verilen bir mekanda fare görülmesinin nasıl bir izlenim bırakacağının farkındayım, ama kapı hayvancağızın dibindeydi, açıp dışarı kaçırabilirlerdi. Bu post bittikten sonra ilk iş mekanın yönetimine şikayet emaili atacağım.

Dün bütün günümü London Alternative Market'de geçirdim. LAM BDSM/fetish aksesuarlarının, giysilerinin vs. satıldığı, konuyla ilgili workshopların düzenlendiği ve sonrasında aldığınız oyuncakları deneyebildiğiniz bir gün. İlk kez gitmiştim, çok çok eğlendim. Param olmadığı için bir şey alamadım, ama workshoplar eğlenceliydi, ve sevdiğim arkadaşlarım vardı. Akşamın ilerleyen saatlerinde bir sürü spanking/flogging/whipping/cigarette burning ve türevi aktivite ile onlarca çıplak insan gördükten sonra gayet giyinik bir şekilde eve gitmeye hazırlanıyordum ki kendimi kırbaç workshop'unda buldum. Kırbaç kullanmayı öğreten adamın modeli gelememişti, ve bana model olmak isteyip istemediğimi sordu. Hayır, bir sürü insan arasında tanımadığım bir adam tarafından kırbaçlanmak istemiyordum. Yine de ilginç bir workshop'tu izlediğim kadarıyla, kırbaç şaklamasının silah sesi gibi insanın kulak zarını acıtır ve bir süre duymasını engeller derecede yüksek bir ses çıkardığını bilmiyordum.

Böyle de bir haftasonuydu.

2 haftadır devam eden gribim sonunda bitti.

No comments: