Sunday, 24 October 2010

don't stop now, just keep on going until i come

Geçen gece Finlandiyalı birkaç arkadaşımla beraberdim. İçimdeki Finlandiya aşkı bambaşka diye söylemiyorum ama bu Fin nüfusu gerçekten fena halde güzel. Gerçekten yani. Aynı masayı paylaşma şansına sahip olduğum 4 Helsinkili bayanın hepsi de birbirinden güzel ve seksiydi, "Niye model olmamışlar" derecesinde hem de. Böyle düşünen tek ben değilmişim ki bütün gece masamıza tanışma teklifleri yağdı. Hayatımda gördüğüm en seksi kadınlardan biri olan ve göt kalkıklığından bir gülümsemeyi bile müşterilere çok gören barmen bile içkisini alırken bir tanesine göz kırptı. Bir diğeri de tuvalet kuyruğunda fena butch bir kadın tarafından grup sekse davet edildi. Lol.

Bir de beni Finlandiya'ya davet ettiler sonra. Mükemmel.

O değil de en ilginç bulduğum şey hepsi Finlandiyalı olmalarına rağmen kızların sırf bana kabalık olmasın diye bütün gece İngilizce konuşup arada yanlışlıkla Fince bir kelime kullanınca bana dönüp özür dilemeleriydi. Çoğu milletin insanı böyle değil. Hollanda'ya gittiğimde Hollandalı arkadaşlarım ben yanlarındayken hep kendi aralarında Dutch konuşurlardı, sinir olurdum. Çok ayıp bir davranış, insana kendini dışlanmış ve fazlalık gibi hissettiriyor. O da değil, masadaki yemekten bile bahsediyor olsalar "Benim hakkımda mı konuşuyorlar" diye paranoyalara bağlıyor böyle durumlarda özgüvensiz bünyem.

Türkler bunu daha da fazla yapıyorlar. Bu yüzden Londra'da Türk bir arkadaşımla buluşacaksam Türk olmayan birini yanımıza davet etmiyorum. Israrla uyarmama rağmen Türk arkadaşlarım hep Türkçe konuşup duruyorlar çünkü. Hoş değil.

Hadi Türkler'in (malesef İngiltere'de okuyanlar da dahil olmak üzere) çoğunun İngilizcesi pek iyi değil. Ama Hollandalılar gibi hayatımda ana dili İngilizce olmayanlar arasında duyduğum en iyi İngilizce seviyesine sahip bir milletin bunu yapıyor olmasına anlam veremiyorum.

Sözlükte Erol Alkan'a Türk denip durmasına sinir olduğumla ilgili bir entry yazmıştım. Tam olarak "Türk olmakla en ufak alakası olanı Türk saymak" ifadesini kullanmıştım hatta. Bunun üzerine birisi bana "Türk asıllı olmak en ufak alaka mı, yuh artık" konseptli bir mesaj atmış. Erol Alkan İngiltere'de doğmuş büyümüş, Türkçe konuşmayan ve Türkiye'de hiç yaşamamış bir insan. Gayet İngiliz bir insan yani kısacası. Bu "asıllı" olayını falan da anlamıyorum hiç. Adamın ailesinin Türk olması ve dolayısıyla ona bir Türk ismi vermiş olması onun Harry Potter kadar İngiliz bir insan olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bırakın bu "asıl", köken falan olaylarını. Adam kendini İngiliz olarak tanımlıyor, nokta. Gerisi ne beni, ne de her başarılı olmuş ve ufaktan Türkiye'yle alakası olan insana Türk etiketi yapıştırıp başarısından pay kazanmak isteyenleri ilgilendirir. Bu tür muhabbetler bana Grey's Anatomy'de Christina Yang'in Çinli bir hastanın çevirmenliğini yapması istendiğinde "Ne Çincesi be, Amerikalıyım ben, Çince bilmiyorum ki" tepkisi vermesini hatırlatıyor.

Günün şarkısı: Brazilian Girls - Don't Stop

Saturday, 23 October 2010

look what you do to me

Garip şeyler oluyor hayatta bazen. Tesadüf olamayacak kadar inanılmaz, nedensellikle açıklanamayan şeyler.

Jung'un senkronisite kavramından burada daha önce bahsettiğimi hatırlıyorum. Bilmeyenler için, yukarıdaki tür olaylar bu kavramın örnekleri oluyor.

Dün okula giderken iPod'umda seçtiğim şarkı bitti, alfabetik sırayla ardından gelen Yelle-A Cause des Garçons çalmaya başladı. İstanbul'daki parti kızı yıllarımdan beri (3 yıldır) dinlemediğim bir şarkıydı. Akşam gideceğim mekan olan First Out'ta kendimi o şarkıyı dinlerken hayal ettim bir ara nedense, ama sonra "Çalmaz ki burada bu şarkı" diye düşündüm.

Sonra o dönem çok dinlediğim şarkılara gitti kafam; "ne çok Destroy Everything You Touch, I'm So Excited falan dinlerdim" dedim kendi kendime, "ama çok yıllar öncesinde kaldı o şarkılar, bir mekanda duymamın imkanı yok".

Aynı günün akşamı First Out'da double Jack Daniels ve diyet kolamı yudumlarken birden A Cause des Garçons başladı. Hemen ardından Destroy Everything You Touch, 2-3 şarkı sonra da I'm So Excited.

Hayat ne garip, vapurlar falan..

Bu "tesadüf" deyip geçemediğim kadar garip olayı normalde o gece çalışmıyor olması gereken D'nin birden ortaya çıkıp yanıma gelmesinden hemen sonra gerçekleşmesi nedeniyle ilahi bir işaret olarak algıladığımdan bahsetmiyorum bile.

lip service

BBC'nin yeni dizisi Lip Service'e sarmış durumdayım bu aralar. Bilmeyenler için, The L Word'ün Glasgow versiyonu denebilir dizi için. BBC sitesinde izlenebiliyor (en azından İngiltere'den izlenebiliyor, Türkiye'yi bilmiyorum), 2 bölümü var şimdilik, kesinlikle tavsiye ederim. İskoç aksanı duyunca ?!?! diye kalan biri olarak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki pek aksanlı konuşmuyorlar.




Eve internet sonunda bağlandı. Lisa'dan da eşyalarımı aldım. Dün tanıdığım ama muhabbetim olmayan bir sürü insanla konuştum, yeni insanlarla tanıştım; social butterfly olma konusunda emin adımlarla ilerliyorum.

Dün gece D'nin çalıştığı yerdeydik. Hala onu gördüğümde kalp atışlarım hızlanıyor ama o takıntı halini üzerimden atmış bulunuyorum tamamen. Onun çalıştığı yere gittiğimde ona takılıp kalıyordu gözlerim 2-3 haftadır, gayet mutlu bir şekilde fark ettim ki yeni potansiyelleri görebiliyorum artık.

Aynı barda çalışan arkadaşlarından biri beni bir ara bir şeyler içmeye çağırdı. İlginç.

Tuesday, 19 October 2010

i'm not going down on my knees begging you to adore me

Okuldaki dersim ve aksam gidecegim Bar Wotever arasinda zaman gecirmek icin okulda kutuphanede takiliyorum. PC'ler dolu oldugundan kullanmakta oldugum Mac'e sinir oldum, ne gereksiz sey bu. Neyse.

Dun Nevralar'la D'nin calistigi yere gittik. Her zamankinden daha cok konustum onunla, ve anladim ki kendisi sadece asiri arkadas canlisi ve biraz da acayip bir insan; yani bana olan ilgisi tamamen ondan ibaret. Bilmiyorum, spesifik bir olay olmadi, hatta bana her zamankine kiyasla cok yakin ve sicak davrandi (sigara icmeye ciktigimda kosa kosa pesimden gelip bana sigaranin sagligima zararli oldugunu soyleyip sigara birakma kitabini gosterdi falan) ama ben tamamen arkadas bir vibe aldim ondan. Eger ilgileniyorsa da hayatimin su doneminde kafamin kaldirmayacayi kadar dengesiz ve garip davraniyor. Daha fazlasi yok. Olmayacak islerin olmasini umarak kendini sinir eden tipte bir insan olmadigimdan yeni ufuklara ve daha yesil cimlere yelken acmaya karar verdim kisacasi. Bu kararim dogrultusunda az sonra Londra'da bulup bulabileceginiz en queer mekan olan Wotever'a gidecegim bu aksam.

Sozluk'e baktigimda birisi Depeche Mode-Shake the Disease entry'min sarkiyi her dinlediginde aklina geldigine dair bir mesaj atmisti. Mutlu oldum. Soyle yazmisim yillar once:

depeche mode tarihinin en karanlık, en başka yerlerde hissettiren şarkısı. nakaratında başlayan çaresizlik hissi, martin l gore'un "understand me" deyişiyle doruğa ulaşır. insan o anda anlaşılmayı bırakın, duyulmayı bile başaramayacakmış, bütün cümleleri boşunaymış gibi hisseder. öncesinde ya da sonrasında dinlenebilecek başka bir dm şarkısı daha yoktur, tek başınadır her zaman bu şarkı.

Ne kadar hisli bir insanmisim eskiden ve ne kadar ozlemisim bu sarkiyi. Kapali Londra havasina, kalabaliklar arasinda yalniz gecirilecek bir Sali aksamina ve olen platonik askima gelsin.

I'm not going down on my knees begging you to adore me
Can't you see it's misery and torture for me

Here is a plea from my heart to you
Nobody knows me as well as you do
You know how hard it is for me to shake the disease
that takes hold of my tongue in situations like these

Understand me.

Saturday, 16 October 2010

don't deny me, call me back, i'm so alone

Brüksel'deki son günüm olan bu günü bira tadımına ayırdım. Normalde sevmediğim ve -ne tesadüf ki bir Belçika birası olan- Stella Artois dışında hiç içmediğim bir şey bira. Gereksiz şişirici, ağızda kötü bir tat bırakan ve iç iç sarhoş etmeyen bir alkol türü. Buna rağmen Belçika biralarına fena bir zaafım var, buraya gelişimin tek nedeni bira içmekti, o derece.

Fransa ya da İtalya'da şarap tadım turlarına gitmek nasılsa burada da bira tadımı öyle. Burada üretilen aromalısı, bilmemnesi dahil binlerce çeşit bira var. Alkol oranları da az değil, alışılmış biralar %4-5 alkollüyken Belçika biralarında %12 (hatta daha fazla) alkollü olanlar var.

Neyse, adı "ani ölüm" anlamına gelen A La Mort Subite'de buldum kendimi. Yüzlerce yıldır açık olan, duvarları o kadar zamandır tütün içilmesinden doğal bir şekilde sararmış bir mekan. Envai çeşit, birbirinden güzel biralar var (Delirium adlı 2000 çeşit bira olan bir mekan daha vardı ama çok turistik olduğundan gitmeye üşendim). Yıllardır Belçika dışında bulabilmek için bir taraflarımı yırttığım Kwak'ın dışında Lambic Blanche -çiçek kokulu, az alkollü bir bira- ve Hoegaarden Forbidden Fruit beğendim en çok. Özellikle ilk ikisini yolu bu tarafa -ya da bir Belçika restaurantına- düşen herkese tavsiye ederim.




Onun dışında Brüksel'de yapacak bir bok yok. Gerçekten. Zaten yemek içmek o kadar pahalı ki, Londra'daki bir Belçika restaurantında aynı şeyleri yarı fiyatına yiyip içebiliyor insan. Çok gereksiz, Brüksel'e gideceğinize gidin Amsterdam'a, Paris'e.

Ama biraların çok fena hastasıyım, Londra'ya döner dönmez Camden'daki Belgo'ya atacağım kendimi.

Onun dışında D'yi özleme modundayım yine. Bir daha nasıl görebilirim, çalıştığı yere çok mu gidip duruyorum, ya orada yoksa gittiğimde şeklinde kendi kendimi sinir ediyorum. Of.

When you're gone and rain starts falling
I just sit here by the phone
Don't deny me, call me back
I'm so alone

Oh, when you gonna come home?
Oh I just gotta know
When you gonna come home?
Baby I can't stand it when you go to work
You never seem to know when to stop
I never know when you'll return
I'm in love with a robot






this is no ordinary love

Facebook'ta yazdığım tekeşliliğin çok büyütüldüğüne dair status update'e baya bir yorum geldi. İnsanlar doluymuş meğer bu konuda.

Aldatma problemim olduğundan bahsetmişimdir daha önce. Bir ilişkinin canım cicim ayları geçtikten sonra gözüm istisnasız dışarı kayıyor hep. O yüzden en son sevgilimden aldatılma yoluyla ayrıldıktan sonra artık kendimi öyle bir durumda bulmak istemediğime; ya cicim ayları bitince ilişkiyi devam ettirmeyeceğime, ya da en baştan tekeşli olmak istemediğimi söylemeye karar vermiştim. Bu konu da aklımın bir köşesinde duruyordu bir süredir.

Bugün fena platonik aşık olduğum o insanın Facebook'taki videolarını izliyordum. Sevgilisiyle öpüşmelerini falan. Sonra aklıma bir anda en son onu gördüğümde elimi tuttuğu sahne geldi. O sırada kasanın hemen dibindeki masada onun 2 arkadaşı oturuyordu. Bugün o videoları izledikten sonra anladım ki galiba o 2 kızdan birisi sevgilisiydi. İnsanın sevgilisi 2 adım ötede dururken başkasının elini tutması için ya fena cesur olması ya da bir tür open relationship içinde olması gerek diye düşündüm. Oradan da monogamy konusuna atladı beynim.

Uzun süredir birlikte olduğu bir sevgilisi varken ve sevgilisi benim varlığımdan haberdarken onunla birlikte olmanın benim için bir problem teşkil etmeyeceğine karar verdim sonunda. Ama o günkü gibi üçümüzün aynı ortamda olduğu bir senaryoya dahil olmak istemem.

Sonra bu kadar anti-romantik muhabbetin ardından aklıma Deftones'un No Ordinary Love cover'ı geldi.



When you came my way
You brightened every day
With your sweet smile

Didn't I tell you what I believe
Did somebody say that love like ours won't last
Didn't I give you all that I got to give, baby

This is no ordinary love

I keep trying, I keep crying
I keep trying for you
There's nothing like you and I, baby

Friday, 15 October 2010

woke up weak today, and needing your voice

Erkenden otele döndüm bugün ("Brüksel'e gidiyorum akşam" dediğimde "Kendine dikkat et, gerçi Brüksel'de başını sokacak bela arasan da bulamazsın" diyen babama gelsin bu cümle). Gerçekten de yemek içmekten başka yapacak bir şey yok, Alsancak kadar bir şehir zaten. Gay hayatı tamamen *sıfır*, o kadar sıfır ki yarın Amsterdam'a falan mı gitsem diye düşünüyorum. Paris'i arıyor insan, o derece. Güzelim Londra'dan niye kalktım buraya geldim, merak ediyorum.

Aklım hala Darja'da. Otel odama geldim, küveti doldurup bu şarkıyı açtım direk. IAMX-Spit it Out. Kadınsı erkek-erkeksi kadın çifti olarak Chris Corner ve Sue Denim'e bayılıyorum. Sonra Sue Denim demişken Robots in Disguise-Turn it Up açtım. Londra'dan fırlamış müzik ve klipler. Orayı özlemek, Londra'nın evim haline gelmiş olması. Keşke orada olsam, keşke aklıma estiğinde metroya atlayıp Soho'ya gidebilsem. Yine bir Cuma akşamı, yine depresif ruh halleri, yine bayan D'yi özlemek.





In a Relationship görünüyor diyordum, sevgilisinin profiline baktım bugün. Güzel, baya güzel bir kız. Bir yandan aldatmanın aldatılan için ne kadar leş bir durum olduğunu hatırlıyorum. Onu geçtim, "2. kadın" olmanın ve "Sevgilinden ayrılacaktın hani en kısa zamanda"ların ne kadar sinir yıpratıcı olduğunu birebir yaşadım, biliyorum. Diğer yandan onu o kadar, o kadar çok istiyorum ki kimin kalbi kırılır, kimin siniri bozulur umrumda bile değil.

Bugün Brüksel'de gay bar ararken sağanak yağmur başlaması ve nerede olduğuma dair en ufak bir fikrim olmaması nedeniyle kendimi ilk gördüğüm mekana attım (Brüksel'in Avrupa'da gördüğüm en dandik şehir planlaması ve metroya sahip şehir olduğundan, sokaklara harita koymayı bile akıl edememiş olduklarından bahsetmiyorum bile; nerede Paris, nerede Londra). Londra'dan buraya gelmemin tek nedeni Belçika birası içmekti, ve gayet ironik bir şekilde kendimi bir İngiliz pub'ında buldum. Girdiğimde çalmakta olan "Sevmeyen biriyle hayatta birlikte olmayacağım tek grup" dediğim ve D seviyor diye sevindiğim Placebo yerini Longview-Can't Explain'e bıraktı. Dün gece bu saatlerde Brüksel yolunda aklımda D ile bu şarkıyı dinliyor ("Waiting for hours, hours turn to days, days turn to years, I'm still here") ve kafamdan bu işin peşini bırakmak ya da bırakmamaya dair bir işaret diliyordum. Aslı bana 16 yaşındayken yolladığından beri ne Türkiye'de, ne başka bir ülkede hiç bir mekanda o şarkıyı hiç duymamıştım; benden başka bilen birini tanımıyorum hatta. O derece alakasız ve duymayı beklemediğim bir şarkı. Aradığım işaret bu mu, bilmiyorum.

It breaks my heart, that we live this way.

İkimiz de böyle hissedip söyleyemeden zaman harcıyorsak kalp kırıcı gerçekten.

why'd you have to be so cute, it's impossible to ignore you

Uzun ve ilginç bir otobüs + feribot yolculuğundan sonra Brüksel'deyim. Neden güzelim Eurostar varken böyle bir şey yaptım bilmiyorum.

Sabah 5.45 gibi otele geldim, check-in öğleden sonra 3'te başlıyordu. Resepsiyondaki adam sabah sabah "Of ne diyosun yaa" tepkisi verdiğim "Check-in yaptırmak için benimle evlenmen gerekiyor" esprisinden (?) sonra bana süper bir iyilik yaparak hem 50 euro erken check-in parasını almadı, hem de odamı ücretsiz olarak geceliği normalde 440 euro olan executive bir odaya upgrade etti. Mutlu oldum, kendimi king size yatağa atıp yayıla yayıla ölü gibi uyudum. Crowne Plaza'yı seviyorum.

Biraz önce yeni uyandım. Kafamda yine o bahsettiğim kız. Omzumda bir şeytan ve melek "In a Relationship yazıyordu profilinde, hem dışarıda sigara içerken seninle hiç konuşmadı bile" ve "Ama sen de yanına sigara içmeye çıkınca kıza bir kelime laf etmedin, ayrıca sana dokunmak istedi belli ki, bundan daha bariz ne yapabilir" diye kavga ediyorlar. Ruh halim de onlara bağlı olarak umutsuz ve mutlu aşık arasında değişiyor.

Brüksel'de hava çok kapalı, bütün haftasonu yağacak baktığım kadarıyla. Tam bana göre.

Ruh halimi benden daha iyi anlatan bu Imogen Heap sözleriyle bitsin bari bu post.

Skipping beats, blushing cheeks; I am struggling.
Daydreaming bed scenes in the corner cafe,
And then I'm left in bits, recovering, tectonic tremblings.
You get me every time.

Why'd you have to be so cute?
It's impossible to ignore you.
Must you make me laugh so much?
It's bad enough we get along so well.
Say goodnight and go.

Follow you home, you've got your headphones on and you're dancing.
Got lucky, beautiful shot; you're taking everything off, watch the curtains wide open.
Then you fall in the same routine, flicking through the TV, relaxed and reclining,
And you think you're alone...

One of these days, you'll miss your train and come stay with me.
We'll have drinks, and talk about things, any excuse to stay awake with you.
You'll sleep here, I'll sleep there,
But then the heating may be down again,
At my convenience.


We'd be good, we'd be great together.

Say goodnight and go,
Why's it always, always
goodnight and go?
Darling, not again,
Goodnight and go.

Thursday, 14 October 2010

so you came like a missile

Eve internet hala bağlanamadığından Starbucks'tan son 2 gündür yazdığım post'ları yolluyorum.

13/10/10, 6pm

Eve hala internet bağlanamadığı için uzun zamandır yazamıyorum. Starbucks gibi public ortamlarda blog yazasım gelmediğinden ve telefondan yazmaya üşendiğimden net bağlanana kadar beklerim diye düşünmüştüm, ama beklememi imkansız hale getiren bir şey oldu.

Kendime sosyal olma sözü verdiğimden –ve evde internet ya da tv olmadığından- bu aralar çok dışarı çıkıyorum (neredeyse her gece dışardayım denebilir). Geçen Perşembe başıma geleceklerden habersiz bir şekilde First Out’a gittim. Barda çalışan çok tatlı kızdan içkimi aldıktan sonra oturup arkadaşımı beklemeye koyuldum. Arkadaşım geldi, oturduk ve erken dönmeye karar verdi. Daha eve gidesim olmadığından ben kaldım. Gecenin ilerleyen saatlerinde bara gidip içki almamla ve barda çalışan çok tatlı kızın paramı kabul etmeyip o mükemmel gülüşüyle “Ben ısmarlıyorum” demesiyle başladı olaylar. Bir barmen durup dururken kendi maaşından kesileceğini bile bile içki ısmarlamaz bir müşteriye diye düşündüm. Uzun zamandır ilk kez yüzümde salak bir gülümsemeyle eve döndüm.

Sabah gayet akşamdan kalma bir şekilde uyandığımda aklıma ilk gelen şey oydu. Dayanamadım, Cuma akşamı yine gittim aynı yere. Yoktu. Salak gülümsememin yerini “Acaba o davranışını yanlış mı anladım” duygusu aldı.

Bu sırada gayet obsesif hallere bürünmüştüm. Yıllardır hiç kimseye takmadığım kadar takmıştım ona, Cumartesi yine gittim, bu kez ordaydı. Selamlaştık, gayet sıcaktı ilk başta, ama sanırım yanımdaki arkadaşımı sevgilim sandı ve bir garip davrandı ikimize de günün geri kalanında.

Bütün haftasonu boyunca benimle her gün konuşma şanssızlığına sahip 3-4 arkadaşımın sürekli olarak kafasını ütüledikten –ütülemek diye kibarca söylediğime bakmayın, baya sikmek aslında- sonra en sonunda onun Facebook’unu bulup friend request yolladım. Beni ekleyene kadar –2 gün boyunca- telefonuma yapıştım denebilir, abartısız 5 dakikada bir kontrol ettim eklemiş mi diye.

Bu sırada dün yine çalıştığı yere gittim, yoktu, orada çalışan ve arada selamlaştığım diğer barmenlerden birine sordum onu. Ondan bahsederken bana içki ısmarladığını ve ona teşekkür etmek istediğimi söylediğimde barmenin bana “A evet o çok tatlı kızdır, yapar öyle şeyler” cevabı vermesi üzerine ne kadar depresifleştiğimi, ne kadar 2-3 yıldır hiç bir şeye üzülmediğim derecede üzüldüğümü anlatamam. Çok moralim bozulmuş bir halde eve geldim. Tam kendimi yatağa fırlatıp ağlayarak uyuya kalma planımı gerçekleştirmeye hazırlanıyordum ki telefonuma baktım ve beni eklediğini gördüm. Biraz havadan sudan konuştuk, sonra profiline baktım, In A Relationship yazdığını fark ettim. İyice sinirim bozuldu, kafam karıştı, düşünmemek için 9 gibi uyudum.

Sabah uyandığımda ilişkide olan biriyle uğraşamayacağıma ve geri çekilmeye karar vermiştim. Bugün yine arkadaşımla ordaydık, tamamen arkadaşça bir ruh haliyle kahvemi aldım, naber’leştik, para üstünü almak için elimi uzattım. Bana parayı verirken hiç gerek olmadığı halde bir eliyle elimi tuttu, diğer eliyle elime parayı koydu. Gayet bariz bir şekilde elime neden dokunduğunu merak ettim, yine kafam karıştı. Daha sonra arkadaşım geldi, az önce gayet arkadaşça olan kız yine soğuk davranmaya başladı hem bana hem de arkadaşıma. Çok karışık bir ruh hali içinde eve döndüm.

Yarın Brüksel’e gidiyor olduğumdan bu hafta onu bir daha göremeyeceğim. Dün gece Facebook’taki son mesajıma cevap vermemişti, gördüğünde cevap verir mi bilmiyorum. Bu bir sıcak, bir soğuk davranışları kafamı o kadar karıştırıyor ki; dengemi bulamıyorum günlerdir. Ne uykusunda ne de uyanıkken başka bir şey düşünemeyen, arkadaşlarına başka bir şeyden bahsedemeyen, “Ben biriyle tanıştım ve onu düşünürken kalbim yerinden fırlamak istiyor” diye çatılara çıkıp bağırmak isteyen bir insan haline geldim son bir haftadır. Böyle sentimental şeylere sinir olan biri olduğumdan kendime sinir oluyor; geçen haftaki umursamaz ruh halime dönmek istiyor ve dönemiyorum. Uzun zamandır hiç kimseden bu kadar etkilenmemiş, kimseyi gidip gamzesinden öpmek istememiştim daha önce. Çok kafam karışık. Niye böyle bir ileri bir geri modunda davrandığını anlamıyorum. Hiç bir şey eskisi gibi değil Perşembeden beri. Onu görmeyeceksem dışarı çıkmak, hatta yataktan çıkmak anlamsız geliyor. Bu karışık ruh halini üzerimden atamıyorum. Ve her gördüğümde kafam daha da karışıyor.


So you came like a missile
Falling on my head with the black sky
Think you’re giving but you’re taking my life away

Then you came with your breeze blocks
Smashing up my face like a bus stop
Think you’re giving but you’re taking my life away

Like the drunk you convinced was sober
You keep me falling over
In the daylight
Think you’re giving but you’re taking my life away

With the best of intentions
You tried to give an ocean directions
Think you’re giving but you’re taking my life away

So you came like a missile
Leaving me the whole world in exile
Think you’re giving but you’re taking my life away

14/10/10, 4.24 pm

Dikkat: Bu son derece obsesif, delirmiş bir post. Kafa ütülenmesine katlanamıyorsanız okumayın.

Günlerdir içinde bulunduğum garip ruh halinden çıkamıyorum. Önceki post’umda biriyle tanıştığımdan ve onsuz her şeyin çok anlamsız geldiğinden bahsetmiştim. Kesinlikle abartmıyorum. Eğer onu görmeyeceksem uyanık olmak istemiyorum. Günde 12-13 saat uyur oldum. Onun çalıştığı yere gitmeyeceksem dışarı çıkmak istemiyorum, o orada yoksa orada kalmak da istemiyorum, sinirim bozulup eve geliyorum, ona ulaşabilmek ve aklımdan geçenleri söyleyebilmek istiyorum, Facebook’una 40 yılda bakan biri olduğundan söyleyemiyorum, onunla konuşamadıkça ve evde internet de olmadıkça uyanıklık çok anlamsız geliyor. Ya da hiç bir şey yapılmaya değer olmuyor denebilir. O yüzden içiyorum. Zamanı geçirmek, onu kafamdan çıkarabilmek için sürekli çakır keyif gezer oldum. Bir oturuşta çok içer ama çok nadir içerdim son bir kaç yıldır, şu anda sürekli içme modundayım. Son 10 gündür alkolsüz geçirdiğim tek bir gün olmadı, akşamdan bile kalmıyorum eskisi gibi, sabah uyanır uyanmaz yine içmeye başlıyorum. O bir barda çalıştığı için orada oturma bahanesi olsun diye ardı ardına içmeye devam ediyorum. Sonra frustrated bir şekilde eve dönüyor, onu düşünmekten uyuyamayacağımı bildiğimden sızabilmek için yine içiyorum. Kafayı yemiş bir haldeyim tamamen (bunu yazarken bir adet Strongbow yudumluyor olduğumu söylemiş miydim?). Uyanık olduğum her dakika en az bir kere elime dokunuşunu canlandırıyorum kafamda. Kendi kendime adını söyleyip duruyorum. Çek alfabesiyle ilgili şeyler okuyorum –o Prague’lı olduğu için. Herkese ondan bahsetmek istiyorum. Saatlerce bahsedeyim istiyorum. Arkadaşlarımı falan deli etmiş durumdayım gerçekten şu son 1 hafta.

Geçen hafta bugün bu saatlerde evde oturup bir şeyler içiyor, dışarı çıkmaya hazırlanıyordum. Hayat süperdi, ben mutluydum, hayatımın Londra’ya taşınmamla aldığı yönden çok memnundum. O bara girip onun o güzel gülüşünü ve gamzelerini görene kadar. Nasıl böyle oldu bilmiyorum. Nasıl hiç tanımadığım bir insana bu kadar yakın hissedebiliyorum, onu nasıl liseli kızlar gibi tamamen moronlaşacak derecede aklımdan çıkaramıyorum bilmiyorum. Daha önce böyle crush’larım olmuştu, ama günlük hayatımın akışını durduracak derecede değil. *Hiç* bu kadar tamamen başka birine bağlı yaşadığım, elimden bir şey gelmedikçe kendi kendime çıldırdığım olmamıştı. Daha önce hiç birinin gayet masum bir şekilde elime dokunmasını günlerce kafamda oynatıp durmamıştım.

Az sonra Brüksel’e gidiyorum. Çok heyecanlıydım gideceğim için, şu anda ne kadar gitmek istemediğimi anlatamam. Gitmek ondan uzaklaşmak, onu görmemek anlamına geliyor çünkü. Onu görme ihtimalim olmadığı zaman Belçika’da yapabileceğim hiç bir şey beni heyecanlandırmıyor.

Of.

Profilinde IAMX-Missile dinlediği yazıyordu, 2 gündür sabahtan akşama onu dinliyorum.

Aşk böyle bir şey mi? Bilmiyorum.

Friday, 24 September 2010

i'm lonely, i'm lonely, oh

Sonunda yeni evime taşınmış bulunuyorum. Taşınmak derken, Türkiye'den getirdiğim valizlerimi odaya koyup çarşafları değiştirdim. Her gün geçtikçe daha da küfrettiğim eski sevgilimde kalan eşyalarımı nasıl alacağım bilmiyorum, ama çoğu eşyam onda.

Dün ev arkadaşlarımdan biri olan Amerikalı bir çocukla ve fena halde güzel olan annesiyle tanıştım. Fena halde güzel olan anne de en az benim kadar hijyen delisi bir insan galiba, çünkü anında "Evi şöyle temizlemeliyiz, bunu böyle yıkamalıyız, onu değiştirmeliyiz" moduna geçti eve girdiği anda. Aşırı derecede temizlik takıntılı olan ama kendisi temizliğin t'sini bilmeyen bir insan olarak fena halde güzel anneye güveniyorum.

Güzel annenin bana sorduğu "Dünyada gittiğin en uzak yer neresiydi" sorusuna "Tampa, Florida" cevabı vermem üzerine bana kendisinin de Tampalı olduğunu söylemesi hayatın ilginçliklerinden biriydi. Salı gecesi Wotever'da izlediğim filmi çeken kadının eski okulum University of Kent'te hoca çıkması da. Dünya ne küçük.

Bugün eski okulumdan transcript almak için Canterbury'e geldim. Freshers week dolayısıyla yeni öğrenciler çimlere yayılmış, okulun yollarını doldurmuş ve çok eğlenir bir haldelerdi. Çok kıskandım, keşke hala burada okuyor olsam ve şu anda bir fresher olarak okula başlıyor olsam diye düşündüm.

Yeni ev arkadaşlarımın hiç bir daha taşınmadı. Ev çoook büyük olduğundan ve tek kalan ben olduğumdan gece uyuyana kadar aklımdan korkudan milyon tane düşünce geçti diyebilirim. Sonra kafamı kaldırdığımda camdan hemen karşıya geçince olan Hilton'un göründüğünü fark ettim ve otelin güvenliğinde, insanların arasında uyuduğumu hayal ettim, bu bana kısmen de olsa huzur verdi.

Ben ne İstanbul'da, ne de Kent'te tek başıma yaşarken bile bu kadar korkmamıştım (ki İstanbul'un Londra'dan çok daha güvenliksiz bir şehir olduğu açık).

Bu sabah trenle Canterbury'e gelirken kafamda Lisa vardı. Bana o Facebook mesajını attığından beri ilk kez ağladım (bu yazdıklarımı hata var mı diye kontrol etmek için tekrar okurken bile gözlerim doluyor, o derece duygusalım bugünlerde). Ayrıldığımız için değil, onu özlediğim için değil; yalnız hissettiğim için. Onunla İngiltere'ye ilk taşındığım hafta tanıştığım için burada hiç yalnızlığımın farkına varmamıştım şimdiye kadar, arkadaş bulmakla uğraşmamış olmak sorun olmamıştı. Ama şu anda o kadar yalnız hissediyorum ki, 2 yıl önceki depresyonuma geri döneceğimi hissetsem ve omzunda ağlamak için birini aramak istesem öyle biri olmadığını fark etmek modunda yalnız.

Bu yalnızlığım konusunda bir şey yapmak istiyorum, ama nasıl arkadaş bulunacağı konusunda hiç bir fikrim yok. Arkadaşça davranmak ya da havadan sudan konuşmak, birinin halini hatrını sormak hiç bir zaman benim doğamda olmadı. Bunlar nasıl sonradan öğrenilir bilmiyorum.

Günün blog post'u: http://madiclara.blogspot.com/2010/09/rezalete-hazr-msn-osman-snav.html