Friday 15 October 2010

woke up weak today, and needing your voice

Erkenden otele döndüm bugün ("Brüksel'e gidiyorum akşam" dediğimde "Kendine dikkat et, gerçi Brüksel'de başını sokacak bela arasan da bulamazsın" diyen babama gelsin bu cümle). Gerçekten de yemek içmekten başka yapacak bir şey yok, Alsancak kadar bir şehir zaten. Gay hayatı tamamen *sıfır*, o kadar sıfır ki yarın Amsterdam'a falan mı gitsem diye düşünüyorum. Paris'i arıyor insan, o derece. Güzelim Londra'dan niye kalktım buraya geldim, merak ediyorum.

Aklım hala Darja'da. Otel odama geldim, küveti doldurup bu şarkıyı açtım direk. IAMX-Spit it Out. Kadınsı erkek-erkeksi kadın çifti olarak Chris Corner ve Sue Denim'e bayılıyorum. Sonra Sue Denim demişken Robots in Disguise-Turn it Up açtım. Londra'dan fırlamış müzik ve klipler. Orayı özlemek, Londra'nın evim haline gelmiş olması. Keşke orada olsam, keşke aklıma estiğinde metroya atlayıp Soho'ya gidebilsem. Yine bir Cuma akşamı, yine depresif ruh halleri, yine bayan D'yi özlemek.





In a Relationship görünüyor diyordum, sevgilisinin profiline baktım bugün. Güzel, baya güzel bir kız. Bir yandan aldatmanın aldatılan için ne kadar leş bir durum olduğunu hatırlıyorum. Onu geçtim, "2. kadın" olmanın ve "Sevgilinden ayrılacaktın hani en kısa zamanda"ların ne kadar sinir yıpratıcı olduğunu birebir yaşadım, biliyorum. Diğer yandan onu o kadar, o kadar çok istiyorum ki kimin kalbi kırılır, kimin siniri bozulur umrumda bile değil.

Bugün Brüksel'de gay bar ararken sağanak yağmur başlaması ve nerede olduğuma dair en ufak bir fikrim olmaması nedeniyle kendimi ilk gördüğüm mekana attım (Brüksel'in Avrupa'da gördüğüm en dandik şehir planlaması ve metroya sahip şehir olduğundan, sokaklara harita koymayı bile akıl edememiş olduklarından bahsetmiyorum bile; nerede Paris, nerede Londra). Londra'dan buraya gelmemin tek nedeni Belçika birası içmekti, ve gayet ironik bir şekilde kendimi bir İngiliz pub'ında buldum. Girdiğimde çalmakta olan "Sevmeyen biriyle hayatta birlikte olmayacağım tek grup" dediğim ve D seviyor diye sevindiğim Placebo yerini Longview-Can't Explain'e bıraktı. Dün gece bu saatlerde Brüksel yolunda aklımda D ile bu şarkıyı dinliyor ("Waiting for hours, hours turn to days, days turn to years, I'm still here") ve kafamdan bu işin peşini bırakmak ya da bırakmamaya dair bir işaret diliyordum. Aslı bana 16 yaşındayken yolladığından beri ne Türkiye'de, ne başka bir ülkede hiç bir mekanda o şarkıyı hiç duymamıştım; benden başka bilen birini tanımıyorum hatta. O derece alakasız ve duymayı beklemediğim bir şarkı. Aradığım işaret bu mu, bilmiyorum.

It breaks my heart, that we live this way.

İkimiz de böyle hissedip söyleyemeden zaman harcıyorsak kalp kırıcı gerçekten.

No comments: