Tuesday, 8 June 2010

lonestar

Sözlükte "herkes biseksüel olsa olabilecekler" başlığında aşağıdaki entry'i gördüm:

"insan, her durumda birbirini dışlamak için sebep bulabilen bir yaratık olduğu için bu kez de çiftler toplumdan dışlanmaya başlayacaktır.
"iki kişilik ilişki mi olur ulan! aşın bunları artık. hangi devirde yaşıyoruz?..." diyen yeni nesil namus bekçileri türeyecektir."

Biseksüelliğin "ikiden fazla kişilik ilişki" anlamına gelmediğini yazdığımda gelen cevap:

"biseksüellik "ikiden fazla kişilik ilişki" demek değildir ama heeerrrrrrkesin biseksüel olması demek, ikili ilişkilerin ve çekirdek aile kavramının sonunu getirecek bir ütopyadır.
örneğin; heteroseksüel erkekler, ilişkilerinde eşlerini ikinci bir erkekten sakınma eğiliminde olmalarına rağmen ikinci bir kadına itiraz etmezler. eşinin biseksüel olması, diğer kadınlarla birlikte olması* ama erkekler arasında sadece kendisi ile ilişki kurması için cinayet işleyebilecek heteroseksüel erkekler var. yok değil.

tekrar heeerrrrrrkesin biseksüel olması fikrine dönersek; sevişen bir çiftin her bir tarafı için de arzulanabilecek üçüncü bir kişi asla kapı dışarı edilmeyecektir. çoğunluğun heteroseksüel olduğu ve eşcinselleri dışladığı toplumda ikili ilişki normalken* heeerrrrrrkesin biseksüel olması durumunda grup seks normal olacaktır. ikili ilişki, mastürbasyonun bir level sonrası olarak anılacaktır. insanoğlu orgy yapmaktan başını kayşıyacak vakit bulamayacaktır."


Heteroseksüel erkekler eşlerinin kendilerini bir kadınla aldatmasına ses çıkarmazlar gibi bir şey olmadığını belirtelim. İki kadının fucking eylemini gerçekleştiremeyeceği düşünülüyor bazı hetero erkekler tarafından ve dolayısıyla eşlerinin kendilerini bir kadınla aldatmasının aldatmak sayılmayacağına dair garip bir inanç ortaya çıkıyor. Ama şöyle bir gerçek var ki, two women can fuck. Ayrıca aldatma aldatmadır, bir takım abaza bigot'lar dışında hiç bir hetero erkeğin eşine "Beni kadınlarla aldatabilirsin hayatım, sorun değil" diyeceğini sanmıyorum gerçek hayatta.

Ayrıca biseksüellerin kadınla birlikte olsa gözünün erkek arayacağına, erkekle birlikte olsa kadın arayacağına dair bir myth var. Bunun sonucunda biseksüellerin asla tek bir insanla tamamen tatmin olamayacağına, her zaman bir şeylerin eksik olacağına inanılıyor. Böyle bir şey yok. Biseksüellerin (biseksüelliği maymun iştahını örtme bahanesi olarak kullananlar ya da yapısında heteroseksüel ya da gay bir insandan farksız olarak aldatma alışkanlığı bulunduranlar dışında) herhangi bir zaman diliminde hemcinsleriyle birliktelerse eşcinsellerden, karşı cinse ait biriyle birliktelerse heteroseksüellerden bir farkı yoktur. Hatta çoğu heteroseksüel dönemlerinde hemcinsleri hakkında düşünmez bile (tanıdığım biseksüellerle olan muhabbetlerime göre), ve vice versa. Hetero ve eşcinsel dönemler arasında gidip gelirler gibi bir şey hani, aynı anda iki cinse birden ilgi duymak deneyimlerime göre porno filmlerde olan bir durum genelde. Biseksüeller heteroseksüellerle ve eşcinsellerle aynı derecede sadıktırlar, tek eşlidirler. Grup sekse yatkın falan değildirler. "Sevişen bir çiftin her bir tarafı için de arzulanabilecek üçüncü bir kişi asla kapı dışarı edilmeyecektir" gibi bir durum yoktur, biseksüeller her daim threesome hayalleri kurmazlar.

PS. Entryler silinmiş.

Monday, 7 June 2010

l'chaim

Sözlükte "evliliği aşağılayan zamane kızları" başlığını gördüm şimdi. Her ne kadar tanım haline getirip oraya yazmaya üşenmiş olsam da evlilik hakkında çok doluyum aslında.

Sex and the City'nin dizi halini seviyor olsam da ilk film beni fena halde sıkmıştı. İkincisine en ufak bir gitme isteği bile duymadım. İnsanlardan duyduğuma göre ırkçı yorumlar içeren, tamamen "olaysız", laf olsun diye yapılmış bir filmmiş. "Aidan geldi ama" dedi birisi, sordum "Big'le ayrılıp Aidan'a mı döndü Carrie", "Hayır" dediler, "Aman o zaman izlemem" dedim. Son derece post-feminist bir text olan Sex and the City'deki kafayı tüketicilikle (üstelik de designer ayakkabılar arasında en bir boka benzemeyenler olan Manololar'la) bozmuş olan cinsel özgürlüğünü gerçek özgürlük, cinsel gücünü gerçek güç sanan kadın modeli beni tiksindiriyor (bilmeyenler için: post-feminizm karşıtıyım). "Hayatınızın erkeğini aradığınız sürece önünüze gelenle yatıp kalkabilirsiniz" mesajı beni sinirlendiriyor. Kadınların erkeklerin onlara dayattığı "seksi vücutlu, cinsel açıdan utanmasız, özgür kadın modeli"ne uygun olarak geceleri minicik etekler ve topuklularla clublara doluşmayı, "özgür kadın" imajı yaratabilmek için kendilerini cinsel objeler haline getirmeyi gerçek özgürlük sanmaları midemi bulandırıyor. Malesef yine erkeklerin dayattığı bir biçimde bu "özgür kadın" modelleri evlenme teklifi almayı hayatlarının yegane amacı olarak görüp "Aayy Carrie ve Big" falan diye swoon oluyorlar; içlerinden birine evlenme teklifi edilince hemen bütün arkadaşlar aranıyor, aylarca düğün ve evlilik muhabbetleri yapılıyor, yüzük gururla taşınıyor, milyarlarca para gereksiz yere harcanıyor (3-5 yıla da boşanılıyor hatta). Bu kadın tipinden çok nefret ediyorum gerçekten, inanılmaz aciz geliyorlar bana.

Alyans alliance kelimesinden gelir. Feodal dönemde toprak sahiplerinin toprak kazanma, barış sağlama, savaşı önleme, bir alliance oluşturma amaçlarıyla oğullarını diğer lordların kızlarıyla evlendirmeleri o yüzüğün kökenini oluşturur. Alyans tamamen mantıksal bir nedenle ortaya çıkmıştır kısacası. Ayrıca "Bu kişi bana ait, uzak durun" mesajı vermekten başka bir amacı yoktur. Kadınlar neden bu kadar mağara adamı tarzı kendilerini sahip olunabilen bir nesne haline getiren, aşağılayan bir şeyi bu kadar gururla sergiliyorlar bilmiyorum. Zaten evliliğin tamamen gereksiz bir şey olduğunu düşünüyorum. Bunu söylediğimde "Aşık olduğun biri teklif etse hayır mı dersin" sorusunu soruyor insanlar genelde. Aşık olduğum birisi zaten o soruyu bana sormasını kendi benliğime bir saygısızlık ve hakaret olarak algılayacağımı biliyordur ve dolayısıyla sormaz. AB vatandaşlığına geçmek dışında evlenmemin hiç bir nedeni olamaz.

lobsters

The L Word'ü baştan izliyor olduğumdan bahsetmiştim. Dün 3. sezona başladım. Bugün 3. sezonun 3. bölümü Lobsters'da (ve evet, canım ıstakoz çekti bölümde herkes ıstakoz yerken) tüm sezonlar içindeki en sevdiğim sahneyle karşılaştım: Alice'in Dana tarafından terk edildikten sonraki antidepresan ve Ritalin maceralarını paylaştığı radyo konuşması. O sahnenin Youtube videosunu yıllardır arardım aklıma geldikçe, sonunda bugün buldum.



15 gün sonra evimi boşaltıyorum, dolayısıyla emlakçı eve insan getirip duruyor bugünlerde. Bana 17.15'te geleceğini söylediği halde 1 saat erken geldi kendisi. Birazdan birilerini daha getirecekmiş. İnsanların gelip eve bakması problem değil ama emlakçının 1 gün önceden "Yarın gelebilir miyiz" değil, "Yarın geliyoruz" şeklinde araması (ki sırf bu yüzden "Gelemezsiniz işim var" diyesim geliyor fena halde); söylediği saatten çok çok önce gelmesi ve sanki kendi eviymiş gibi erken geldiği halde gayet rahat bir şekilde anahtarla kapıyı açıp içeri girmesi; ben evde olmasam bile böyle her aklına estiğinde evime girebileceğini düşünmesi çok sinir bozucu.

Sunday, 6 June 2010

the rules of attraction

"Hayatına dahil olmak için insanların hangi özelliklere sahip olmaları gerek?" sorusuyla karşılaştım bugün.

Hayatıma dahil olan her insanı seçmem mümkün değil malesef, ama zaten isteğim dışında hayatımda olan insanlar hayatıma pek de "dahil" olmuyorlar.

Hayatıma dahil olmak için insanların,

-Benim türlü asosyal ruh hallerime katlanabiliyor ve anlayış gösterebiliyor olmaları,
-Ben pek konuşkan olmadığımdan sessizliği doldurabilecek olmaları,
-Siyaset, cinsiyet, feminizm gibi konularda konuşabilecek kadar bilgi sahibi olmaları,
-Kesinlikle ve kesinlikle kendini beğenmiş olmamaları,
-Yalan söyleme alışkanlıklarının olmaması,
-Açık zihinli, denemedikleri hiç bir şeye "asla olmaz" demeyen insanlar olmaları, hiç bir fikirlerinin sabit olmaması, onlara ters gelen bir konu hakkında bile karşısındakinin argümanını dinleyip ona göre kendi fikirleri hakkında tekrar düşünebilmeleri,
-Denizi sevmeleri,
-Mayonez sevmeleri,
-Cinsellik hakkında oturup rahatlıkla konuşabilmeleri, utanmamaları, "Ben hiç porno izlemiyorum" modunda prude olmamaları,
-BDSM ya da eşcinsellik konusu açıldığında denemediği şeye "asla olmaz" diyen insan modeli olmamaları,
-Kadın ve eşcinsel hakları savunucusu olmaları,
-Blogumu okumaları,
-"Hadi bilmemnereye gidelim" gibi anlık dürtülerime "Param yok, ailem olmaz der" türü cevaplar vermemeleri,
-Bana "Param yok o yüzden çıkamam" gibi bahanelerle gelmemeleri,
-İnsanların arkasından konuşmamaları,
-Alkol almaları, ama AGD sınırına dikkat etmeleri,
-Fosur fosur (özellikle yürürken) sigara içmemeleri,
-Cesur olmaları,
-Hayatta en çok güvendikleri şeyin dış görünüşleri olmaması,
-Başkalarını kullanmamaları, fairness ve integrity kavramlarına önem vermeleri,
-En katlanılmaz, depresif halimde gerekirse kendi işini bırakıp benim yanıma gelmeleri, benim de aynı şeyi yapmama izin vermeleri gerek.

Aklıma şimdilik bunlar geldi.

Saturday, 5 June 2010

every night i burn, every night i call your name


The Crow'un remake'i yapılıyormuş. Asla, asla yapılmamalı bence. Brandon Lee'siz the Crow bir şeye benzemiyor devam filmlerinde de görüldüğü gibi.

İlk kez 13 yaşındayken izlemiştim the Crow'un ilk filmini, izlediğim anki melankolik aşık ruh halimden mi, yağmurlu ve gri bir günde evde yalnız izlemiş olmamdan mı bilmiyorum ama beni hiç bir film o kadar etkilemedi. Ölümsüz aşk konseptini daha iyi yansıtan başka bir film yok.

"Don't look don't look" the shadows breathe
Whispering me away from you
"Don't wake at night to watch her sleep
You know that you will always lose
This trembling adored
Tousled bird mad girl... "


But every night I burn
Every night I call your name
Every night I burn
Every night I fall again

"Oh don't talk of love" the shadows purr
Murmuring me away from you
"Don't talk of worlds that never were
The end is all that's ever true
There's nothing you can ever say
Nothing you can ever do... "

Still every night I burn
Every night I scream your name
Every night I burn
Every night the dream's the same
Every night I burn
Waiting for my only friend
Every night I burn
Waiting for the world to end

"Just paint your face" the shadows smile
Slipping me away from you
"Oh it doesn't matter how you hide
Find you if we're wanting to
So slide back down and close your eyes
Sleep a while you must be tired... "

But every night I burn
Every night I call your name
Every night I burn
Every night I fall again
Every night I burn
Scream the animal scream
Every night I burn
Dream the crow black dream

Dream the crow black dream.

socially challenged

İnsanların yaratıcılık yoksunu tanışma mesajlarından bahsetmiştim geçenlerde. Kendim de sosyal özürlü -ve social graces yoksunu- biri olduğumdan "O cesareti gösterip bana mesaj atmış, konuşmamam kabalık olur" düşüncesiyle ve her insanın tanınmaya değer bir yönünün bulunabileceğine olan bir inançla bariz işim olmayacak insanlar dışında genelde çoğu tanışma mesajına cevap veriyorum, "selam" kadar bayık bir mesaj bile olsa. Bugün "Selam" diyen bir kıza "Selam" dedikten sonra kendisinin bana cevabı "Tanışalımmı nedersin" oldu. Birincisi bu insanların "tanışma" anlayışı nedir bilmiyorum. Hayatımda hiç kimseye "tanışalım mı" diye bir mesaj atmadım, çok çok lame bir laf, lütfen bir gün birine öyle dersem beni durdurun. Zaten tanışma girişiminde bulunmuşsun mesaj atarak, "tanışalım mı" demenin anlamı ne? Tamamen redundant bir laf, Michael Jackson şarkıcısı demek ya da öpüşürken "seni öpebilir miyim" diye sormak gibi bir şey. İkincisi, insanları tanımadan yargılamam ama daha ana dili Türkçe olduğu halde "tanışalım mı" ve "ne dersin"in ayrı yazıldığını bilmeyen insanlarla kesinlikle hiç bir işim olamaz. Böyle insanlara, Türkçe'nin içine edenlere, msn'de anlatacağı bir şeyi her 4 kelimede bir enter'a basarak 5 ileti şeklinde anlatanlara ve kelime sonundaki harfleri uzatanlara (geliyorummm, bekleee vs.) hiç tahammülüm yok. Ben Türkçe konuşurken cümlelerimin arasında İngilizce kelimeler tıkıştırırım genelde, ama iki dilin de "nbr" ya da "how r u" gibi içine sıçmak hayatta yapmayacağım şey bir elimin yemek yemek, bir şey içmek gibi başka işlerle meşgul olduğu istisnai durumlar dışında. Sinir oluyorum.

Bir diğer sinir olduğum şey ise yurtdışına gidip Türkler'le takılan Türkler. Çok görüyorum çevremde, Londra'ya gelen ve çevresindeki bütün Türkler'i bulup onlarla arkadaş olan tipler. Felaket bir korkaklık örneği. Buraya geldiğimden beri tek bir Türk insanla tanışmadım, 2 yıl oldu. O kadar yol gelip Türk arayan insanları saçma buluyorum, tam bir alıştığından farklı durumlardan korkma ve ayak uydurma çabasına girmeme örneği, tembellik ve korkaklık. Sinir oluyorum.

Friday, 4 June 2010

and my parents will never consent to this love, but i hold your hand

Milyon tane %8.5 alkollü Belçika birası içip midye yedikten sonra süper bir Alkaline Trio konserini en önden izlediğimiz kusursuz bir Salı günü geçirdik. Dün de Dover'a white cliff görmeye gittik, buraya geldiğimden beri her the Decemberists-We Both Go Down Together dinlediğimde göresim geliyordu. Güzel gerçekten, çok çok huzur verici bir yer, yemyeşil. Fransa Channel Tunnel'ın karşı tarafında gayet görülüyor, hatta telefonum Fransa'dan çekmeye başladı ve roaming ücreti ödedim fark edip telefonumu kapatana kadar.

Bugün emlakçım birilerini evi göstermeye getirecek diye sabahın köründe kalkıp 5 saat boyunca ev temizledik, ancak gösterilebilir duruma geldi. Ve salak emlakçı eve 20 saniye ya baktı, ya bakmadı. Direk girip burası banyo, burası da studio falan yapıp gitti. Neyse, yine de taşınırken ev toplama ve temizleme işinin yarısı bugün yapılmış oldu en azından.

2 hafta sonra bugün Paris'teyim. Paris'i, Eiffel Kulesi'nin altındaki parkta çimlere yatıp güneşlenmeyi, Eurodisney'i felaket derecede özledim.

Son 3 gündür sürekli Skins izliyorum, bayılıyorum.

30 Haziran'da İzmir'e dönüyorum, 3-4 gün kalıp Bodrum'a geçiyorum. Orada da 4-5 gün Yağmur'da kaldıktan sonra İzmir'e dönüp büyük ihtimalle kaldığım Terrorism and Political Violence dersimin ödevini tekrar yapıyor olacağım. 20 Temmuz doğumgünüm, 21 Temmuz'da Yağmur'la Lesvos'a gidiyoruz. 26'sında dönüyoruz, 30'unda da Rodos'a gidiyorum haftasonu için. Temmuz ayında boş geçireceğim hiç zaman yok gibi.



Here on these cliffs of Dover
So high you can't see over
And while your head is spinning
Hold tight, it's just beginning

You come from parents wanton
A childhood rough and rotten
I come from wealth and beauty
Untouched by work or duty

I found you, a tattooed tramp
A dirty daugher from the labour camp
I laid you down on the grass of a clearing
You wept but your soul was willing

And oh, my love, my love
And oh, my love, my love
We both go down together

And my parents will never consent to this love
But I hold your hand

Meet me on my vast veranda
My sweet untouched Miranda
And while the seagulls are crying
We fall but our souls are flying

Tuesday, 1 June 2010

fuck you aurora, you took my only friend

Dünden beri Türk internet ortamlarından gördüğüme bakılırsa herkes İsrail'in yardım gemisindeki insanları öldürmesi yüzünden galeyana gelmiş durumda. Sözlük'te İsrail başlığına "hepsi ölsün" modu şeyler yazanlar, Facebook'ta "İsrail'le savaş isteyen 70 milyon yürek arıyoruz" gibi gruplar açan/üye olan insanlar. Milliyetçiliğe, "Türk'üm gurur duyuyorum"culuğa, bir grup insanın yaptığı şeyler için bir ülkenin tamamından nefret etmeye, "Filistinliler din kardeşlerimiz" muhabbetlerine, en çok da İsrail-Filistin conflict'inin tarihi konusunda en ufak bir fikri olmayıp böyle gerizekalı gibi bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olup gaza gelenlere hiç tahammülüm yok. Savaş isteyen 70 milyon yürek arayan insanlar merak ediyorum savaş olsa kalkıp kendileri savaşa gidecekler mi? İsrail'in gücünden haberleri yok mu, bu Türk ordusu süperdir yanılsamasının kaynağı nedir? Savaş gibi şu andakinden bilmemkaç kat fazla insanın öleceği bir şey istenebilir mi? İnsanların ölmesine gerçekten çok üzüldüm ama milyon kere "Gelmeyin" denildikten sonra ısrarla gittiklerinde ne bekliyorlarmış ki? At gözlüğüyle düşünen insanlar sinir bozucu.


Bugün the Hawley Arms yerine bir Belçika restaurantında yemeye karar verdik (daha doğrusu ben karar verdim, Lisa'nın henüz haberi yok) Alkaline Trio konseri öncesi. Moules Frites ve Kwak gibisi yok.





Oğuz'a Alkaline Trio t-shirtü almam lazım.


My, my, what a mess we've made
Of our precious little lives these days
It appears a big fucking tornado has twisted us up recently
Best wishes have been made for you
You never had no say, it's true
You have to be the cutest gravedigger I've ever seen

And all your lonely nights in the city of lights are much like
All these crowded bars I so often find my stupid self stumbling through

Fuck you Aurora, you took my only friend
And although it's all my fault,
The blaming myself had to come to an end. So I say:
Fuck you Aurora, you took my only friend
You won't catch me behind the wheel
Of a Chrysler ever again.

Monday, 31 May 2010

of drag kings and the wheel of fate

Dün gece hayatımın en ilginç akşamlarından biriydi. Evden çıktım, trene binerken su aldım, Saka Water marka, ve gayet Sabancı logosu falan vardı üzerinde. Yakın inceleme sonucu "from the Saka Spring in Turkey" falan yazdığını fark ettim üzerinde. İngiltere'ye su ihraç ediyormuşuz yani. Garip.

Sonra Londra'daki drag king competition'a geldim, şehrin hiç gitmediğim ve oldukça uzak bir bölgesindeydi. Aynı zamanda mahallede İngiliz'den fazla Türk vardı sanırım, Canısı Berber, Hanımeli Ocakbaşı falan vardı pubın karşısında.

Mekanda oha derecesinde taş kadınlar vardı ayrıca. Başka diyecek laf bulamıyorum o konuda. Neyse, competition başladı, performans kısmında bir tanesi yanımda duran kadını sahneye çekerek t-shirtünü yırtıp çıkardı. Kadın orada şok halinde üstsüz duruyorken onu öpmeye başladı, sırtına mum dökerek kuruduktan sonra bıçakla onları kazıdı. O sırada ?! şeklindeydim ben. Sonra da tonsil muayenesi modunda öpüştüler. Tanımadığım biri bana sormadan üstümdeki şeyi yırtıp sırtıma mum dökse büyük ihtimal sinir olurdum ama çok seksi bir sahneydi.

Pubdan çıktıktan sonra otobüs durağındaki insanların -ve etraftaki herkesin- Türkçe konuştuğunu fark ettikten sonra adamdan bir sigara istedim. Klasik "Türk görünmüyorsun" muhabbetinden sonra adam bana 2 yılda Türkçe'min nasıl bu kadar bozulduğunu sordu. Aksanlı konuşuyormuşum. "Ben hep böyle konuşuyordum ki" dedim, inanmadı. E ama ben hep öyle konuşuyordum gerçekten.

Daha sonra London Bridge'den trene bindim, trenin son durağı Ashford görünüyordu. Ashford benim yaşadığım yere 20 dakika falan uzaklıkta bir yer. Ashford'a geldikten sonra internette var görünüyor olduğu halde son trenin olmadığını gördüm, "oh fuck" şeklinde taksici buldum bir tane ve adam bana evime gitmenin 50 pound tutacağını söyledi. "Siktir istasyonda uyumak zorunda kalıcam sanırım" modunda gecenin 2'sinde istasyonda oturmuş ağlamak üzereydim ki yanıma bir güvenlik görevlisi geldi. Adama durumu açıkladım, "Ben halledicem" diyerek gitti, 5 dakika sonra "Your chariot awaits love" diyerek kapıdaki taksiyi işaret ediyordu bana. Taksi beni para almadan evimin kapısına kadar bıraktı. Southeastern Railways'in hastasıyım.

Böyle de bir gündü.

friend requests and fried chicken salads

Son 3 yıldır Facebook ve türevi yerlerde tanımayıp tanışmak istediğim bir insanı hiç eklemedim. Hiç tanımadığım insanların bana friend request yollaması özellikle Facebook'ta sık başıma geliyor. Bu tür insanlara eğer bariz abaza değillerse klasik mesajım "Meraba?" oluyor. Evet, ekleme isteği yollamadan önce bir mesaj atmaya bile zahmet etmediklerini söylemiş miydim? Eklemek istemenin nedeni arkadaşım olmak istemense bir konuşma girişiminde bulunursun, değil mi? Listende bulunayım diye eklemiyorsan yani. Gayet açık bir şekilde "Ee hadi kendini tanıt" anlamı içeren "Meraba?"ma cevabı "Selam." falan oluyor genelde bu tiplerin. Ağızlarından kerpetenle laf almamı mı bekliyorlar bilmiyorum. Sonra "Tanışmıyoruz sanırım?" diyorum son bir çabayla. Buna genelde "Evet tanışmıyoruz, gördüm eklemek istedim ben X" oluyor cevap. Geçen gün gayet ilginç bir şekilde "Evet tanışmıyoruz ben tanımadıklarımı ekliyorum böyle hep" cevabı aldım. Birinin seni eklemesini istiyorsan edilecek en mantıklı laf bu değil sanırım. Bu iki çabamdan sonra enteresan bir laf etmemiş olanları sanal çöplüğün sonsuzluğuna yolluyorum. "Tanışabilir miyiz?" mesajı atan kızlar da aynı çöplüğe gitmeye meyilli oluyorlar. "Hayır tanışamayız" deme ihtimalim yok herhalde, tanışmak istiyorsan kendini tanıt o zaman, ne dememi bekliyorsun ki? Yeni insanlarla tanışmayı çok seviyorum, tanımadığım insanlardan friend request almaya sinir olmuyorum, sadece onu yollayıp konuşmaya tenezzül etmeyen insanları garipsiyorum. İlginçler.