Saturday, 25 June 2011

an introverted kinda soul

Dün gece içedönük insanlarla ilgili 10 mitten bahseden bir siteye denk geldim. Fena halde introvert bir insan olduğumdan; ve havadan sudan konuşamama, çok sosyal olmama/olamama, sosyal bir ortamda bulunduktan sonra bir süre evde yalnız olup deşarj olmak zorunda hissetme gibi özelliklerimin çoğu zaman insanlar tarafından anlaşılamadığını düşündüğümden yazı hoşuma gitti. Buyrunuz:

Myth #1 – Introverts don’t like to talk.
This is not true. Introverts just don’t talk unless they have something to say. They hate small talk. Get an introvert talking about something they are interested in, and they won’t shut up for days.

Myth #2 – Introverts are shy.
Shyness has nothing to do with being an Introvert. Introverts are not necessarily afraid of people. What they need is a reason to interact. They don’t interact for the sake of interacting. If you want to talk to an Introvert, just start talking. Don’t worry about being polite.

Myth #3 – Introverts are rude.
Introverts often don’t see a reason for beating around the bush with social pleasantries. They want everyone to just be real and honest. Unfortunately, this is not acceptable in most settings, so Introverts can feel a lot of pressure to fit in, which they find exhausting.

Myth #4 – Introverts don’t like people.
On the contrary, Introverts intensely value the few friends they have. They can count their close friends on one hand. If you are lucky enough for an introvert to consider you a friend, you probably have a loyal ally for life. Once you have earned their respect as being a person of substance, you’re in.

Myth #5 – Introverts don’t like to go out in public.
Nonsense. Introverts just don’t like to go out in public FOR AS LONG. They also like to avoid the complications that are involved in public activities. They take in data and experiences very quickly, and as a result, don’t need to be there for long to “get it.” They’re ready to go home, recharge, and process it all. In fact, recharging is absolutely crucial for Introverts.

Myth #6 – Introverts always want to be alone.
Introverts are perfectly comfortable with their own thoughts. They think a lot. They daydream. They like to have problems to work on, puzzles to solve. But they can also get incredibly lonely if they don’t have anyone to share their discoveries with. They crave an authentic and sincere connection with ONE PERSON at a time.

Myth #7 – Introverts are weird.
Introverts are often individualists. They don’t follow the crowd. They’d prefer to be valued for their novel ways of living. They think for themselves and because of that, they often challenge the norm. They don’t make most decisions based on what is popular or trendy.

Myth #8 – Introverts are aloof nerds.
Introverts are people who primarily look inward, paying close attention to their thoughts and emotions. It’s not that they are incapable of paying attention to what is going on around them, it’s just that their inner world is much more stimulating and rewarding to them.

Myth #9 – Introverts don’t know how to relax and have fun.
Introverts typically relax at home or in nature, not in busy public places. Introverts are not thrill seekers and adrenaline junkies. If there is too much talking and noise going on, they shut down. Their brains are too sensitive to the neurotransmitter called Dopamine. Introverts and Extroverts have different dominant neuro-pathways. Just look it up.

Myth #10 – Introverts can fix themselves and become Extroverts
A world without Introverts would be a world with few scientists, musicians, artists, poets, filmmakers, doctors, mathematicians, writers, and philosophers. That being said, there are still plenty of techniques an Extrovert can learn in order to interact with Introverts. (Yes, I reversed these two terms on purpose to show you how biased our society is.) Introverts cannot “fix themselves” and deserve respect for their natural temperament and contributions to the human race. In fact, one study (Silverman, 1986) showed that the percentage of Introverts increases with IQ.

Buradaki her noktayı o kadar kendimle özdeşleştiriyorum ki.

Friday, 24 June 2011

last couple standing

Az sonra okuyacaklarınız sinirli bir kadın zihninin ürünüdür.

2-3 hafta önce en son eski sevgilimin doğum günüydü. Bilerek kutlamadım. Çünkü:

1- Belki biliyorsunuzdur, kendisi yaz tatilinde ben Türkiye'deyken görüşmediğimiz birkaç aylık süre boyunca beni aldatıp bana bu konuda yalan söyledikten sonra gerçeği dönüşüme 2-3 gün kala bir Facebook mesajıyla söyleme karar vermişti. Yaptığı bu mallığa rağmen ve beni aldattığı kadınla devam ediyor olduğunu bilmeme rağmen onunla arkadaş kalmaya çabaladım, ve bu çabalarımın hepsini elinin tersiyle itti. Ben de ona mesajını aldığımı belirtmek istedim. Çünkü şahsen doğumgünümde uzun süreli ciddi bir ilişkim olmuş olan eski sevgililerimden bir mesaj bekler ve gelmezlerse artık onlar için hiç bir önemim kalmadığı hissine kapılıp sinir olurum. Onun da böyle hissetmesini istedim.

2- Onunla birlikte olduğumuz sürece ona hep süper doğumgünleri yaşattığıma inanıyorum. İlkinde ona Paris'e gidiş dönüş uçak bileti aldım, bütün organizasyonları kendim hallettim ve Paris'i gezip doğumgününde Eurodisney'e gittik. Ertesi yıl da onu görece pahalı bir restauranta yemeğe, sonra Belçika birası tadımına ve akşam da Alkaline Trio konserine götürdüm. Birlikte olduğumuz ilk doğumgünümde Türkiye'ye tatile geliyordu, uçağı İzmir'e akşam inmişti, Alsancak'ta birer içki içip eve gelip uyuduk direk. Türkiye'de kaldığı 1 hafta boyunca bana ne kendimi özel hissettirmek için, ne de beni mutlu etmek için hiç bir şey yapmadı. İkinci doğumgünümde görüşemeyeceğimizi bildiğimden Türkiye'ye dönmeden önce kutlamak istedim doğumgünümü. "Bir gün belirleyip o gün doğumgünümmüş gibi davranalım, seninle geçirmiş olayım" dedim. Tamam dedi. 1-2 hafta sonra "Bugün benim sahte doğumgünüm olsun" demem hiç bir şeyi değiştirmedi, o gün gayet sıradan bir şekilde geçti. 1 ay sonra gerçek doğumgünüm geldiğinde ben Türkiye'deydim, o bana sadece Facebook'tan bir kutlama mesajı atmıştı ve beni aldatıyordu. Tüm bu şeyler yüzden bu sene doğumgününü kutlamamı hak etmediğine karar verdim.

Geçen hafta beni Facebook arkadaş listesinden sildiğini fark ettim. Belki kendini beğenmişlik olacak ama doğumgününü kutlamadığım için sildiğini varsayıyorum. Nedeni ne olursa olsun, 2 yıl birlikte olduğum ve o süre boyunca beni sevdiğini iddia eden bir insanın özellikle hem suçlu hem güçlü olduktan sonra sanki ben ona kötü bir şey yapmışım gibi beni listesinden silmesini çok garipsedim.

Ben eski sevgilim ya da eski yakın arkadaşım olan birini asla durup dururken Facebook listemden silmem. Silersem mutlaka bana yaptıkları bir şeyin üzerine hemen silerim, hiç bir şey yapmadıkları halde ya da yaptıkları şeyden aylar geçtikten sonra "E nasıl olsa artık konuşmuyoruz" diye silmem. Aylarca, hatta yıllarca konuşmamış bile olsam eskiden ona vermiş olduğum değerin hatrına o insan listemde durur. O yüzden bu davranış biçimini anlayamıyorum.

Thursday, 23 June 2011

orange is not my favourite colour

Şu son 3-4 günüm fena halde meta fetişizmi doluydu. Net-a-Porter siparişimi iptal etmek zorunda kaldığımdan ve yeni bir MbMJ çanta alma isteğimin içimde ukte kaldığından bahsetmiştim birkaç gün önce. NAP müşteri hizmetlerinden gelen telefondan sonra sadece laf olsun diye Gittigidiyor'a bakayım dedim Pazartesi akşamı, ve 230TL'ye falan kırmızı bir Marc by Marc Jacobs Faridah gördüm. Türkiye'de kaça satılıyor bilemiyorum ama Faridah çantalar İngiltere ve Amerika'da 900TL civarına satılıyor. Neyse, Gittigidiyor'daki çantaların %99'u sahte olduğundan ve bu tür sitelerde genelde gerçek olamayacak kadar iyi fiyatlara satılan şeylerden uzak durmak gerektiğinden satıcıdan çantanın orijinal olduğunu kanıtlayacak yerlerin fotoğraflarını istedim. Birkaç saat içinde fotoğrafları açık arttırmaya ekledi, ben de Purse Forum'daki MbMJ uzmanlarına çantanın sahte olup olmadığını sordum. Gerçek olduğundan emin olduktan sonra satın aldım ve bugün elime geçti. Arkasındaki minik bir kalem izi dışında hiç bir yerinde bir şey yok, çok temiz kullanılmış. Mutlu oldum.



Ayrıca ben İngiltere'deyken gelen Lanvin ayakkabılar ve BOSS Orange t-shirt'ü de görebildim sonunda.







Bunlar yetmezmiş gibi bir de Wii Sports almış annem. Aşırı bağımlılık yapan bir şey kesinlikle.

Wednesday, 22 June 2011

protections

Geçenlerde obsesif bir şekilde Danca bir şarkıyı dinleyip durduğumdan ve neden bahsettiğini anlamak için deli olduğumdan bahsetmiştim. Facebook'ta şarkının sahibine attığım "Bu şarkıya bayıldım, ne anlatıyor bilmek istiyorum deli gibi" konseptli mesaja gelen cevap:

The title is something like 'protections'. Or 'to protect'. And it's about all the things you do to protect yourself.... but it does mostly describe things like 'smell yourself in to my armpit' or 'hold me inside me', sort of word play between things you can do and things that are not possible... like 'hold my shaking kneekaps' or 'move into my heart chamber' and then the chorus is saying 'it's all this feeling you shouldn't do, it's all this protecting you go and do'.

Danca bileniniz varsa bana ulaşsa, ve şu şarkının sözlerini tamamen öğrenebilsem hayat ne güzel olur.

Monday, 20 June 2011

wanna play net-a-porter

Bugün Net-a-Porter'in uluslararası indirimi başladı. Sabah erkenden uyanıp kendime bir Marc by Marc Jacobs Natasha çanta, kuzenime de bir Proenza Schouler bileklik sipariş verdim. Eğer 1'den önce sipariş verirseniz Londra içine kesin olarak aynı gün gönderiyoruz yazıyordu. Biraz önce müşteri hizmetlerinden arayıp gönderimle ilgili bir sorun olduğunu, ve siparişimin bugün elime ulaşamayacağını söylediler, ben de iptal etmek zorunda kaldım. Bir yandan valizimde bir çanta daha koyacak yer yoktu diye rahatladım, diğer yandan bu aralar fena halde yeni bir MbMJ çanta istiyor olduğumdan üzüldüm. Net-a-Porter insanlarının kafasına sıçmak istiyorum ama, o kadar da sinirlendim. Bu ne biçim bir müşteri hizmetleri faciası hakikaten, gönderi ücreti olarak 11.50 pound (=30TL) alıyorlar. Şoförlerle ilgili bir sorun çıkar diye acil durumlar için bir kurye şirketiyle anlaşıp bunu en azından Londra merkezde yaşayan insanlara kuryeyle göndermek çok mu zor? O zararı karşılayamayacak bir firma değiller sonuçta. Hiç, ama hiç memnun kalmadım bu NAP deneyimimden. Zaten Amerika sitesinde indirimde olan hiç bir şey indirimde değil, 50 parça şey koymuşlar siteye, onu bile beceremiyorlar. Fena halde fail.

Eşyalarımı depoya bıraktım, yere basılmayacak derecede tüm odamı kaplamış çöpleri atıp biraz odayı temizlemek kaldı sadece. Yarın Türkiye'ye dönüyorum.

Aklım hala o çantada kaldı.

Sunday, 19 June 2011

girls in tight dresses who drag with moustaches

Hayatımın en hareketli haftası son hız devam ediyor. En son blog post'umdan sonra evdeki giysilerimin bir kısmını toplayıp babamın oteline bıraktım, sonra birlikte Brighton'a gittik. Adamcağızın şansına son birkaç haftanın sıcak ve güneşli havası yerini yağmurun hiç durmadan sabahtan akşama şakır şakır ve yan yan yağdığı, kazak + ceketle donulan kara kış türü bir havaya bırakmıştı bu haftasonu. Öyle ki, Brighton'da bir deniz ürünleri restaurantına gidip sonra da sahilde birer bira içtikten sonra Londra'ya dönmek zorunda kaldık. Otele geldiğimizde abartısız küloduma kadar ıslanmıştım ve ayakkabılarım yere basarken gırç gırç su sesi çıkarıyordu (su sesi efekti nedir hakkaten? "gırç" değil herhalde). Üstümü değiştirip ayakkabılarımı saç kurutma makinesiyle kuruttuktan sonra Millennium Bridge'in dibinde, mükemmel manzaralı bir yere yemeğe gittik. Yağmur hala tüm gücüyle devam ediyordu ve otele döndüğümde yine sırılsıklam olmuştu her tarafım.

Sabah GoGo Festival için Kent'e doğru yola çıktım. Londra'da hava kapalı olmasına rağmen yağmur yağmadığına seviniyordum ki yarı yolda yağmur başladı. Festivalin yapıldığı ebesinin nikahındaki tarlaya en yakın tren istasyonu 3 km uzaklıktaydı. Daha önce Lisa'ya giderken trende uyuyakalıp o istasyonda inmişliğim olduğundan istasyonda bir taksi durağı olduğunu biliyordum, gidince taksiyle festival alanına giderim diye düşünmüştüm. Ama durağa gidince ilk müsait taksinin 1 saat 45 dakika sonra durağa döneceğini öğrendim. "Hasiktir" diyerek telefonumda alternatif taksi duraklarına bakıyordum ki, 2 tane gayet gay görünen kadın gördüm. Yanlarına gidip "Pardon, siz de festivale mi gidiyorsunuz" diye sordum, öyleymiş, o sırada festivale giden ve bizi gören biri daha yanımıza geldi ve 4 kişi başka taksi bulma ihtimalimiz olmadığını fark edince festival alanına yürümeye karar verdik. Kenarında yayaların yürümesi için bir kaldırım, yol vs. bile olmayan çamurlu, kırsal bir yol üzerinde arabalar 10 cm dibimizden geçip canımız için korkarak 3 km yürüdük. Evet, 300m yürüyünce bile ayağı iflas eden ben 3 km yürüdüm. Festival alanına geldiğimizde ayağım hayatımda hissetmediğim bir şiddette sızlıyordu ve davul gibi şişmişti bildiğiniz. Yerler ıslak falan demeden yere bir poşet koyup üstüne oturdum, birkaç saat öyle götüm donduktan sonra arkadaşlarımdan biri çadırdan battaniyesini getirdi ve bütün günü/geceyi oturarak geçirebildim. Ama şansıma bütün gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı, ve yan yan yağdığından bahsetmiş miydim? Yani şemsiyeyle oturmak saçlarımdan başka hiç bir yerimi korumadı, kelimenin tam anlamıyla küloduma kadar ıslanmıştım. Yağmur durduktan sonra idrar yolları enfeksiyonu korkusuyla festivale külotsuz devam etmek zorunda kaldım, o derece.

Onun dışında festival süperdi. Uh Huh Her iptal oldu diye sinir olmuştum, ama yerine The L Word'ün theme song'unu yapan grup Betty'i koyarak beni mutlu ettiler. Sabahtan akşama durmadan içtik, ama sarhoş olmadan, tatlı tatlı geçen bir gündü. O yağmura rağmen. İnsanın çevresinin binlerce gay kadınla çevrili olması, ve bunun getirdiği -çoğu insanda var olan**- ortak anlayış bambaşka bir şey. Bir kardeşlik mi desem, ne desem, sanki sadece bizim bildiğimiz bir sırrı paylaşmak gibiydi.

Ayrıca ortamda erkek oranı %1 falan olduğundan mı nedir, tuvaletler tertemizdi gittiğim diğer festivallere kıyasla.

Festivalin en güzel yanı İngiltere'ye taşındığımdan beri uzun zamandır hissetmediğim bir-arkadaş-grubuna-dahil-olma hissiyle dolu geçmesiydi. Aylar önce bu post'umun 3. kısmında bahsettiğim insan ve onun birkaç arkadaşıylaydık. Post'umdan da anlayacağınız üzere ilk tanıştığımda kendisinden pek hoşlanmamıştım, o da beni pek sevmemişti diye tahmin ediyorum. Sonraki buluşmalarımızda da bana "Ben feminist değilim" demesi üzerine sarhoş kafamla sinir olup saçma sapan laflar etmiştim. Buna rağmen bana kızmamıştı, Facebook'ta ekleşmiştik, ve ona ettiğim tüm uyuz laflara rağmen canımın sıkkın olduğunu ya da bir konuda yardıma ihtiyacım olduğunu söyleyen tüm status update'lerimde bana yardımcı olmaya çalıştı aylarca. Son bir aydır falan birlikte zaman geçirmeye başladık, ve ben onu tanıdıkça hayatımda karşıma çıkan en kalbi temiz insanlardan biri olduğunu anladım. Gerçekten, bu kadar saf ve iyi niyetli başka insan tanımıyorum. O yüzden bu haftasonunu onunla geçirdiğim, ve uzun zamandan sonra ilk kez yeniden birinin "iyi arkadaşı" olduğum için mutluyum. Sadece bunu daha önce fark etmediğimize ve Türkiye'deyken onu göremeyecek olmama üzülüyorum.

Dün festivalde speed dating vardı. 150 kadın karşılıklı 2 sıraya giriyor. Herkes 1 dakika boyunca karşısındakiyle konuşuyor, 1 dakika sonra anons yapılıyor ve herkes bir soluna geçiyor, yeni biriyle konuşmaya başlıyor, böyle bir şey. Havadan sudan konuşma yeteneği sıfır olan, fena halde içine kapanık ben tek insanla konuşmakta zorlanırken aynı şeyi arka arkaya bir sürü insanla yapmak yemin ediyorum ömrümden yedi, nasıl stres oldum anlatamam. O kadar ki, 5 kişiden sonra falan dayanamayıp dışarı kaçtım. Dışarıda benim gibi aynı nedenden dolayı sigara içmeye kaçmış olan 2 kızla tanıştım, mutlu oldum.

Festivalin en süper anı Betty'nin The L Word açılış şarkısını çaldığı an oldu. Bir ağızdan şarkıyı söyleyen binlerce kadınla birlikte "It's the way that we live and love" diye bağırmak gerçeküstü bir şeydi.



Neyse, süper eğlenceli geçen bir festival sonrası internetten sizi arabayla bir yere bırakabilecek insan bulduğunuz bir site olan Liftshare'den bulduğum bir kızla Londra'ya döndüm. Son trene taksiyle yetişmeyi planlıyordum, ama saatler öncesinden ayırtmak için aramama rağmen yine hiç bir taksi şirketinde araba kalmamıştı. İlk önce tanımadığım birinin arabasına binmekte tereddüt ediyordum, ama kızla günün yarısını birlikte geçirdik, ve alkol alan ya da acayip biri olmadığını görünce içim rahatladı. Beni Güney Londra'ya bıraktı, Kent'ten oraya gitmemiz 1.5 saat falan sürdü. Daha sonra oradan bir gece otobüsüne binip Trafalgar Square'e, oradan da 2. bir gece otobüsüyle eve geldim. Londra içi yolculuğum toplam 2 saat sürdü. Gece gece sarhoş ve deli insanlarla bilmemkaç saat yollarda rezil olmam dışında iyi bir yolculuktu, festivalden taksiyle dönmeye kalksam 100 pound tutacaktı neredeyse. Böylece o para cebimde kaldı. Dünyada hala iyiliksever insanlar olması ne kadar süper.

** Çoğu insanda diyorum, çünkü bara içki almaya gittiğimde yanımdaki kadının "How may I help you" diyen barmaid'e "It would definitely help if you got naked" gibi maço ve seksist ötesi bir laf etmesi sinirlerimi fena halde ayağa kaldırdı. "Women should know better" dedim kendi kendime. Gerçekten. Diğer kadınlara böyle cinsel objelermiş gibi davranan idiot kadınları gördüğüm yerde tokatlamak istiyorum. Ben şahsen böyle ukala ve kaba bir kadının yüzüne bile bakmam, tipi ne kadar etkileyici olursa olsun.

Friday, 17 June 2011

total steal

Dün yaz indirimi için Selfridges'e uğradım. İndirimde olan doğru düzgün çanta yoktu, ama giysilerde çok çılgın indirim vardı. Toplam 107 pound'a bir Chloe bikini, bir Marc by Marc Jacobs bikini, bir de Marc by Marc Jacobs t-shirt aldım. Üstüne bir de Türkiye'ye dönerken %17 mi ne vergi indirimi alacağım.








Chloe bikini 125 pound'dan 37'ye, MbMJ bikini 150 pound'dan 40'a, t-shirt ise 70'ten mi ne 30'a düşmüştü.

Hala bunları bu kadar ucuza aldığıma inanamıyorum.

Bikinileri kilo vermeden giyebilitem yok, ama motivasyon olur bari artık.

Yarın da Harrods'a gidip bir MbMJ çanta alabilsem süper olmaz mı?

Wednesday, 15 June 2011

pink love

Bugün The Mighty Boosh'tan Julian Barratt'ın rol aldığı Nikolai Gogol tiyatro oyunu Government Inspector'a gittim. 2. sıradaydım, Barratt'ı o kadar yakından görmek içimdeki celebrity delisini uyandırdı kesinlikle. Oyun çok başarılıydı, neredeyse 3 saat boyunca yüzümde bir gülümsemeyle izledim. Bittiğinde uzun zamandır tiyatroya gitmemiş olan ben kendime "Neden artık tiyatroya hiç gitmiyorum" diye sordum. Çocukken ayda birkaç kez giderdim. Yeniden gitmeye başlayacağım.



Tiyatro öncesi Harvey Nichols'a uğradım. Yaz indiriminin ilk günüydü. "%70'e varan indirim" şeklinde reklamı yapılmasına rağmen çantalarda %30-40 indirim vardı. Yeni bir Marc by Marc Jacobs çanta alma niyetiyle gitmiştim, ama Selfridges ya da Harrods'da aynı çantaları %50 indirimli bulma olasılığı varken %30 indirimde bir çanta almak istemedim. Boşuna gitmiş olmamak için yemek katında biraz gezindim, şişesini Karl Lagerfeld'in tasarladığı diyet kolalardan aldım bir tane. Şişe gerçekten de mega şirin.




Yarın babam geliyor. Cumartesi sabah Harrods indiriminin başlangıcına gitmeye ikna edebilsem, gitsek, şöyle süper bir MbMJ çantayı %50 indirimli alsam hayat ne güzel olur.

Yarın sabahtan Pazar'a kadar neredeyse hiç evde olmayacağım, o yüzden bloguma yazamam muhtemelen. Cumartesi GoGo Festival'a gideceğim Uh Huh Her, Terry Poison ve Midas Fall için. Midas Fall Lip Service'de Movie Screens adlı şarkılarını duyduğumdan beri merak ettiğim bir gruptu. Terry Poison geçenlerde izledim, ama yeniden izleme şansım olacağı için mutluyum. Yıllardır izlemek istediğim, The L Word'de Alice olarak bildiğimiz Leisha Hailey'nin grubu Uh Huh Her'ü izleyecek olmanın verdiği hissi ise anlatabilmem mümkün değil!



Tuesday, 14 June 2011

gold

Anladım ki insanın 8 tane farklı banka/kredi kartı taşıması iyi değil.

Kart ekstrelerim bana hiç uğramadan anneme gittiğinden ve ödeyen o olduğundan, ve her harcamam teker teker takip edilemeyecek kadar çok sayıda kartım olduğundan bazı şeyler gözden kaçıyor arada. Bugün annemin telefonuna gelen "125 TL'lik harcama yaptınız" mesajından sonra bana "Yine ne aldın Amazon'dan" diye sorması üzerine olaylar gelişti. Amazon'dan 3 haftadır alışveriş yapmamıştım. Annem ekstrenin bir kopyasını yolladı, baktım ki Amazon Prime tarafından çekilmiş para. Amazon hesabıma girip harcama tarihime baktım, son 2 yıldır hesabımdan Amazon Prime için yılda 49 pound çekiliyormuş. 2 yıl önce 1 aylık bedava Amazon Prime trial'ına üye olmuşum, deneme süresi bittikten sonra üyeliğimi iptal etmediğimden 2 yıldır o para çekilmiş. Bugün fark etmeseydim 1 yıl daha yılın çoğunda Türkiye'de olup Amazon'u kullanmayacağım halde o para çekilecekti, fark ettiğim için geri alabiliyorum.

Amazon Prime ile bedava ekspres gönderiden yararlanılabiliyor limitsiz. Ben de salak gibi Amazon'da gönderi herkese bedava sanıyordum. Değilmiş. Şu son 2 yılda Amazon'dan o kadar çok alışveriş yaptım ki, o 250TL'yi zaten çıkarmışımdır gönderi parası ödememekten, ama yine de sinir bozucu bir şey. Amazon ya da diğer bir sitenin trial'larına katılırsanız aklınızda bulunsun, süre bitmeden üyeliğinizi iptal etmeyi unutmayın.

**

Pazartesi günü evimi boşaltacağım. Eşyalarımın bir kısmı bu haftasonu babamla İzmir'e gidecek, bir kısmı benimle dönecek, kalanlar da annemin Londra'da yaşayan bir arkadaşının evinde duracak. Ama annemin arkadaşı Türkiye'de olduğundan ve Londra'ya 3 hafta sonra döneceğinden eşyalarımı o güne kadar depoya bırakmam gerekiyor. Bugün depoyu aradım ve ayırttım. Süper bir şans eseri olarak depo hemen evin karşısında. Perşembe gidip oradan kutu satın alacak, Pazartesi de eşyaları toplayıp bırakacağım.

Bu taşınma işi çok stresli bir şey kesinlikle. Şu son 3 yılda 3. taşınmam bu. İlk ikisinde Lisa'yla birlikteydim ve stres seviyem çok daha aşağılardaydı onun sayesinde. Eğer tek başıma bu işi halledersem kendimi ödüllendireceğim.

**

Bu hafta hayatımın en stresli haftalarından biri kesinlikle. Ben çok zorunlu durumlar dışında iki gün üst üste evden çıkmayan, dışarı çıktıktan sonra mutlaka ertesi günü evde kafa dinleyerek ve kendime zaman ayırarak geçirme ihtiyacı duyan biriyim, bir şeyler okuyup nette zaman öldürmek beni rahatlatıyor. Bu hafta bunu yapacak hiç vaktim olmayacak. Bu akşam gitmeden son kez bazı arkadaşlarımı görmek için dışarı çıkıyorum. Yarın gündüz okuldayım, akşam tiyatroya gideceğim. Perşembe günü depodan kutuları alacağım sabah, biraz odamı toparlayacağım, akşamüstü yine arkadaşlarımlayım, akşam babam geldiği için otele onun yanına gideceğim, gece otelde kalacağım. Cuma sabah babamın Türkiye'den getirdiği valizle birlikte evime gelecek, valizi dolduracak ve otele götüreceğim, öğlen babamla Brighton'a gideceğiz, akşam Londra'ya dönüp arkadaşlarıyla yemeğe çıkacağız, gece babamla otelde kalacağım. Cumartesi sabahı Harrods'ın indirimi başlıyor, ona gideceğiz, sonra babam Türkiye'ye dönecek, ben de GoGo Festival için Kent'e gideceğim. Gecenin bir vakti eve döneceğim, Pazar gününü odamdaki her şeyi kutulara yerleştirip odayı temizleyerek geçireceğim. Pazartesi emlakçıya gidip depozitomu geri aldıktan sonra evdeki kutuları depoya bırakacağım. Sonra odayı temizlemeye ve toplanmaya devam. Salı sabahı da son hazırlıklarımı yapıp Türkiye'ye döneceğim. Bir hafta boyunca beni rahatlatan o şeyleri yapmayı geçtim, kafamı kaşıyacak vaktim olmayacak. Aklıma geldikçe depresifleşiyorum.

Ama bir hafta sonra İzmir'deki rahat evimde olacağımı bilmek beni mutlu ediyor.

Yine de o hüzün tamamen gitmiyor içimden. Bir kez daha bir yıldır yaşadığım, "ev" dediğim, enerjimin bir kısmını bıraktığım bir odadan ayrılıyorum. Bir kez daha hayatım tamamen değişiyor. Bir kez daha yakın gelecekte nerede ne yapıyor olacağım belirsiz. Bir kez daha alıştığım okulu, ortamı, insanları geride bırakıyorum. Gerçekten de okula giden otobüse son kez binmek; okul arkadaşlarımı, hocalarımı, danışmanımı son kez görmek; ne kadar çoğu herhangi bir sevgiyle bağlı olmadığım insanlar olsalar da onlara büyük ihtimalle bir daha görüşmeyeceğimizi bilerek "Görüşürüz belki bir gün dünyanın bir yerinde" demek; ruhuma çok farklı kapılar açan bu yılın bitmesi içimi anlatılamaz bir hüzünle dolduruyor. Bu sene kendimle ilgili nasıl yeni şeyler keşfedip ne kadar geliştiğimi, ne kadar mutlu anlar yaşadığımı, bir yıl boyunca içim dışımın feminizmle dolmasının ne kadar süper bir his olduğunu, ve etrafımın o hissi paylaşan insanlarla dolu olmasının hayatımda deneyimlediğim en mükemmel şey olduğunu asla unutmayacağım.

Ve Goldsmiths, seni çok özleyeceğim. Düşünsel olarak sürekli sınırlarımı zorlayan ve süper insanlarla tanışma fırsatı bulduğum çok güzel bir yıl yaşattın bana.

you get real

Amina Arraf'ın "kaçırılmasıyla" başlayan olayların ardı arkası kesilmiyor. Dün gece Amina adıyla yazan kişi erkek olduğunu açıkladıktan sonra, bugün de Amina'nın blog'unu açmadan önce yazdığı Lez Get Real adlı sitenin kurucusu lezbiyen rolü yapan hetero bir erkek çıktı.

Okuduğum haberdeki şu cümle beni benden aldı özellikle:

In the guise of Paula Brooks, Graber corresponded online with Tom MacMaster, thinking he was writing to Amina Arraf. Amina often flirted with Brooks, neither of the men realizing the other was pretending to be a lesbian.

Son post'umda konuyla ilgili tiksintimi belirtmemin üzerinden 12 saat bile geçmeden daha da tiksindim bu internette-lezbiyen-rolü-yapan-erkek modelinden, eğer %108308 tiksinmenin daha da artması mümkünse.

Dün üyesi olduğum bir sitede bariz fake profilli bir "kadın"dan "Do you wanna have some girly fun?" diye bir mesaj aldım. Muhtemelen evde gününü zavallı lezbiyen fantezileriyle geçiren kıllı, göbekli orta yaşlı herifin teki tarafından açılmış fake bir profil olduğu her halinden belliydi.

Çok var nette böyle insan. Artık değil ama ilk coming out dönemimde İstanbul'da yaşarken çok karşıma çıktı böyleleri. Ben aynı anda ağır bir depresyonla ve tüm cinsel kimliğimin değişmesiyle boğuşurken kadın olduklarını söyleyerek benimle iletişime geçip sonra msn'de kamera açıp penislerini gösterenler falan. Bununla kaç kere karşılaştım o zamanlar, sayamıyorum bile. Ve sırf bu yüzden kendimi o ilk zamanlar hep çok yalnız hissettim, tanıştığım herkes böyle göt beyinli fake tipler mi olacak diye. Zamanla yeni insanlarla tanışıp yeni ortamlara girdikçe bu heriflerin takıldığı sitelere girmeye ihtiyaç duymamaya başladım, ve artık böyle şeylere maruz kalmıyorum.

İnternette lezbiyen taklidi yapan hetero erkeklerin bunu neden yaptığını anlayamıyorum, çünkü:

- Gerçekten kadın olan biriyle kadın taklidi yapan bir erkek arasındaki fark her zaman belli oluyor. Profil resimlerinden, konuşma tarzlarından, bahsettikleri şeylerden. Emin olun ki birkaç dakikada anlaşılıyor. Kimi kandırdıklarını sanıyorlar, bilmiyorum.

- Hiç bir gay kadın onlarla buluşunca "Aa erkekmişsin, neyse, sorun değil" demeyeceğinden böyle salak bir inanca sahip olmadıklarını, dolayısıyla gerçekte görüşmeyi planlamadıklarını varsayıyorum. O zaman amaçları nette fantezi malzemesi toplamak. Ama şöyle bir şey var ki, ben asla internette tanımadığım biriyle 31 malzemesi çıkarılacak konulardan bahsetmem. Tanıdığım hiç bir kadın da bahsetmez. Lezbiyen taklidi yapan erkeklerle oturup msn'de yatakta neden hoşlandığından bahseden lezbiyenler ancak lezbiyen taklidi yapan erkeklerdir. Yani bu insanlardan biriyseniz bilin ki karşınızda bir kadın değil sizin gibi zavallının teki var.

Karma diye bir şey vardır da hak ettiklerini bulurlar umarım böyleleri.